Dünya 5 Kasım’da yapılacak ABD seçimlerine odaklandı. Bu seçimler, içinde Türkiye’nin de olduğu pek çok ülkenin, genel olarak Ortadoğu’nun geleceğine yön verecek. Ankara, bir yandan seçimlerin getireceği politik senaryolara hazırlanırken bir yandan İstanbul’daki Esenyurt Belediyesi’ne kayyım atanmasına varan pratiklere imza attı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup konuşmasında Kürtlere bir el uzattıklarını söyleyerek ortak tarih ve din birliğine vurgu yaptı. Öte yandan, CHP lideri Özgür Özel’e ‘eşit vatandaşlık’ vurgusu için teşekkür ederken, tutuklanan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’e sert sözlerle yüklendi.
Gündemdeki önemini koruyan Kürt Sorununa çözüm yine çıkmaza mı girdi? Hükümetin eylem ve pratikleri nasıl yorumlanmalı? Barış ve çatışma çözümlerindeki güncel modeller ve yeni eğilimler Türkiye’nin izlediği politika konusunda ne söylüyor? Muhalefet bu süreçte nasıl bir yöntemle hareket etmeli? İslâm ve kardeşlik vurgusu Kürt Sorununun çözümünde neden adres gösteriliyor? Bu soruları Loughborough Üniversitesi doktora sonrası araştırmacısı, Demos Araştırma Derneği’nin ‘Otoriter Çatışma Yönetimi Açısından 2015 Sonrası Değişen Dinamikleriyle Kürt Sorununa Bakmak’ raporunun yazarı, çatışma çözümleri ve barış çalışmaları alanında uzmanlaşan Dr. Güneş Daşlı ile konuştuk. – M.S.
Ortadoğu’da İsrail ile İran arasında bir çatışma ihtimali gittikçe yükseliyor. Türkiye buradaki senaryolara göre pozisyon almaya çalışırken Kürt sorununa çözüm yeniden gündeme geldi. Bu dış koşullar dikkate alındığında nasıl bir süreç bizi bekliyor?
Kesinlikle Ortadoğu ve dünyada yaşananlar önem arz ediyor. İsrail’in Filistin’e açtığı savaşa ve soykırıma varan pratiklere tanıklık ediyoruz. Türkiye bu süreçte bir dilemma içinde sıkışmış görünüyor. İlk olarak Türkiye, İran ile İsrail arasında yaşanan gelişmeler ışığında bir konum almaya çalışıyor ki burada bir telaş ve kaygı hakim. Buna bir de dış politikadaki hayal kırıklıkları eklendiğinde Türkiye’nin sıkışmış durumda olduğunu söyleyebiliriz. Kürt sorununa bu sıkışmışlık üzerinden bakıyor olabilir, ancak bunu fırsat olarak da görüyor olabilir. Liberal olmayan barış ve otoriter çatışma yönetimi pratiklerini dikkate aldığımızda Filistin’de yaşanan durum, liberal barış aktörlerinin tek tek çöktüğünü ve itibarsızlaştığını gösteriyor. BM artık kendi raportörleri tarafından bile eleştirilen bir kurum haline geldi. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne güvensizlik duyuyoruz. Bu tarz mekanizmaların çöktüğü bir dönemdeyiz ve bu durum otoriter hükümetler için fırsat olarak görülebiliyor çünkü iç savaşı, çatışmaları bu koşullara göre yönetme fırsatı doğuyor. Tam da bu zamanda Kürt sorununu çözmek fırsat olarak da görülmüş olabilir. Böyle ikircikli bir durum var.
‘ROJAVA SON ÇÖZÜM SÜRECİNDE DE ŞİMDİ DE MERKEZİ KONUMDA DURUYOR’
Peki Rojava tüm bu denklemin neresinde duruyor? Bu süreci nasıl etkiler?
