Kübra Altaytaş: Ne kapitalizm için kredi formu yeni bir olgu, ne de insanlık için borç kavramı. Günümüz kapitalist toplumu için borç ne anlama geliyor? Geçmişten farkı nedir?
Elif Karaçimen: Değişen en büyük dinamik, borcun artık emeğin yeniden üretimi için bir zorunluluk haline gelmesi. Geçmişte de var olan borç olgusu, günümüzde çok daha derin ve yapısal bir işlev kazanmış durumda. Borç, yalnızca bireylerin istisnai durumlarda başvurdukları bir araç olmaktan çıkıp, emek süreçlerinin ve toplumsal yeniden üretimin merkezinde yer alan bir yapı taşı haline geldi. Diğer yandan, finans sermayesi açısından da borç, kâr elde etmenin yeni ve verimli bir kapısına dönüştü. Bankalar, hanehalklarının gelirlerinden faiz kazancı elde ederek kâr elde etme stratejisini benimsediler. Burada işaret etmek istediğim şey, borcu analiz ederken hem arz hem de talep tarafına dikkatle bakmamız gerektiği. Dolayısıyla, karşımıza birkaç kritik soru çıkıyor: Bankalar neden bu alana yönelmeye başladılar ve hanehalklarının krediye olan talepleri neden bu denli yükseldi?
Bu sorulara yanıt bulmak için biraz geriye gitmek, yani 2001 krizine dönmek gerekiyor çünkü esas olarak Türkiye’nin iktisadi yapısını değiştiren temel dinamikler, bu dönemde şekillendi. Türkiye, 2001 krizinden IMF programı aracılığıyla çıktı ve bu programın merkezinde sıkı para politikaları ve mali disiplin ön plandaydı. Kriz öncesinde bankalar, tırnak içinde esas faaliyetlerini yapmaktansa, yani şirketlere ve hanehalklarına kredi vermektense, yüksek faiz karşılığı kamu açığını finanse ederek önemli kazanç sağlıyordu. Yani kamu bütçesinin önemli bir kısmı, faiz ödemeleri aracılığıyla bankalara transfer ediliyordu. Bankalar ile hanehalkları arasında genişletilmiş bir borçlanma pratiği yoktu çünkü Türkiye’nin o dönemki iktisadi ortamı, yüksek faizler ve enflasyonist koşullar altında borç vermeyi çok yaygın bir uygulama haline getirmemişti.
Ancak 2001 krizinin ardından bu dengeler köklü bir biçimde değişti. Devlet borçluluğunu azaltmaya yönelik yeni ekonomik politikalar, bankaların hanehalklarına yönelmesiyle sonuçlandı. Kamu açığının azalması bankalar açısından yeni bir kâr alanı arayışını zorunlu kılarken, merkez bankasının uygulamaya koyduğu düşük enflasyon ve düşük faiz politikası, bu yeni yönelimi mümkün kılan temel faktörler haline geldi. Bankaların hanehalklarına ve şirketlere kredi vermeyi arttırması özellikle 2000’lerin başından itibaren Türkiye’nin uluslararası finansal piyasalarla artan entegrasyonu sayesinde daha da güç kazandı. Zira, uluslararası piyasalara erişim, bankaların yurtdışından daha düşük maliyetle borçlanabilmelerine ve bu sayede daha geniş bir kredi portföyü oluşturabilmelerine olanak sağladı. Dolayısıyla içinden geçtiğimiz bu süreç, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası finansal piyasalara daha fazla eklemlenmesine yol açarak, bankaların yurt içindeki borç verme kapasitesini de genişletti. Özellikle 2008 finansal krizi sonrasında, bu eğilim daha da derinleşti.
