Yunus Öztürk
Ekoloji ve su mücadelesinin dünü, bugünü ve geleceği üzerine, yeni milletvekili seçilen “su ve ekoloji” aktivisti Prof. Dr. Beyza Üstün ile konuştuk. Beyza Hoca, özellikle bir süredir yapımı hızlanarak devam eden, hükümet ve sermaye çevrelerince “Yeşil Yol” diye adlandırılsa da esasen bütün bir Karadeniz kıyısına paralel, yüksek rakımlı maden ve su havzalarını yerli/yabancı sermayeye açmak üzerine tasarlanan yeni “ticaret aksı” inşa edildiğini söylüyor. Sermaye ve AKP hükümeti, nasıl su, maden, HES alanlarını birleştiriyorsa, biz de yerel mücadeleleri birleştirmeliyiz diyor.
Beyza Hocam, sizi, Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu başta olmak üzere Ekoloji Meclisinden, Demokratik Üniversite mücadelesinden ve başkaca sınıf mücadelesi alanlarından tanıyoruz. Aşağıdan gelen, en alttakilerin mücadelesinin öne çıkardığı bir su ve ekoloji aktivisti olarak Halkların Demokratik Partisi İstanbul 3. bölgeden aday oldunuz ve mecliste yerinizi aldınız… Öncelikle tebrik ederiz.
Çok teşekkür ederim.
2008 krizinden bu yana sermayenin su, maden, kaya gazı, HES, nükleer gibi alanlarda hızlı adımlar attığına tanık oluyoruz. Bu adımlar önce yerel sakinlerce sessizce karşılansa da, ilk kazmanın vurulmasından itibaren bu girişimler hakkında soru sorulmaya ve itirazların yükselmeye başladığını görüyoruz. Köylülerin yereliyle sınırlı kalsa da sert mücadelelerine tanık olduk. Bu adımların Türkiye’deki izlerini sürerek bize bir fotoğraf vermek isterseniz, mücadelelerinin sürdüğü alanlar hakkında neler söyleyebiliriz?
Pek çok yerde ekoloji mücadelesi yürüyor ve uzun süredir sürüyor. 2008’den itibaren yoğunlaşarak süren bir mücadeleden söz edebiliriz. Bergama köylülerinin mücadelesiyle başlayan “ekoloji ve sınıf mücadelesi” birlikteliğine tanık oluyoruz.
Bugün yoğun yürüdüğü yerler ise şunlar: Birincisi, derelerini vermek istemeyen, yaşam alanlarını, suyu koruyarak sürdürmek isteyen; vadilerdeki, köylerdeki mücadeleler. Her yerin mücadelesi bu anlamda oldukça dirençli sürüyor. Peri Suyu korumadan tutun da Yırca köylülerinin zeytin ağacına sahip çıkmasına kadar bir yaşam alanlarını sermayeye karşı korumaya çalışıyorlar. İkinci alan, termik santrallere karşı mücadelelerdir. Karadeniz’den Ege’ye, hatta Akdeniz’in bazı sahillerine kadar olan yerlerde sürüyor. Üçüncü olarak, Sivas ve Kemah civarında yoğunlaşan, Kaz dağlarında başka bir merkez oluşturan ve öncesinde Bergama’da ilk işaretini gördüğümüz maden işletmelerine karşı mücadele süreci var. Bunların dışında kaya gazı çıkartılmasıyla ilgili süreç var. Henüz yerelde mücadeleyi göremiyoruz. Hâlbuki Hozat-Silvan arasında kaya gazı çıkartılması süreci başladı.
Diğer taraftan ise, Akkuyu, Sinop, İğne Ada gibi nükleer santraller saldırıları var. 2008 krizinin doğurduğu sürecin devamıyla bağlantılı ama biraz da nükleer atıkları meşrulaştırmak, bütün dünyanın atıklarını burada yeniden işlemek amacıyla atılan adımlara karşı çıkan bir mücadele de yürüyor.