Eğer yeni bir çözüm süreci olacaksa, bence 2013-2015 arasında yaşanan ve başarılı olmayan sürece bakmakta fayda var. Bahsettiğimiz çözüm sürecinde her iki taraf için de Rojava merkezdeydi ki bence bu süreçte de önemli bir yerde. Ancak buradaki sorun yine bir muhatap almama. Cumhurbaşkanı Erdoğan şunu söylüyor: Orayı lağvedin, bize katılın ve Esad’a karşı savaşın. Bu aslında otoriter çatışma yönetiminde karşıdaki muhatabı yok sayma ya da meşruluğunu zayıflatma amacı güdüyor. Başka bir deyişle diyalog ve müzakereye açık olmayan bir yerde durmak demek. Kaldı ki Türkiye kendi içinde bu sorunu çözmeden, Suriye gibi çok katmanlı ve çok aktörlü iç savaşın sürdüğü bir ülke için daha sakin ve uzlaşmacı olması gerekirken aksine daha güvenlik refleksi ve kendi siyasi çıkarları üzerinden yaklaşıyor. Elbette, hele ki şimdi İran ve Irak denklemini de hesaba katarsak, Kürt sorunu çetrefilli bir sorun ve Rojava’daki Kürt siyasi aktörler Türkiye’deki çatışmanın çözümüne dahil edilebilir. Ancak Türkiye’nin tutumu müzakere masasına davet eden, masaya çağıran bir tavır değil. Burada gördüğümüz yine yok sayma ve kendi politik söylemini belirlediği noktadan muhatabını belirleme.
‘SRİ LANKA ÖRNEĞİ İLE LİBERAL OLMAYAN BARIŞ KAVRAMI DAHA GÖRÜNÜR HALE GELDİ’
Çalışmalarınızda liberal olmayan barış kavramını kullanıyorsunuz. Nedir liberal olmayan barış? Sri Lanka ve Myanmar neden bu açıdan mihenk taşı kabul ediliyor?
Kürt sorunu tartışmaları içinde aklımıza birer liberal barış örneği olan 1990’lardaki Güney Afrika, Kuzey İrlanda deneyimleri geliyor. Bu modeller, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, müzakereyi, şeffaflığı, katılımcılığı, üçüncü gözü, garantörlüğü ve aktör olarak BM, Oslo gibi aktörleri temel alıyordu. Ancak güncel olarak bu modelden bir kopuş var. Bu noktada Sri Lanka önemli bir örnek oldu. Burada 2006’da Oslo gibi liberal barış modellerinin aktörlerinin de içinde olduğu bir süreç başladı, ancak bu 2009’da çöktü. Bu noktada zaten otoriter olan hükümet, karşısındaki silahlı Tamil hareketini katlederek, hak talebinde bulunan oradaki azınlıklara yönelik birtakım otoriter politikalar uygulayarak sorunu çözdüğünü ilan etti. Negatif barış ilan etti, ancak bu aslında bir askeri zaferdi. Myanmar’daki süreç de buna benzerdi.
Bu iki örnek uluslararası düzende bir eğilimi değiştirdi. İşte buna liberal olmayan barış süreçleri diyoruz. Bu durum çok kutuplu dünya düzeni trendiyle de Çin gibi Rusya gibi otoriter rejimlerin aktör olduğu durumla da uyumlu. Batı’daki aktörlerin artık ekarte edildiği, müzakereye işaret edilmeyen, tarafların eşit şekilde masada olmasını sağlayan yöntemlerin olmadığı bir dönemden bahsediyoruz.
‘AKP-MHP HÜKÜMETİNİ ANLAMAK İSTİYORSAK KÜRESEL EĞİLİMLERİ GÖRMEMİZ GEREKİYOR’
Bu yeni dönemin anlayışı, karşı tarafı olabildiğince zayıflatayım, ardından da bir dizi otoriterleşme pratiğiyle çatışmayı stabilize edeyim üzerine kurulu. Bu yaklaşım, 2009’la beraber daha da belirginleşti ve çatışma çözümünün bir parçası haline geldi. Özetle bu anlayışta öncelenen stabilize etmek, demokratikleşmek değil.
Türkiye’yi, AKP-MHP hükümetini anlamak istiyorsak bu küresel egilimi görmek gerekiyor, çünkü Türkiye sadece kendi iç dinamikleriyle şekillenmiyor. Bu neden önemli derseniz, bu bir meşruiyet alanı da sağlıyor. Dünyada kabul edilen, uygulanan bir modeli hükümet Türkiye’de Kürt sorununa uyguladığında artık hiçbir hiçbir uluslararası aktör gelip ‘sen ne yapıyorsun’ demiyor. Aksine Rusya’nın, Çin’in kendi azınlıklarına uyguladığı politikayı AKP de uygulamış oluyor.
‘HDP VE ÖCALAN 2013-2015’TE ÜÇÜNCÜ BİR TARAFIN SÜRECE DAHİL OLMASINI TALEP ETTİ’
Kürt sorununa çözüm bulmaya dönük girişimler bugün başlamadı, ancak sizin çalışmalarınızda dikkat çektiğiniz bir durum var. Bu görüşmeler BM veya üçüncü bir tarafın aracılığında yapılmadı. Üçüncü bir taraf olmalı mı? Üçüncü tarafın varlığı neden önemli?