Değişen çok kritik bir diğer nokta da kredi veren ile borçlanan arasındaki ilişki biçimi. Geçmişte borç, genellikle aile üyelerinden ya da yakın akrabalardan alınan ve bir çeşit karşılıklı güven temeline dayanan bir ilişki biçimiydi. Geçmişte, böyle bir borçlanma pratiği sıradan bir durumken; günümüzde para sermayenin kendisini böylesi dayattığı bir ortamda, bankalardan kredi kullanımı sıradanlaştı. Bu süreçte, paranın faiz işlemeden ödünç alınıp verilmesine dayanan dayanışma pratikleri de çözülmeye başlıyor çünkü para sermaye genişledikçe, bu tür sosyal ilişkilere dayalı pratikleri de kendi mantığına eklemleyerek ortadan kaldırıyor. Her birimizin deneyimlemek zorunda kaldığı üzere, bankalarla kurulan ilişki, birbirine bir anlamda güvenen iki tanıdık arasındaki ilişkiden oldukça farklı. Para sermaye, dijitalleşme araçlarıyla bu ilişkiyi daha da mekanikleştirmek ve kişisel niteliğini ortadan kaldırmak için sürekli çalışıyor. Kredi sözleşmesinin borçlunun önüne getirilme biçiminden, sayfalarca hazırlanan metinlerin borçlunun okumadan imzalaması için düzenlenmesine kadar uzanan bir mekanikleşme söz konusu. Bugün, imzaladığımız kredi sözleşmelerinde neredeyse hiç okumadığımız sayfalar dolusu hüküm ve zorunluluklar bizlere dayatılıyor. Bu durum, borcun daha kişiler-arası bir ilişkiden, finansal sistemin anonim ve mekanik süreçleri içinde soyut ve tek taraflı bir zorunluluğa dönüştüğünü gösteriyor.
Dolayısıyla, borcu talep edenler açısından değerlendirdiğimizde, zorunluluk kavramına dikkat çekmek gerektiği söylenebilir gibi görünüyor.
Evet borç, günümüz koşullarında bir zorunluluk haline gelmiştir ve bunun en temel nedeni, giderek artan toplumsal yeniden üretim maliyetinin ardında kalan ücretlerdir. Neoliberal dönemin belirleyici karakteri olan piyasalaşma sürecinin hızlanması ve derinleşmesi, devletin sosyal harcamalardaki yükümlülüğünü azaltırken, hanehalklarını bu yükümlülükleri karşılamak için ek maliyetler üstlenmek zorunda bırakmaktadır. Bu toplumsal yeniden üretim maliyetlerindeki artışta, küresel tüketim kalıplarının giderek daha çok benimsenmesi de – örneğin teknoloji ve iletişim ürün ve hizmetlerinin yaygınlaşması– önemli rol oynamıştır. Böylesi yeni tüketim kanallarının hızla genişletilmesi, iktisadi politikalar açısından da kritik çünkü hükümetler de tüketimi teşvik ederek ekonomik büyümeyi sürdürebilme çabası içine girdi. Ancak bu durum, hanehalklarının borç yükünü artırarak kırılganlıklarını derinleştirmekte.
Finansallaşmış bir kapitalist sistem içerisinde bu emekçiler ve bankalar arasındaki eşitsiz ilişki giderek derinleşmekte, çünkü ilişkinin bir tarafında giderek büyüyen ve bahsettiğim gibi kendi kurallarını dayatan bir finans sermaye diğer yandan hem sosyal politikaların piyasalaşması hem de emek piyasasının güvencesizleşmesi nedeniyle yaşam koşulları giderek zorlaşan ve emeğiyle geçinmeye çalışan geniş bir kitle var.
Zorunluluk ilişkisiyle yakından bağlantılı bir diğer nokta ise bu sürecin aynı zamanda iş gücü piyasalarında yaşanan hızlı bir güvencesizleşme dalgasıyla eş zamanlı olarak gerçekleşiyor olması. Bu noktanın altını özellikle çizmemiz gerekiyor; çünkü borcun iki tarafı –para sermayesi ile emekçiler– arasındaki ilişki, giderek daha da eşitsiz hale gelmekte. Burada son derece açık ve yalın bir gerçeklik söz konusu: Borç altında olan işçiler, geçimlerini sürdürebilmek ve borçlarını ödeyebilmek için iş güvencesi ve çalışma koşulları konusunda itiraz etme kapasitelerini büyük ölçüde kaybediyorlar. Borcun kaçınılması neredeyse imkansız olan varlığı, onları sürekli bir finansal yük altında bırakıyor. Gelirlerinin bir kısmı borç ödemelerine ayrıldığından, işlerini kaybetme riskini göze alamaz haldeler. Bu durum, işverenlerinin dayattığı olumsuz koşulları kabul etmek zorunda kalmalarına neden oluyor. Borçları nedeniyle, iş değiştirme ya da hak talep etme gibi ihtimallere yönelme şansları ciddi ölçüde azalıyor; zira bankalara verdikleri taahhütler, bu tür kararları almalarını neredeyse imkansız hale getiriyor. Bu baskı, işverenler tarafından sunulan daha düşük ücretler ya da daha kötü çalışma koşullarına karşı direnç gösterme kapasitelerini zayıflatıp, emekçileri daha da savunmasız bir duruma sürüklüyor.