2008 kapitalist krizinin arkasından maden işletmeleri, suyun ticarileştirilmesi, termik santraller, nükleer santraller, kaya gazı çıkartılması, yer altı suyunu şişeleme gibi alanlarda, Anadolu’nun her yanına yayılmış bir yoğunlaşma ve saldırı görüyoruz.
Bütün bu alanları neden ayırarak söyledim, çünkü mücadeleler de ayrı ayrı yürüyor. Bir türlü nükleere karşı olanlar, sözüyle suyun ticarileşmesine hayır diyor ama alandaki mücadelede yer almıyor; sahada görünmüyor.
Suyun dışındaki süreçlere bakarsanız, bunların tümü de suyu kullanmaktadır. Suya ihtiyaç duyan üretimler bunlar. Buradan da bakmak gerekiyor. 2015 yılından sonra yoğunlaşarak izleyeceğimiz süreç, şirketlerin sahip oldukları suları birkaç örnekle verdiğimiz maden işletmelerinde, kaya gazı sondajlarında, termik santrallerin yapımı sırasında kullanıldığını göreceğiz. Bunun da suyun ticarileştirilmesiyle ilgili Birleşmiş Milletlerce yapılan düzenlemeler “birleşik havza planlaması ve yönetimi” adı altında zaten genel bir tanımını vermiş durumdalar. Bu ne demek? Suya sahip olan şirketin elindeki suyu, buna ihtiyaç duyan ve o havzada çıkartılması gereken diğer üretimlerde kullanılabilecek. Yani havza boydan boya; havza dediğimizde suyun dolaşımda olduğu dereye, göle, denize ulaştığı alan, burayı bütün kullanacaklar, bütün yönetecekler. 2015 yılından itibaren, bütünlüklü yönetim stratejisi uygulanacak. Başladık aslında görmeyi: Şirketler 49 yıllık anlaşmalarıyla dereyi “tutuklayarak” suya sahip olmaya başladılar. Aynı havzada maden işletmeleriyle ilgili arama ve işletme ruhsatları verildi; kaya gazı sondajı başladı, çok yakında güneş santrallerine sahip olan tarlalar göreceğiz; bu da suyla ilişkili… Dolayısıyla suyu alacaklar, güneş santrallerinin temizliğinde kullanacaklar.
Kapitalist sistemin devamlılığını sağlayan iktidarların, devletin tüm organlarıyla katkısını görüyoruz. Hem suyu şirketlere verdiği aşamada görüyoruz; 49 yıllık anlaşmayı yapan taraflardan biri devlet. İkincisi, eğer halkın direndiği bir nokta varsa, o direnci kırmak için şirketin aracını vadiye sokan devletin kolluk kuvvetleri oluyor. Çıkardıkları yasalarla görüyoruz. 2015 yılı itibariyle yeni olarak, korucuları göreceğiz. Devlet, her şirkete ayrı ayrı korucu tahsis edecek. “Havzanın bütünleşik yönetimi” hikâyesinin devlet-şirket birlikteliği olduğunu daha somut görmeye başlayacağız.
Yeni ve büyük bir proje süreci daha işliyor. Hükümet ve sermaye çevrelerinin “Yeşil Yol” olarak adlandırdığı… Yerel protestoların ana akım medyaya yansıdığını da görmeye başladık. Bu proje ve projenin hedefleri üzerinde duralım istiyorum.