Otoriter çatışma çözümleri üzerinden bu süreçleri yürüten aktörler genel olarak üçüncü bir gözü ya da uluslararası bir aktörü dahil etmiyor. Böylece süreç denetimden azade olabiliyor. Elbette üçüncü tarafın varlığı barışı garanti altına almaz, ancak bir şahitlik getirir, uluslararası düzeyde bir açıklık sağlar. Aslında 2013-2015 yılları arasındaki çözüm sürecinde hem HDP hem de Öcalan üçüncü bir tarafın varlığını talep etti, ancak Erdoğan “bu milli bir mesele” diyerek bu öneriyi reddetti. Bu sorunlu bir tutum, çünkü mevzuyu içe kapatmak, milli mevzu olarak görmek, kol kırılsın yen içinde kalsın demektir ve süreci izolasyona götürür. Bu açıdan bakarsak üçüncü tarafın önemli olduğunu düşünüyorum. Üçüncü aktör bir çatışma çözümünün çok farklı aşamalarına dahil olabilir. Mesela arabulucu olarak masayı kurabilir, müzakereye dahil olmaz ama sonraki anlaşmanın takibi için bir tür tarafsız gözlem yapmak için ya da denetlemek için rol üstlenebilir.
‘TÜRKİYE AÇISINDAN ÜÇÜNCÜ BİR GÖZ FAYDA SAĞLAYACAKTIR’
Kolombiya’da görüşmeler Havana’da yapıldı. Arabuluculuk sürecine Norveç dahil edildi, hatta siyasi ilişkilerinin çok iyi olmadığı Kolombiya’nın komşusu Venezuela dahil edildi, FARC’ın çekilmesi sürecine BM dahil oldu. Farklı düzeyde farklı aktörler sürece dahil edildi ki bu sürecin başarıyla yürütülmesine etki etti. Türkiye açısından bakarsak üçüncü bir göz ya da uluslararası bir kurum fayda sağlayabilir. Bu illaki AB veya BM olmayabilir, bölgede barış sözünü yükseltebilecek, bu gücü olan bir aktör de seçilebilir. Ancak baştan üçüncü bir tarafa karşı çıkmak doğru değil. Bu nedenle üçüncü göz ve garantörün dillendirilmesini ve bunda ısrar edilmesini önemli buluyorum.
‘2015’TEN SONRA ÇÖZÜMSÜZLÜK BİR ÇÖZÜM POLİTİKASI HALİNE GELDİ’
Otoriter çatışma yönetimi diyoruz ancak bu yöntem tam olarak nedir ve bu açıdan Kürt sorunu nerede duruyor?
Ben Otoriter Çatışma Yönetimi’ni (OÇY), liberal olmayan barış modellerinin bir alt modeli olarak tanımlıyorum. Basitçe ülkelerin kendi çatışmalarına ya da azınlık sorunlarına askeri operasyonlarla yanıt vermesi, yani bir tür güvenlik sorunu olarak bakması ama bunun yanı sıra bir dizi mekânsal, politik ve ekonomik otoriter politikalara da yaslanmak zorunda kalması. Bu otoriter politikalarla beraber bu sorunu stabilize ediyor, asla çözmüyor. Tabii şunu da hatırlatayım, Türkiye Sri Lanka’dan farklı olarak çatışmanın devam ettiği bir noktada, yani hala negatif barış da yok.
‘TÜRKİYE MYANMAR VE SRİ LANKA GİBİ ÜLKELERLE YAN YANA DÜŞEBİLİR’
Türkiye açısından OÇY, özellikle 2015’ten sonra kayyımlardan, Barış Akademisyenleri’ne, medyaya dönük sansüre, barış demenin kriminalize edilmesine kadar pek çok konuda bir perspektif sunuyor. Bunların hepsinin OÇY içinde olduğunu, bizim aslında bir çözüm yok, çözümsüzlük var dediğimizin AKP’nin bir çözüm politikası olduğunu iddia ediyorum. İşte bu nedenle Türkiye Myanmar ve Sri Lanka gibi ülkelerle yan yana düşebiliyor. Kaldı ki zaman zaman bazı iktidar mensuplarının, “Sri Lanka modelini Kürt sorununa uygulayalım” dediğini de biliyoruz.