İlk soruya da yeniden atıfta bulunarak, içinden geçtiğimiz dönemi özgün kılan dinamiklerden birinin de bu artan eşitsizlik olduğunu söylemeliyim. Böylesi koşullar altında ana akım literatürün iddia ettiği gibi, borç sözleşmesini iki eşit arasında imzalanan bir kontrat olarak değerlendirmek mümkün değil. Yani hanehalkı borçlanması bir sanayi sermayedarının finansal kurumdan borçlanmasıyla kıyaslandığında, doğası gereği oldukça farklı bir ekonomik ve toplumsal ilişkiler ağına işaret eder. Günümüzde borçlanmanın eşitsiz doğasını anlamak için şu ayrımı yapabilmenin oldukça önemli olduğuna inanıyorum: Bankalar ve sanayi sermayedarları arasındaki ticari kredi ilişkisinde, bankalar sanayi sermayedarlarına krediyi artı değer üretiminde kullanılmaları beklentisiyle verirler. Bu anlamda faiz ödemelerinin de yaratılan artı-değer üzerinden ödenmesi beklenir. Oysa banka ve ücretli çalışanlar arasındaki kredi ilişkisinde ise, ücretli çalışanlara verilen kredi gelecekte elde edilecek gelir üzerine bir hak iddiasıdır. Bu kredinin geri ödenmesi emek gücünün yeniden üretimiyle yakından ilintilidir. Dolayısıyla, hanehalkı borçlanması toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretiminde önemli rol oynar.
Finansallaşmış bir kapitalist sistem içerisinde bu emekçiler ve bankalar arasındaki eşitsiz ilişki giderek derinleşmekte, çünkü ilişkinin bir tarafında giderek büyüyen ve bahsettiğim gibi kendi kurallarını dayatan bir finans sermaye diğer yandan hem sosyal politikaların piyasalaşması hem de emek piyasasının güvencesizleşmesi nedeniyle yaşam koşulları giderek zorlaşan ve emeğiyle geçinmeye çalışan geniş bir kitle var.
Borçlanmadaki artışın toplumsal sonuçları son derece ağır ve yeniden vurgulamakta fayda var ki, barınma ihtiyacının tamamen piyasaya terk edilmesinden kalıplaşmış gündelik pratiklere kadar toplumsal yeniden üretimin her aşamasıyla doğrudan bağlantılı. Özellikle toplumsal cinsiyet açısından düşündüğümüzde, karşımıza sayısız örnek çıkıyor. Borç yükü arttığında, ev içi emek yükü büyük ölçüde kadının omuzlarına biniyor. Haneler tasarruf yapmak zorunda kaldıkça, bu tasarrufun bedelini ödeyen de çoğu zaman kadınlar oluyor. Tüketim alışkanlıklarının yeniden şekillenmesinden, kadının hane bütçesini dengelemek adına mutfakta daha fazla zaman harcamasına kadar, borcun yükü günlük yaşamın her alanında kendini hissettiriyor. Kadınlar, bu süreçte yalnızca mali kısıtlamaların yönettiği tüketim kalıplarını ayarlamakla kalmıyor; aynı zamanda çocuk bakımı ve yaşlı bakımı gibi, toplumsal yeniden üretimle ilgili bütün yükümlülükleri de daha fazla üstleniyorlar. Borçlanma, cinsiyetçi iş bölümünün tahkim eden, kadın emeğinin görünmezliğini sürdüren ve ev içi emek yükünü daha da pekiştiren bir sistemsel mekanizma haline geliyor. Bunun yanı sıra borcun yaygınlaşması, borçlanmayı sıradan ve olağan bir durum olarak algılatmaya başlıyor—halbuki, borçlanma böylesine sıradanlaştırılmamalı. Bankalar aracılığıyla borçlandırılmak, ilk andan itibaren meşru bir süreç değil çünkü “borç” adı altında üzerimize yüklenen maliyetler gelirlerimize el konulmasından başka bir şey değil!
