Bu yazıyı plânladığımda henüz Hakkâri Belediyesi’ne kayyum atanmamıştı. Niyetim, AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın, partisinin istişâre toplantısının kapanışındaki konuşmasında yeni anayasa konusunu gündeme getirmesi üzerine, kamu oyunun dikkat etmesi gerektiğini düşündüğüm bâzı noktaları açıklamaktı. Yazının başlığını da, “yeni anayasa dalgası” olarak düşünmüştüm. Hem, 1982 Anayasası’nın kabûlünden bu yana zaman zaman kabarıp, sonra sönümlenen yeni anayasa arayışlarını ifâde eden bir analoji olarak, hem de bizzat “yeni anayasa” sözünü dillerinden düşürmeyen devletlûlar da dâhil bir kısım zevatın konuyu aslında hiç de ciddîye almayıp, koskoca bir toplumla “dalga geçtikleri”ni işâret etmek amacıyla.
HAKKÂRİ’DE YOK SAYILAN HALK
Vaz geçmiş değilim. Bununla birlikte, Hakkâri Belediyesi’ne kayyum atanması yeni anayasa konusunu bir anlamda gölgeleyen ciddî bir gelişme oldu. İçişleri Bakanlığı’nın konuyla ilgili açıklaması, yerel yönetimlerle merkezî devlet arasındaki ilişkileri düzenleyen Anayasa kurallarının dışına çıkıldığını açıkça gösteriyor, böylece ve bir kez daha Türkiye’nin şeklen de olsa yürürlükte olan Anayasa düzeninin ciddîye alınmadığına dâir yeni bir örnek oldu.
Anayasa (m. 127) seçilmiş belediye başkanının görevden alınması için, “görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma” açılmasından bahsediyor. Aynı ifâdeler Belediye Kanunu’nun 47. maddesinde de mevcut. Bakanlık açıklamasında, görevden alma gerekçesi olarak, 31 Mart 2014’te seçilmiş olan Hakkâri Belediye Başkanı hakkında 2014 yılında, yâni on yıl kadar önce açılmış ve hâlen kesin hükümle sonuçlandırılmamış bir dâvâ dosyasına ve “Silâhlı Terör Örgütüne Üye Olmak suçundan hakkında Hakkâri Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan ve halen devam eden soruşturma”dan söz edilmektedir. 2014 târihli dâvâ dosyasının, 2024’te seçilmiş bir Belediye Başkanı’nın “göreviyle ilgili bir suç” kapsamında olamayacağı herhâlde ortalama zekâya sâhip herkes için geçerli olması gereken bir durumdur. Bu, bir gerekçe olamaz.
Geriye, ikinci husus, yâni kısaca “silâhlı terör örgütüne üye olma iddiâsıyla açılmış ve devam eden soruşturma” kalıyor. Bu husus, 2016’da bir OHAL KHK’sı ile Belediye Kanunu’na eklenmiş olan ve sonradan TBMM tarafından kanunlaştırılmış bulunan bir maddede düzenleniyor. Bu düzenlemenin Anayasa’ya aykırı olduğu, Anayasa’da yerel yönetimlerin merkezî devlet karşısındaki özerk konumlarını ortadan kaldıran, yerel yönetim organlarını her türlü güvenceden mahrum eden bir nitelik taşıdığı açıktır. Ancak, bundan daha da dikkat çekici olan, ilgili hükmün OHAL hukukunu kalıcı hâle getirmesi, böylece yerel yönetimler üzerinde merkezî devletin -pratikte siyâsî iktidarın, yâni yürütmenin- tahakkümünü mümkün kılmasıdır.
KALICI OHAL VE KAYYUM REJİMİ ANAYASA SORUNUNUN NERESİNDE?