Otoriter Çatışma Yönetimi pratiğini dikkate aldığımızda benzer denebilecek bir durum şöyle yaşandı: Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, geçtiğimiz hafta terör örgütü üyeliği iddiasıyla gözaltına alındı, tutuklandı. 24 saat içinde de yerine kayyım atandı. Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan Kürtlere bir olma çağrısı yaptı, İmralı’yla bir görüşme yapıldı. Bu iki eş anlı pratik OÇY pratiğiyle uyumlu mu?
OÇY’de homojen bir yöntemler serisi yok, hibrit diyebileceğimiz yöntemler var. Otoriter devletler, bazen liberal demokrasinin araçlarına, normlarına da başvurabilir bazen de kavramları esneterek ve içini boşaltarak gayet otoriter yöntemlere başvurabilirler. İkisini beraber uygulamaları sanki bir çelişki gibi görünüyor, ancak otoriter çatışma yönetiminin ruhuna uygun bir tutum.
‘ESENYURT’A KAYYIM ATANMASI HÜKÜMETİN AKLINDAKİNİN OTORİTER ÇATIŞMA YÖNETİMİ OLDUĞUNU GÖSTERİYOR’
Kayyımlar, OÇY içindeki ekonomik otoriter yöntem açısından Türkiye’ye özgü bir yöntem. Bu çerçevede yöntem, hem hegemonik bir söylem üstünlüğü kurarak Kürt hareketinin ezilmiş ve zayıflamış olmasını hedefliyor, hem de ekonomik sömürme açısından kullanılıyor. Şeffaf olmayan yolsuzluk gibi politikalarını uygulamak için muazzam uygun bir araç oldu kayyımlar. İstanbul’da gördüğümüz son kayyım atamasını da bunun devamı olarak görüyorum. Kanımca, AKP’nin aklındakinin otoriter bir çatışma çözümü modeli olduğunu gösteriyor.
Bu nedenle muhalefet partilerinin, özellikle CHP’nin bu konuda ses çıkarması önemli. Kayyım meselesi sadece yerel demokrasiyi zedeleyen bir unsur değil, AKP bununla Türkiye’de herhangi bir barış meselesi konuşulacaksa onun çerçevesini çiziyor.
‘CHP’NİN KAYYIMA HIZLA TEPKİ VERMESİ ÖNEMLİYDİ’
Kayyım ataması sonrasında İmamoğlu bir tweet attı. Kısa süre sonra CHP’nin diğer belediye başkanları, genel başkanı ve vekiller İstanbul’da DEM Parti’nin de katıldığı bir miting düzenledi. Sanırım siz bu pratiğin doğru olduğu kanaatindesiniz?
Evet, bence kesinlikle doğruydu. Hatta geç kalınmış bir adımdı. Kayyımın bir yerel mesele olmadığı söyleniyordu, böylelikle bu netlik kazanmış oldu. Bu konjonktürde bunun daha önemli olduğunu düşünüyorum. CHP pasif kalır ve barış meselesinde kendi söylemini kurmazsa baştan kaybeder. O yüzden hızla reaksiyon verip, tepki koymak önemliydi ki öyle oldu.
‘OTORİTER HÜKÜMETLER DEMOKRASİ VE DİYALOG SÜRECİNİN KARŞI TARAFA YARADIĞINI DÜŞÜNÜR’
Raporda dikkat çektiğiniz bir diğer başlık söylemsel üstünlüğe yönelik politikalar. Bu çerçevede CHP Lideri Özgür Özel’in “Kürtlere eşit yurttaşlık vaat ediyorum” sözü nerede duruyor? Erdoğan’ın grup konuşmasında Özel’e bu konuda teşekkürü söylemsel üstünlüğü yakalama girişimi mi?