Barınma ihtiyacına özellikle değinelim isterim çünkü Türkiye örneğinde konut piyasası, hanehalkı borçlandırılmasının ana eksenlerinden biri haline geldi. Bir yandan da artan konut sayısına rağmen derinleşen konut krizine tanık oluyoruz. Bu durumun dinamiklerini nasıl okumak gerekir?
Bana kalırsa burada göz ardı edilmemesi gereken kritik bir faktör var: gayrimenkulün giderek bir yatırım aracı olarak görülmeye başlanması. Konut üretiminde yaşanan artışa rağmen, konutların asıl kullanım amacından çok, spekülatif yatırım amaçlı alımların yaygınlaşması, konut sahipliğinin geniş kitlelere yayılmasını engelliyor. Yani, konut sayısındaki artış, doğrudan konut sahipliğinde bir artışa dönüşmüyor çünkü gayrimenkul, bireylerin barınma ihtiyacını karşılamaktan ziyade, sermaye birikimi ve yatırım amacıyla teşvik ediliyor. Bu durum konut piyasasında spekülasyonu artırarak, fiyatların yükselmesine neden oluyor ve emekçi sınıfların konut sahibi olmasını giderek zorlaştıran bir dinamik yaratıyor. Sonuç olarak, konut üretimi artsa bile, bu durum konut sahipliği oranlarını artırmak yerine, piyasada derinleşen bir krizle karşı karşıya kalınmasına yol açıyor.
Bu dönüşümün arkasında elbette son 20 yılda uygulanan politikalar yer alıyor. 2000’li yıllarda Türkiye’de devletin artan teşvik ve yasal düzenlemeleri sayesinde sermaye giderek inşaat sektörüne kaydı ve bu sektör, özellikle 2000’lerin ilk on yılında ekonominin hızlı büyümesinde kilit bir rol oynadı. Burada inşaat sektörüne yönelen sermayenin, hem yurtiçi hem yurtdışı kredi olanaklarını kullanarak yatırımlarını artırabilmesinin önemini vurgulamak gerekiyor. Yani, konut meselesinin arz tarafı da doğrudan finansallaşma ile bağlantılıdır. Bu artan konut stokunun gerçekleşmesi, ancak talep tarafını teşvik eden bir kredi genişlemesiyle mümkün olabilirdi. Bu nedenle, konut arzını artıran düzenlemelerin yanı sıra, talebi canlandıracak adımlar da atıldı. Bunlar yalnızca konut kredisi vade ve faiz oranlarını düzenlemekle sınırlı kalmadı; örneğin, barınma ihtiyacının giderek piyasaya terk edilmesiyle, AKP iktidarı öncesinde önemli rol oynayan kooperatif gibi mekanizmalar geri plana itildi.
Öte yandan, konut piyasasındaki hızlı finansallaşma ve borçlandırma süreçlerine rağmen, Türkiye’nin konut piyasasının kendine özgü bazı kritik dinamikleri de mevcut. Örneğin, konut kredisi kullanımı Türkiye’de merkezi kapitalist ülkeler ve gelişmekte olan birçok ülkeye kıyasla görece düşük seviyede kalıyor. Ana akım değerlendirmeler, Türkiye’de sermaye piyasalarına entegre bir mortgage piyasasının yeterince gelişmemiş olmasından dolayı, mortgage temelli bir kriz riskinin düşük olduğunu savunuyor; fakat bu bakış açısı riski sadece piyasa perspektifinden değerlendiriyor. Emek piyasasının giderek esnekleştiği, güvencesiz istihdam biçimlerinin yaygınlaştığı bir ortamda, işçiler uzun vadeli kredilerinin getirdiği riskle karşı karşıya, özellikle de sürekli iş güvencesi tehdidi altında. Bu borç yükü, işçilerin işverenlere karşı pazarlık gücünü ciddi biçimde zayıflatıyor çünkü işten çıkarılmaları durumunda 10 yıllık mortgage borçlarını nasıl ödeyebilecekleri büyük bir belirsizlik yaratıyor.
Buna ek olarak, 2018’den sonra yaşanan döviz şokuna bağlı olarak daralma ve inşaat girdi maliyetlerinin artmaya başladığını da unutmamak gerekiyor. İnşaat sektörü, 2017 yılında toplam katma değerin %9.8’ini üretirken, bu katkı sonraki yıllarda hızla azaldı. Geldiğimiz noktada, 2010’ların başında kısa bir süre mümkün olan düşük faizli kredilerle ev sahibi olma imkanı da tamamen kapandı. Sistematik bir sosyal konut rejiminin yokluğunda, konut arzı piyasanın kontrolüne bırakıldı ve bu süreç konutun erişilebilirliğini daha da zorlaştırarak, derinleşen bir barınma krizine zemin hazırladı.