Bu proje yeni değil aslında. 3. Köprü, 3. Havalimanı, bunların bağlantı yolları, İzmir’e kadar varan otobanlardan farklı bir şey değil aslında. Karadeniz ve su havzasının bütünleşik yönetimindeki yönetim araçlarından biri bu proje. Su ve su havzalarındaki madenlerin çıkartıldığı sahalar arasında bir ulaşım hattının yapılması gerekiyor. Karadeniz bölgesinde madenler havzanın çok üst kotlarında. Bunlara ve üst kotlardaki diğer üretimlere; örneğin rüzgâr santralleri yapılacaksa, pervanelerin yapılacağı yerlere, enerji nakil hatları kurulacaksa, bu yerlere ulaşmak için de üst kotlarda bir ulaşım aksının yaratılması gerekiyor. Karadeniz Yayla Yolu böyle bir proje. Havzanın bütünleşik olarak yönetiminin bir sonucu olarak, nerede bir maden sahası varsa oraya doğru projenin büyütülmesi hedefleniyor. Suyun üst kottaki madene kadar götürülmesi ya da çıkartılan madenlerin üst kotlardan istenilen yerlere taşınması için ulaşım akslarının yapılması gerekiyor. Bu ulaşımı sağlamak üzere yapılan bir yol. Adı tabi sanki çevreye saygılıymış gibi “Yeşil Yol” adıyla sunuluyor ama Karadeniz Yayla Yollarının yapılacağı yerlere baktığınızda, yolları kaldırıp ulaşılacak maden işletmelerinin yerlerini görüyorsunuz.
Alınacak korucular havzanın bütünleşik yönetimi esaslarından biriyse, diğeri de Karadeniz Yayla Yollarıdır. Bu hattaki suyun ulaştırılması için güvenliği korucular sağlıyor, ulaşım aksı ise üst kotlardaki metaların, üretimlerden çıkan malların taşınması için yapılıyor. Üst kotlardaki sahalara ulaşmak çok zor çünkü. Hatırlarsanız 2011 yılının başında Karadeniz’in 1/100.000’lik çevre nazım planını üç ayda çıkartmışlardı. Bu planda neredeyse bütün orman ekosistemini maden döküm sahası olarak işaretlemişlerdi. Maden tetkik Arama’yla ilgili arkadaşlarımız madenleri gösteren harita ile, yayla yolu birbiriyle örtüşüyor.
Bu proje, yaylaları ulaşım aksları haline getirecek, maden işletmelerini pıtrak gibi çoğaltacak. Kaz dağlarındaki görünümün çok daha geniş bir sahaya yayıldığını çok yakın bir zamanda Karadeniz yaylalarında da göreceğiz.
İstanbul’da 3. Köprü, 3. Havalimanı ve etrafında açacakları akslarla sermayenin başka bir koluna, beton, inşaat ve ulaşım sektörlerine ormanları meraları rezerv ediyorlar.
Kaya gazı sondajı daha yeni bir süreç. Biraz açabilir misiniz?
Kaya gazı sondajı, şimdilik iki bölgede yapılıyor. Biri, Amed-Hozat-Silvan arasında, diğeri Edirne’de. Büyük petrol şirketleri var işin içinde.
Her sondaj büyük bir tahribat demek. Önce bir kuyu açılıyor. Geçirimsiz zemini, katmanı kırmak için basınçlı su kullanılıyor. Açtıkları her kuyuda 18-20 arası sondaj vuruyorlar. Her vuruş 20 bin ton suyla gerçekleşiyor. Bir kasabanın bir günlük suyunu bir defada kullanıyorlar. Dolayısıyla en yakındaki depolanmış 20 bin tonluk suyu bir sondaj için almak zorundalar. Sondaj için kullanılan suyun akışkanlığında biyolojik bozulma olmaması için, suya 600’den fazla çeşitli kimyasallar enjekte ediliyor. Bunların hepsi kanserojen. Toksik, yani enzim inhibitörü çoğu. Suyla birlikte o kimyasallar kırılan zemin içindeki bütün toprak katmanlara dağılıyor. O boşluktan nereye giderse, yukarda tarım alanlarına, evlerin içine kadar, çeşmelerde akacak şekilde bütün canlılar etkilenecektir. Yakınlardaki yerleşkelerdeki, köylerdeki insanların çeşmelerinden hem gazlı kimyasallı su akacak. Bunun örneklerini Kaliforniya’daki mücadelelerde görüyoruz. Orda kaya gazı sondajları sürmekte çünkü. Tonlarca kimyasal çamur, su etrafa yayılacak. Bir taraftan inanılmaz su kullanıyorlar diğer taraftan yer altı ve yerüstü toksik kimyasallarla bir daha tarım yapılamaz, canlı yaşamı sürdürülemez hale geliyor.