Otoriter çatışma yönetimleri açısından söylem üstünlüğü önemli, kendi çatışma aygıtlarını kullanarak siyasi söylem üstünlüğü kurmaya yöneltiyor. Bu şu demek: Otoriter hükümetler genelde şöyle düşünüyorlar. Herhangi bir demokratikleşme ve müzakere süreci olursa, diyalog süreci olursa bu karşı tarafa yarar. Kürt siyasi hareketi açısından söylersek, Kürt siyasi hareketinin sesi duyulursa bu yayılır ve siyaseten çok fazla insana ulaşır endişesiyle bunun önünü politik söylemle kesme. Müzakere süreci açısından bu uygulama, iki eşitin değil, bir tarafın güçlendiği, diğer tarafın zayıflatıldığı bir nokta demek. Buradan baktığımızda aslında Erdoğan’ın yaptığı çok tutarlı. Kaldı ki popülist liderlerde gördüğümüz demokratik normlara atıf yapan ifadeler kullanması da sürpriz değil. Aslında bu çözüm sürecinde de böyleydi. Hatırlayalım o zaman da kafalarımızı karıştıran adımlar atıldı. Müzakerelere işaret edildi, TBMM’de çözüm komisyonu kuruldu. Süreci resmileştiren bu olumlu adımların yanında tutuklamalar sürdü, Kobani eylemlerine çok sert müdahalelerde bulunuldu. Bu ikisi çelişki gibi dursa da OÇY tam da bu çelişkiyi kullanmayı sağlayan bir alet gibi duruyor ve bunu AKP-MHP hükümetinin devam ettireceğini düşünüyorum.
‘CHP’NİN EŞİT YURTTAŞLIK KAVRAMINA SAHİP ÇIKMASI ÖNEMLİ’
CHP’nin burada 2013-2015’ten çok farklı bir tutum takınması olumlu. Özgür Özel’in eşit vatandaşlık vurgusu burada önemliydi. Pasifize olup, AKP’nin yaptığı her şeye karşı çıkarız demek yerine Özel, el yükselterek eşit yurttaşlık kavramına kapı açtı. Öte yandan şöyle bir düşünce var: Sanki eşit vatandaşlık tartışılırsa CHP’nin tabanındaki ulusalcı kesimler rahatsız olur. CHP orayı kaybeder, onları ikna edemez. Bence bu doğru bir çıkarım değil, tam tersine eşit vatandaşlık gibi demokrasi ve barış inşa süreci çerçevesinde bildiğimiz konuların neyle çözüleceği bellidir. Yöntem sizin istemediğiniz bir şey olsa bile güven vericidir çünkü demokratik mekanizmayı ve çözüm yeri olarak parlamento gibi kamusal kabul görmüş alanları işaret eder. Nasıl olur eşit vatandaşlık? Yeni bir anayasa yapımıyla; eşit kamu hizmetinin sağlanması, ana dilinde eğitim hakkının tanınması gibi. Bunlara toplumun bir kısmı karşı çıkabilir, ancak bu yol ve yöntemlerin ne olduğu bellidir ve bir tartışma zemini sunar. Buradan baktığımda CHP’nin eşit yurttaşlık gibi bir kavrama sahip çıkmasının muhalefet için iyi bir hamle olduğunu düşünüyorum.
Yani bu noktada ne yapmalı muhalefet? Daha mı çok konuşmalılar?
Şu anki gündem açısından temkinli olmak anlaşılır, ancak barış inşası açısından söylemi sürdürmek, söylenene müdahale etmek, eylemde bir araya gelmek gerekiyor. AKP kendi otoriter çatışma anlayışını uzun bir süredir kuruyor. Karşı söylem kurmak için barışı ve liberal barış yöntemlerini hatırlatmaya ve pekiştirmeye ihtiyaç var. Esenyurt’ta yaşananlar bu açıdan kritikti. Ahmet Özer, bir Kürt profesör ve Kürt sorununun çözümüne katkı vermeye çalışan CHP’nin belediye başkanlarından biriydi. İşte Ahmet Özer üzerinden buradaki kent uzlaşısı hedef alındı, çünkü hükümete göre bu uzlaşı pratiği Kürt meselesi çerçevesinde kendi kurmak istediği izolasyonunu kırıyordu. Buralarda ilkeler bağlamında birleşmeye, söylem üretmeye devam etmek gerekiyor ki birbirinin siyasi seçmenine oynamaktan bahsetmiyorum.
‘ERDOĞAN’IN SÖZLERİNDEN BEN ELİMİ UZATIRSAM KARŞI TARAF TUTMAK ZORUNDADIR ANLAMI ÇIKIYOR’
Erdoğan’ın aynı konuşmasından devam edersek, Malazgirt Savaşı’ndan başlatarak Kürtler ile Türklerin kader ve tarih birliği yaptığını ifade etti. “Sevgili Kürt kardeşlerim, senden bu eli samimiyetle tutmanı bekliyoruz. Siyonist İsrail’in aparatlığını, Türkiye düşmanlığını yapanları aradan çekip çıkarmanı istiyoruz. Sevgili Kürt kardeşim, imanına, İslamına, vatanına, toprağına, kardeşlik hukukuna sahip çıkmanı istiyoruz. Gel Türkiye Yüzyılı’nı birlikte inşa edelim diyoruz” ifadelerini kullandı. Bu ifadeleri nasıl yorumlamak gerekiyor? Birlik ve kardeşlik vurgusu Kürt sorununun çözümünde nerede duruyor, bir çözüm vaat ediyor mu?