İnşaat sektörü bağlamında, şirketlerin finansallaşma dalgasıyla birlikte hem yurtiçi hem de yurtdışı kredi olanaklarını kullanarak nasıl yeni yatırım alanları arayışına girdiklerine değindiniz. Şimdiye kadar tartışmayı hanehalkı borçlanması üzerinden yürüttük; ancak yalnızca hanehalklarının değil, şirketlerin de borçlanma pratiklerinin belirgin bir şekilde değiştiği bir dönemden geçiyoruz. Bu bağlamda, söyleşiyi, şirketlerin finansallaşma stratejilerine ve bu sürecin etkilerine değinerek sonlandıralım mı?
Sanayi sermayesinin birçok fraksiyona bölünmüş karmaşık bir yapı olduğunu belirterek başlamamız gerek. Finansallaşmanın özellikle büyük ölçekli şirketler üzerinde daha belirgin bir etki yarattığını vurgulamak zorundayız; zira sermaye piyasalarından borçlanabilmek için belirli bir finansal kapasiteye ve teknik donanıma sahip olmak gerekli. Bu da risk yönetimi ekipleri, güçlü bir finansal altyapı vb. yetkinliklere sahip olmayı içeriyor. Bu süreçte, küçük ve orta ölçekli işletmelere baktığımızda, bu tür bir finansal kapasiteye ve teknik donanıma sahip olma gerekliliğinin uluslararası piyasalarla kredi üzerinden eklemlenmelerinde sınırlayıcı bir etki yarattığını söylemek mümkün. Türkiye örneğinde, bu boşluğu devlet müdahalesiyle kamu bankalarının doldurduğu görülüyor. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde, 2010’ların sonlarında giderek kötüleşen ekonomik koşullar karşısında kamu bankalarının kayda değer bir şekilde arttığını gösteren veriler mevcut. Bu kredilendirme, küçük ve orta ölçekli işletmeleri desteklemek amacıyla yapılmıştı. Dolayısıyla bir kredi genişlemesi söz konusu olsa da, bu süreçte devlet politikasının ve kamu bankalarının rolü daha belirleyici bir faktör haline geldi.
Tüm bu borç ilişkilerinin, küresel finansal sistemin belirleyici bir unsuruyla, yani doların küresel rezerv para birimi olarak sahip olduğu ayrıcalıklı statü ile şekillendiğini unutmamak gerekiyor. Doların bu statüsü, uluslararası ticaret ve finans üzerindeki etkisini derinleştirirken, birçok ülkenin kendi para birimlerini istikrara kavuşturmak ve dış dengesizliklerini yönetmek amacıyla dolar cinsinden varlıklara yönelmesine neden oluyor.
Büyük ölçekli şirketlere baktığımızda ise hikâye daha ilginç bir hal alıyor. Öncelikle finansallaşma döneminde Türkiye’nin de içinde bulunduğu Küresel Güney ülkelerinde şirketlerin finansal davranışlarında gözlenen en net ve çarpıcı gözlemi söyleyerek başlayayım: Son 20 yıllık dönemde özellikle büyük şirketler uluslararası piyasalardan döviz cinsinden borçlanarak bu parayı nakit ya da kısa vadeli finansal varlık olarak tutmayı tercih ediyorlar. Dolayısıyla bu süreçte şirketlerin nakit ve nakde dönüştürülebilir finansal varlıklarında ciddi bir artış gözlemliyoruz. Kapitalist bir ekonomide şirketlerin işleyiş mantığını düşünürsek önemli bir paradoksal durum var gibi görünüyor. Şirketlerin yatırım yapmak için zaten ellerinde nakit ve benzeri kaynakları varken, neden daha fazla nakit tutmak için özellikle döviz cinsinden borçlanmaya devam ediyorlar?