Sözünü ettiğiniz tüm süreçler bize “ekonomik kalkınma”, “ekonomik krizden çıkış” yolları olarak sunuluyor. Buradan sadece sermaye için çıkış mümkün olabilir…
Sözünü ettiğimiz süreçler, sadece Türkiye ile sınırlı değil. 2001-2008 uluslararası ekonomik krizi ve kırılma süreçlerinden sonra uluslararası sermayenin krizden dünya genelinde çıkış arayışının ürünleri. Kaliforniya’dan Hozat’a kadar kaya gazı sondajları yapıyorlar ve genellikle büyük petrol şirketleri bunların arkasında bulunuyor.
Dolayısıyla sadece doğanın metalaşma süreçleri içinde okumamak lazım; hem suyu, doğayı, ekolojik sistemi kendi sermaye birikimleri için kullanıyorlar hem de diğer yaşam unsurlarını eğitimi, sağlığı da ticarileşme sürecine sokarak krizlerini aşmaya çalışıyorlar. Bu saldırıların giderek yoğunlaşmasını kapitalizmin kriz süreçlerinden ayrı okumamak gerekiyor. Hatta IŞİD’in bu bölgede, Kobane’de yapmaya çalıştığı şey bile, Ortadoğu’nun yeraltı rezervlerine sahip olma isteğidir. Süreci buradan da okumak lazım.
Bu nedenle Dersim bölgesi dâhil, Fırat-Dicle Mezopotamya Havzasının sermayeye dönüştürme süreçlerine devam edecek. Buradaki neredeyse tüm dereleri özel şirketlere vermişlerdi. Milli Park koruma statüleri kaldırıldı, Hevsel Bahçelerini yapı rezerv alanı ilan ettiler, yerleşmeye, yapılaşmaya açacaklar. Hozat-Silvan civarını kaya gazı sondajlarıyla tahrip edecekler.
Sermaye, yeni araçlar üreterek krizini aşmaya çalışıyor. Yeni enstrümanları da var mı? Nelerle karşılaşacağız?
Güneş Santralleri geliyor. Konya ovasından başlayarak doğuya doğru hektarlarca alan üzerinde onları göreceksiniz. Gene şirketlerle karşılaşacağız. Güneş santrallerinden enerji üreterek sermaye birikimlerini artırıp, krizlerinden çıkmaya çalışacaklar. Mezopotamya’da daha önce yapılan barajlar “güvenlik barajı” olarak inşa edilmişti. Bölgeye hâkim olma yöntemiydi. Şimdi uluslararası kapitalist sistem ile birlikte bölgeye hâkim olmak üzere adımlar atıyorlar.
Endüstriyel tarım da bunun bir ayağı mıdır?
Tabii ki. Çok haklısınız. Dünyanın en zengin ülkeleri, G20 bu yıl Türkiye’de toplandı, önümüzdeki sene tarım makineleriyle ilgili toplantı Türkiye’de olacak. Köyünü terk eden, geçimlik tarım, hayvancılık yapamayanların bıraktıkları alanlarda endüstriyel tarıma doğru inanılmaz bir süreç başlayacak. Bunun hazırlıkları yapılıyor.
GDO’lu tarım da işin içine girecek…
Endüstriyel tarıma geçiş sürecin en başından itibaren genetiği değiştirilmiş tohumlarla işe başlamışlardı. Sadece GDO değil, beraberinde onu destekçisi olan gübre, böcek ilaçları, yabani ot öldürücüleri üreten şirketlerle birlikte, kombine sürece dâhil olmaları söz konusu.