Erdoğan’ın sözlerinden şu anlam çıkıyor: Ben elimi uzatırsam karşı taraf da tutmak zorundadır. Bunun kendisi zaten çatışma çözümünün özüne aykırı bir şey. Bu eli uzatacaksın ancak kim tutmak isteyecek, karşı taraf önce bir diyalog mu isteyecek, bir mekân seçimi olacak mı? Bunlara alan açmak gerekiyor. Ve yeniden kardeşlik, milli söylem… Kürt meselesini millileştirme, içine kapatma ve içine kapandıkça otoriter yöntemlere imkan sağlayan bir döngüden bahsedebiliriz. Kardeşlik söylemi ise çokça eleştirildi. Karşıdaki muhatabı eşit bir muhatap olarak görmeyen yani eşitler arasında değil, büyük kardeş-küçük kardeş veya erkek kardeş-kız kardeş arasındaki gibi eşitlikten uzak bir vurgu var. Halbuki liberal barış projelerinde başarılı olan deneyimlere baktığımızda müzakereye işaret etmek, müzakerede eşit partnerliği kabul etmek, çatışan tarafların eşit şekilde masaya oturması önemli.
Bu masa olmadan nerede konuşulacak kısmı önemli. Gizli konuşmalarda, anlaşmalarda mı, nerede olacak? Bence kardeşlik ve milli proje söylemi kamuoyunu Kürtlere eşit vatandaşlık sağlanması söyleminden çok daha tedirgin eden bir söylem; muğlak ve belirsiz. Bu muğlak söylem üzerinden Türkiye’deki Türklere, genel olarak topluma bir korku yayıyorsunuz ve bu zorla bir rıza üretmek ya da ortak akıl oluşturmak için çok uygun bir zemin. Bunun çatışma çözümü ve barış inşası bakımından riskli olduğunu düşünüyorum. O nedenle muhalefet partileri, CHP, kayyım gibi politikalara karşı çıkarken, eşit yurttaşlık, demokratik anayasa gibi konuları gündeme getirmeye devam etmeli. Müzakere ve barış masası, hukukun üstünlüğü gibi kavramlarla çok daha uyumlu gidebilecek yöntemler.
‘KÜRTLERİ İSLAM ÜZERİNDEN BİR TALEPLERİ VARMIŞ GİBİ KONUMLANDIRMAK POLİTİK SÖYLEM ÜSTÜNLÜĞÜ YAKALAMANIN BİR PARÇASI’
Ortak kültür, ortak mutfak, ortak toprakta yaşamak uzlaşmaya zemin yaratabiliyor, ancak uzlaşma kurmaya yetmez. Siyasi uzlaşmada bunun ötesini getirmek gerekiyor. Yani Malazgirt Savaşı’na atıf yapmanın bir karşılığı orada yok. Tarih dediğimizde ortak tarih yalnızca Malazgirt Savaşı değil ki. Yani burada da üsttenci biçimde bir tarih seçimi yapılıyor ve karşı tarafın muhataplığının altı oyuluyor. Benzer bir durum İslam üzerinden yapılıyor. Kürt hareketi öyle ya da böyle Ortadoğu’daki en seküler hareketlerden bir tanesi. Oysa vurgunun İslam’da olduğunu dikkate alırsak orada yine Erdoğan’ın kendi istediği gibi bir muhataplık yaratmaya çalıştığını söyleyebiliriz. 1990’lardan bu yana Kürt siyasi partilerinin taleplerine baktığımızda bunların oldukça seküler talepler olduğunu görüyoruz. “Bizim İslam’la ilgili şu sıkıntımız var” dendiğini duymadık. Demokratik bir anayasa, ana dilinde eğitim hakkı ve yerel yönetimlerin güçlenmesini istiyoruz diyorlar. Buna karşın sanki İslam üzerinden bir talepleri varmış gibi konumlandırmak yine bu politik söylem üstünlüğü yakalamanın bir parçası. Burada bir din kardeşliği ya da din karşıtlığı üzerinden değil, karşı tarafın yani Kürtlerin ne istediğini, yasal ve anayasal taleplerini hatırlatmak, gündeme getirmek lazım.