İlgili yazında bu durumla ilgili iki ana açıklama var. İlki, şirketlerin ihtiyati nedenlerle, yani gelecekte karşılaşabilecekleri makroekonomik risklere karşı korunmak için nakit tuttukları yönünde. Özellikle yaptıkları üretken faaliyet gereği nakit akışları düzenli değilse ya da sermaye piyasalarına erişimleri zayıfsa, bu nakit rezervleri onları güvence altına alıyor. Başka bir açıklama ise özellikle Bank for International Settlements ile bağlantılı yazarlar tarafından öne çıkarılıyor. Bu görüşe göre, gelişmekte olan ekonomilerdeki firmalar spekülatif carry trade faaliyetlerinde bulunuyorlar. Yani bu firmalar, uluslararası piyasalardan daha düşük faiz oranlarıyla borçlanıp, bu fonları kendi ülkelerinde daha yüksek faiz getirisi olan likit varlıklarda (genellikle nakitte) tutuyorlar.
İki meslektaşımla beraber, Brezilya ve Türkiye’den büyük ölçekli şirketleri incelediğimiz bir çalışma yürüttük.[1] Bu iki örnek üzerinden belirttiğim iki açıklamayı değerlendiren bir analize giriştik. Sonuçta başta paradoksal diye tarif ettiğim durumu, yani yüksek maliyetlerle (çoğunlukla yabancı para cinsinden) borçlanırken çok likit ve düşük getirili varlıkları elde tutma davranışını, aslında Türkiye benzeri ülkelerdeki firmaların küresel ekonomiye bağımlı eklemlenmeleri bağlamında anlamlandırılabileceğini gösterdik.
Sonuçlarımıza göre küresel piyasalardan borçlanabilenler özellikle yalnızca ihracat veya uluslararasılaşma yoluyla dövize güvenli erişimi olan firmalardı. Bu firmalar dolar egemenliğindeki küresel finansal piyasalarla etkileşim kuracak teminata sahip olanlardı. Örneğin Brezilya’da döviz cinsinden borçlanan firmalar büyük ölçüde enerji ve madencilik gibi geleneksel karşılaştırmalı üstünlük sektörlerinde, dövize nispeten güvenli erişime sahip olanlar arasında yer alıyor.
Yine o çalışmada şirket finansallaşması yazınında çoğu zaman göz ardı edilen bir durumu öne çıkardık. Bu da firmaların döviz kazancı olmadığı durumlarda devletin küresel finansal piyasalarla erişimde firma davranışlarını yönlendirmekte önemli rol oynadığı gerçeği. Bu rol bu ülkelerin uluslararası sistemdeki hiyerarşik konumlarına ve dolayısıyla küresel piyasalara bağımlı eklemlenmelerine bağlı olarak çelişkili bir hal almakta. Türkiye örneğinde olduğu gibi yapısal hale gelmiş ödemeler dengesi kısıtı ve ulusötesi finansmana bağımlılık nedeniyle, devlet başlangıçta büyük şirketlerin aşırı döviz borçlanmasını kolaylaştırmış ve böylece makro-finansal kırılganlıkların ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Ancak, yine sermaye hareketlerine bağımlılıktan kaynaklanan kırılganlıklar, kriz anlarında bu borçlanmayı aktif olarak sınırlamasını ve/veya hükümete güveni sürdürmek için kamu bankaları aracılığıyla müdahalede bulunmasını gerektirmiştir.
Bu bağlamda, şirket borçluluğu meselesi, bağımlı finansallaşma dinamiklerinin anlaşılması açısından son derece kritik bir olguyu temsil ediyor. Tüm bu borç ilişkilerinin, küresel finansal sistemin belirleyici bir unsuruyla, yani doların küresel rezerv para birimi olarak sahip olduğu ayrıcalıklı statü ile şekillendiğini unutmamak gerekiyor. Doların bu statüsü, uluslararası ticaret ve finans üzerindeki etkisini derinleştirirken, birçok ülkenin kendi para birimlerini istikrara kavuşturmak ve dış dengesizliklerini yönetmek amacıyla dolar cinsinden varlıklara yönelmesine neden oluyor. Bu da ülke içi dinamikleri, dolar üzerinden borçlanmaya ve dolar bazlı finansal piyasalara daha da bağımlı hale getiriyor. Dolayısıyla, konut piyasalarında varolmayan piyasa riski, bu noktada kur krizleri için son derece görünür bir hale geliyor.
[1] Bknz. Kaltenbrunner, A., Karacimen, E., & Rabinovich, J. (2023). The changing financial practises of Brazilian and Turkish firms under financial subordination, a mixed-methods analysis (No. PKWP2306).