Türkiye’nin Batısında da finansal bir merkez kurulmaya çalışılıyor…
Evet. Bu ikisi birlikte düşünülmeli. Dünya Bankası özellikle Hidro Elektrik Santrallerine, yer altı suyu şişeleme yatırımlarına, yani yeraltındaki sulara hâkimiyete inanılmaz krediler açmış durumda. “Yenilenebilir” yani sera gazı üretmeyen herhangi bir üretime sahip olan şirketlerin kredi almaları ya da düşük faizle kredi almaları söz konusu.
Bu süreç çok katmanlı biçimde sürüyor ve baktığınız zaman kapitalist sistemin ayağa kalkışı için çözüm arayışının doğaya, topluma giderek artan maliyetiyle değil artık, yıkımıyla karşı karşıyayız.
2008’den sonra hızlanan çevreye, yaşam alanlarına, ekosisteme yönelik sermaye saldırılarına karşı mücadele edenlerin, halkların durumuyla ilgili neler söyleyebiliriz? Mücadeleleri kısmi görüyoruz ama sermaye çok daha bütünlüklü saldırılarla karşımıza çıkıyor.
Yerelde saldırıya hedef olan köylü de kendisine yapılan bir saldırı olarak meseleyi görüyor. Kendisiyle sınırlı algılıyor. Daha doğrusu algılıyordu, demek lazım. Şimdi değişim başladı. Giderek genel bir bakışa sahip olanların sayısı artıyor. Yaşamın sürmesi için tüm canlılar adına da mücadeleye dönüştüğünü söyleyebiliriz.
İlk mücadeleler yerellerde başladı. Köyünün yanından dereyi korumak istediler. Sonra Karadeniz’de Derelerin Kardeşliği, Vadilerin Kardeşliği Platformları oluştu; Munzur Koruma Kurulu bütün Dersim coğrafyasında harekete geçti. Hepimizin siyasi örgütlerinin, meslek örgütü ve sendikaların, yerel mücadele örgütlerinin oluşturduğu Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu oluşturuldu. O da bu mücadelenin suyla ilişkili kısmında; suyun sermaye birikimine sokulma süreçlerine bilgi ve dayanışma olarak yerel mücadelelere aktarmaya çalıştı; devam da ediyor aslında. Şimdi Ekoloji Meclisi oluşturuldu.
Halkların Demokratik Kongresi Ekoloji Meclisi, Demokratik Toplum Kongresi Ekoloji Meclisi, yeni Meclisin çağrıcılarından. EGEÇEP, TURÇEP gibi Ege’de, Manisa Turgutlu’da mücadele veren arkadaşlarımız da Ekoloji Meclisinde. Bütünleşik olarak yapılan bu saldırılara karşı her alanın mücadelesini birleştirecek bir yatay ağ oluşturulmaya çalışılıyor. Bunların hiçbiri üst örgüt değil. Su Platformu’na da bakarsanız, bütün mücadeleler eşit düzlemde yürüyor. Sadece bilgi aktarıyor, dayanışma ve direnme deneyimlerini aktarıyor. Ekoloji Meclisi de öyle. Tüm mücadeleler birbirine deneyim aktaracakları yatay bir örgütlenme, ağ örgütlenmesi. Ekoloji Meclisi ilk toplantısını 6 Aralık’ta Ankara’da yaptı, sonra Mersin’de ve son olarak İzmir’de toplandı. Bu saldırıyı görünür kılmaya yönelik, daha hızlı biçimde yerele, halklara bilgi vermeye yönelik, mücadele deneyimlerini aktarmayı hedefliyor. Dayanışmayı örmeye çalışan süreçler bunlar.
Şuan tanık olduğunuz dönem ara hükümet dönemindeyiz; 24’üncü Hükümetin sürmemesi gerekiyor ama 25’incisi kurulmadığı için hükümetin iğreti biçimde sürmesine rağmen, seçim sonrasında sermayenin doğal alanlara saldırısında bir eksilme olmadı; süreç aynı hızı ve saldırganlığıyla sürüyor.