Hakkâri’de bir kez daha gözümüze sokulan ve devletin bir cumhuriyet olduğu yolundaki Anayasa hükmüyle taban tabana zıt bir tahakkümcülük, anayasa sorununun neresinde? Biraz geriye çekilip, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana geçen yüz yılı aşkın zaman dilimine göz gezdirdiğimizde, şu tesbite çok fazla îtiraz edilemez sanıyorum. 1920-21’de “halkın kendi mukadderâtını bizzat ve bilfiil idâresi esâsı”na dayanan yeni bir devlet kurma iddîasıyla yola çıkmış olan Cumhuriyet’in yüz yılı aşkın ömründe, olağanüstü yönetim usûllerinin uygulandığı dönemlerin büyük bir ağırlığı olduğunu görmekteyiz. (1) 1923’ten 1946’ya kadar süren, bir bakıma 1920-21’de başlamış olan “halk egemenliği” ideâlinden bir sapmayı, bir kurucu/egemen diktatörlük rejimini târif eden tek-parti rejimi. (2) “Sopalı” 1946 seçimlerinden sonra, 1950-1960 arasında tecrübe edilen ve son altı yılı (1954-60) giderek otoriterleşen bir dikta manzarası gösteren sınırlı çok partili dönem. (3) 1960-61 askerî darbe dönemi. (4) 1961-1971 arası, Türkiye’nin bilinen ölçülerde özgürlükçü demokrasiye en yakınlaştığı ve nihâyetinde bir askerî müdahaleyle sonuçlanan dönem. (5) 1971-1973 12 Mart “faşizmi”, atanmış teknokratların oluşturduğu hükûmetler ve 1961 Anayasası’nın değiştirilerek, askerî iktidarın isteklerine göre şekillendirilmesi. (6) 1973-1980, sınırlı çoğulculuk, Milliyetçi Cephe adı verilen milliyetçi-muhafazakârlık hâkimiyetinde geçen ve yoğun sokak şiddeti ve kontrgerilla cinâyetleriyle bezeli bir dönem, 1978 sonrası sıkıyönetim. (7) 1980 askerî darbesi, 1982 Anayasası’nın topluma dayatılması, 1983’teki askerî cuntanın kontrolü ve yönlendirmesi altında gerçekleştirilen seçimlerden sonra iktidarın sözde demokratik seçimlerle belirlenmeye başlanması. (8) Özal önderliğindeki ANAP’ın ikinci dönem iktidarında, yâni 1987’de Kürt illerinde îlân edilen OHAL’in ve OHAL Bölge Valiliği’nin 2002’ye kadar sürmesi. (9) 2002 sonundan bugüne de Erdoğan liderliğinde AKP iktidarı. Bu son dönemin 2016’dan bu yana gözlenen çizgisi, açık bir biçimde 1923’ten bu yana görülen sınırlı çoğulculuk ile kalıcı olağanüstü yönetim kalıbının Türkiye toplumunun mevcut özellikleri altında sürdürülmesi biçiminde ifâde edilebilir.
Özetle belirtmek gerekirse Türkiye, Cumhuriyet’in 29 Ekim 1923’teki îlânından bu yana, bir cumhuriyete yaraşır olma anlamında eşit yurttaşlığa ödünsüz bir biçimde saygı gösteren, bu anlamda özgürlükçü ve halkın kendi kendisini bizzat yönetmesi ideâline mümkün olduğu kadar yaklaşmaya gayret eden demokratik bir devlet olmayı başaramamıştır. Bu başarısızlığın zirvesi, 2016’daki OHAL döneminde çıkarılan ve “normal hukuk”un bir parçası hâline getirilen “OHAL hukuku” ile birlikte, bütün devlet gücünü tek kişide toplamaya yönelik “başkancı rejim”dir.
“YENİ ANAYASA DALGASI” MI, DALGA GEÇMEK Mİ?
Bu ortamda şimdi yeniden bir “yeni anayasa dalgası”nın eşiğinde miyiz?
Bilindiği gibi, yukarıda özetlemeye çalıştığım târih içinde, özellikle 1982 Anayasası döneminde çeşitli defâlar yeni anayasa arayışları gündeme gelmiştir. Bunlardan ilki, 1987’de, 12 Eylül darbesinden önceki dönemin siyâsî kadrolarına Anayasa ile getirilmiş olan siyâset yasaklarının kaldırılması sırasında gözlenen demokrasi talebidir. Bu, yeni anayasa değil de, anayasa değişikliği talebiydi. Ancak, bundan bir müddet sonra, 1992’den başlayarak 2000’lere kadar sürecek olan yaklaşık yirmi yıl boyunca, dalga dalga yükselen “yeni anayasa arayışları”na tanıklık ediyoruz.
Önde gelen meslek örgütleri, sendikalar, vakıflar ve dernekler de dâhil, terim yerindeyse toplumun farklı kesimlerinin sesi olma iddîasındaki kuruluşlar, Türkiye için yeni bir anayasanın nasıl olması gerektiğini ortaya koyan çalışmalar yaptılar, yayınladılar. Bunlar olurken, diğer taraftan pratik siyâsette, iktidar ve muhalefet partileri ortaklaşa bir biçimde 1982 Anayasası’nda, “demokratikleştirici” diyebileceğimiz değişiklikler gerçekleştirdiler.