Ekoloji Meclisi iki alana ilişkin planlama yapıyor. İlki Karadeniz Yayla Yolları üzerine diğeri Amed’e yakın bir yerde Dersim bölgesinde kaya gazı sondajlarına yönelik planlamadır.
Kasım ayında G20’ye karşı bir kongre örgütlemek istiyoruz. Kaya gazı bilgilendirmeleri sürüyor. Bunu bir kez daha tekrarlayacağız.
Bildiğimiz kadarıyla küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle ilgili Kasım ayında yapılacak kitlesel gösteriler için hazırlanan çevreler var. Bu mücadeleleri birleştirmek mümkün mü?
Mücadele alanlarında herkes kendi bulunduğu yerden okuyor. Farklı yaklaşımlar var. Sermayenin farklı alanlarındaki saldırılarına karşı duranlar yekpare değil. Örneğin, nükleer santrallere karşı çıkan gruplardan biri, yenilenebilir enerji üretim süreçlerine karşı durmuyor. Su Platformu’nun ya da Ekoloji Meclisi’nin yaptığı gibi tamamen sermaye karşıtlığı üzerinden süreci okumuyor. Karbon salınımı üzerinden mücadeleyi kurguluyorlar, karbon salınımı olmayan üretimlerin desteklenmesi, yaşamı direkt yıkanlara karşı durmak gerekir diye okuyorlar. Dolayısıyla mücadelelere farklılıklar içeriyor.
Birkaç eğilim var. Nükleer karşı duruş var. Onların bir kısmı, yenilenebilir enerji politikalarına çok karşı durmuyorlar. Şimdi, şimdi HES’lerin yıkımlarını görerek bunun bir doğa yıkımı olduğunu söyleyerek HES’leri yavaşlatarak, azaltarak söylemlerinden çıkarttılar. Çok da karşı durmuyorlar.
Küresel ısınmanın önlenmesi doğru bir şeydir. Ama bu da tek başına okunmamalı, bütün endüstriyel üretimlerin bugüne kadar ürettiği tüm gazların bu atmosferde birikimi var. Bunun üzerinden Birleşmiş Miletler analizler yaptı ve bunlar doğrudur. Ama bu analizlerin sonucunda küresel ısınma geliyor, buna neden olan karbon emisyonlarının azaltılması olumlu bir yaklaşım iken, bunun nasıl yapılacağı üzerinden oluşturulan yöntemler başka sermaye birikimlerine yol açan uygulamalara doğru dönüşüyor. Örneğin, sizin falanca üretiminiz küresel ısınmayı artırıyorsa, sürdürülebilir kalkınma çerçevesinde bu üretimi azaltmak zorunda; aşkın durumu ise ödemek zorunda. Özetle karbon salınımında, değişen bir şey olmuyor. Hem bir kirlilik hakkı şirkete tanınıyor, hem de aşkın üretim için ver kurtul hakkı tanıyor. Diğer yandan, eğer sizin kirlilik yaratan üretiminiz yoksa ki, bu sizin güçlü kısmınızdır; o zaman siz kirli üretim yapana bu hakkınızı satabilirsiniz! Birleşmiş Milletler Kyoto ile bunu protokole bağlamıştı. En son Kopenhag toplantısında bunu “borsa”laştırdı. Borsa başladığından beri kumar ile borsa arasındaki farkı ayıramamıştım. Herhangi bir şirket diyebilir ki elimde temiz bir üretimim var ve borsaya girer. Onun için adı yenilenebilir üretim zaten.
Yenilenebilir proje çok. Doğa turizmi de bir yenilenebilir proje. Rüzgâr santralleri de yenilenebilir proje. Bunun sermaye birikimiyle hızlanan etkisinden doğanın, yaşamın yıkımı sorun alanı olarak görülmüyor. Ölçü sera gazı üretip, üretmemesiyle sınırlı olamaz.
Sermaye içermeyen, kapitalist sistemin süreçlerini okumadan yapılan farklı yorumlar, BM kararlarına, analizlerine içkin yorumlar olarak kalıyor; hem mücadeleyi hem bu saldırıları farklı okumaya yol açıyor.
Sizin öneriniz, alternatifiniz nedir?
Bizim önerimiz çok açık. Biz, projenin herhangi biçimde üretilme biçimi üzerinden konuşmuyoruz. Bizim konuştuğumuz her şey halkların ihtiyacı var mı, üzerinden oluyor. İhtiyaç var ise, halkların kullanım değeri kadar bu doğa kendisini tolere eder. Bütün sıkıntı sermaye birikimi üzerinden yapılan üretimin hızlanarak etkisini artırmasından kaynaklanıyor. Üretimin sınırları halkların üretim sınırı kadar olmalı; ondan sonra üretim bitmeli. İster madenlerden isterseniz enerjiden bakın ya da herhangi bir sanayi üretiminden bakın, o halkın ihtiyacı içinse sorun yok; yapılabilir. Bunların içinde üretim teknikleri seçim yapılabilir. Ama sınırı neresidir, ihtiyacın bittiği yerdir. Yerinde üretimdir.
Çevremizde çok sayıda enerji nakil hatları görmeye başladık. Çünkü her üretim kendi enerji nakil hatlarını kuruyor. Ortak iletim noktasına kadar taşıyor. Bir ülkede üretilip başka bir ülkeye gönderilebiliyor. Örneğin İspanya yenilenebilir enerji üretimiyle övünür; istatistiklere bakarsanız İspanya’yı birinci sırada görürsünüz. Nerede üretir? Afrika’nın tarım alanlarında üretir, kendi ülkesinde kullanır. Güneş enerjisi panelleri, o üretimin olduğu yerde tarım alanlarının tekrar kullanımını mümkün kılmamaktadır. O üretim sermaye birikimi üzerindendir ve doğanın yaratılan radyasyonu tolere etmesi mümkün değildir.
Sermaye birikimi ile kullanım değeri arasındaki fark budur zaten. Birikim arttıkça etki katlanarak çoğalır ve doğanın bunu tolere etme gücü yetersiz kalır. Kâra yönelik üretim tolere edilemez.
Bir örnek: İçme suyu köylerde dereden alınır, atık su da dereye verilir. Kurbağalı Dere’deki gibi koku duymazınız. Nedeni şudur: Köylünün tarlasını kullanmak için dereden çektiği su, diğer canlılar kadar o dereden su kullanma hakkı kadardır. Verdiği atık su ise, içindeki bütün kirliliklere derenin mikro organizmalarıyla parçalanır; suyun içindeki parçalanmış oksijeni kullanarak kirliliği parçalama süresi vardır. Tamamen parçalar ve derenin birkaç metre ilerisinde herhangi bir şey kaymaz. Köyün atık suyudur; sanayi üretimi işin içinde yoktur. Onu eklediğiniz zaman derenin bunu yapabilme imkânı daha zordur. Dere gene çabalar ama onun parçalama hızı ötekinin artma hızını aşamadığı için sistem çöker. Son noktada koku mu sıksak, kazıyıp çamuru mu alsak diye tartışıp dururuz. Kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki fark budur…
Dedem derdi ki, “oğul, iki taşın arasından akan suyu içebilirsin”…
Çok doğru. O bambaşka bir şey. Pet şişelerde su diye içtiklerimiz, esasen su değil. Cidden değil Hidrojen ve oksijen iyonlarından oluşan sıvıdır. Membaından getirilmiş durumda, içindeki bütün minareler alınmış durumda, yani iki taşın arasından akan su, bu değil…
* Bu yazı Mesele’nin 103. sayısında yayınlanmıştır.