En önemlilerini 1995’te, 2001’de ve 2004’te gördüğümüz bu değişiklikler, 1982 Anayasası’nı biraz demokratik bir niteliğe kavuşturuyor gibi görünseler de, Anayasa’nın temel esasları aynen muhafaza edilmekteydi. 2010’daki tartışmalı değişiklik bir yana, asıl 2017’de, OHAL devam ederken yapılan hayli tartışmalı bir oylama sonucunda kabûl edilen ve bugünkü başkancı rejimi inşâ eden Anayasa değişikliği ile bugünkü noktaya gelmiş bulunuyoruz.
Şimdi, sormadan edemiyoruz: 1982 Anayasası’nın kabûlünden bu yana geçen 42 yıla yakın süre içinde gözlediğimiz “yeni anayasa dalgaları”na bir yenisi daha mı eklenecek? Şimdiden bâzı işâretler, bu soruyu cevaplandırmamızı sağlayabilir.
Bir kere, şu hususun altını çizmeliyiz ki, “yeni anayasa” diye söze başlayanlarda yaygın olarak gözlenen bir noksanlık, “neden yeni anayasa?” sorusuna karşılık gelen bir açıklamanın olmaması veya açıklamanın yanlış olması. AKP-MHP iktidarı, yeni anayasa derken, hâlihazırdaki otoriterlik yeterli olmuyor ki, mevcut başkancı rejimi tahkim etmeyi amaçlıyor.
Ana muhalefet ise, yeni anayasa deyince “parlâmenter sistem”e geçmeyi ifâde ediyor, bir bakıma Türkiye’nin anayasa sorununu, yasama-yürütme-yargı erklerinin düzenlenişiyle ilgili bir soruna indirgemiş oluyor. Oysa, yüz yılı devirmiş bulunan Cumhuriyet’in yaygın bir biçimde olağanüstü yönetim usûllerine marûz kalmış olmasının çoktan en görmeyen gözlere dahi sokmuş olması gereken bir temel sorun var ki, o sorunu karşınıza alıp nasıl çözüleceğini ortaya koymaya yönelmeden “yeni anayasa”dan söz etmek, bugüne kadar olduğu gibi, terim yerindeyse havanda su dövmek olacaktır.
Bu sorun, Cumhuriyet’in “paradigması” olan “Türk milliyetçiliğine dayalı devlet” anlayış ve kurumlaşmasında açığa çıkmaktadır. 1924’ten bugüne, Cumhuriyet’in bütün anayasal kurgusu “milliyetçi devlet” anlayışına göre şekillenmiş, bu anlayışın zirvesi olarak da “tek millet, tek devlet” sloganıyla özetlenen bir idârî pratik kurumsallaşmıştır. Bu kuruluş temelini değiştirmeksizin, yeni bir anayasa düzeni inşâ etmek mümkün değildir.
Bu imkânsızlığın kendisini en açık ve net olarak ortaya koyduğu somut örnek ise, müesses nizâmın bir türlü doğru dürüst yüzleşmeyi beceremediği “Kürt sorunu”dur. Sorunun açılımı, son kırk yıldır defâlarca dile getirildiği hâlde bir türlü pratikte sonuç doğurmayan, merhum Demirel’in ifâdesiyle “Kürt realitesini tanıyacağız” cümlesinde gizlidir. Bu cümlenin anlamı, Kürt halkının varlığını tanımaktır. Böyle bir tanımanın içeriği ise, bir zamanlar TRT’nin Kürtçe kanalının açılması ile ilgili olarak söylendiği üzere, Kürt halkının varlığını bir “foklorik” öğe gibi görmek ve göstermek, bu anlamda “zararsız kültürel açılım”lar ile sorunu palyatif tedbirlerin kucağına bırakmak değildir.
*******
Hakkâri örneği, bize bu palyatif tedbirlerin nasıl anlamsız kaldığını tüm açıklığı ile göstermiyor mu? Türkiye için gerçekten. Eskilerin tâbiriyle “kemâl-i ciddîyetle” yeni bir anayasa talep edenlerin, bu gerçeği görmeleri, bu gerçeği dile getirmeleri ve Türkiye’nin yeni anayasasının aslında doğru anlamda “halkların demokratik cumhuriyeti”ni kuracak bir temel norm inşâ etmek anlamına geldiğini anlamaları şarttır. Bunun dışındaki her “yeni anayasa” söylemi, son kırk küsûr yıl içinde şâhit olduğumuz türden “dalgalar” yaratabilirse de özünde yeni anayasa konusunu ciddîye alan toplum kesimleriyle dalga geçmekten öte bir mânâ taşımaz, maalesef.