Günümüzün Türkiyesindeki temel politik sorun/çatışma alanlarını saymak gerekirse; ulusal mücadeleler, inanç özgürlüğü sorunu, Ortadoğu’da süren savaş, AKP’nin açık dikta rejimi kurma girişimi, kadınların erkek-egemenliğine karşı mücadelesi ve hepsinin temelindeki sömürü düzeni ilk elde sayılabilir.
Antakya/Samandağlı, kadın, Arap Alevi, HDP’li, sosyalist, Kadın Emeği Derneği kurucularından ve Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) Merkez Yürütme Kurulu üyesi Tülay Hatimoğulları’nın yaşamı ve politik faaliyeti neredeyse sayılan tüm çelişki/sorun alanlarına değiyor. Siyasi Haber olarak Hatimoğulları’na politik yaşamını ve görüşlerini sorduk:
Büyük kentlerde, üniversitelerde toplumsal hareketleri örgütlemenin ve siyaset yapmanın olanakları hiç şüphesiz daha geniş. Siz bunu taşrada yapıyorsunuz? Antakyalı bir Arap Alevi devrimci kadın olarak hangi zorluklarla karşılaştınız?
1980 darbesi solun, sosyalistlerin sesini kıstı. Çok ağır bedeller ödetti. Solun çok değerli kadroları öldürüldü. Kimi yurtdışına çıktı. Tanığıymışım gibi anlattığım darbe yaşandığında ben 3 yaşındaydım. Ama hala izleri silinmeyen ‘80 darbesinin anılarıyla değil, sonuçlarıyla büyüdük. O nedenle tanıklık etmiş gibi hissediyorum. Hatay’da 1986 yılında yeniden sol/sosyalist mücadele başladı. Ben 1993 yılında lisedeyken tanıştım mücadeleyle ve örgütlendim. O dönemde Türkiye’de liseler çok hareketliydi. Okuduğum Samandağ Lisesi de sol hareketin güçlü ve hareketli olduğu bir okuldu. Okul mevcudu binin üzerindeydi yanılmıyorsam. Ve sadece bu okulda 500 adet liseli dergisi dağıtıyorduk. Kentlilik elbette farklı sosyal ayrıcalıklar yaratıyor. Daha önemlisi ise bir şekilde ülkenin periferisinde yaşayan azınlıkların verdikleri mücadelenin merkezden duyulmaması sorunu vardı. Şimdilerde sosyal medya ve siber aktivizm her ne kadar bu işin boyutunu değiştirdiyse de hala merkez kentlerde var olan toplumsal-kültürel ortam taşrada yok.
Yaşadığımız en büyük zorluklardan biri polisin kışkırttığı aile ve mahalle müdahalesiydi. Lise 2’deydim. Öğrenci Birliğimiz adına büyük bir salon etkinliği gerçekleştirmiştik. Arapça tiyatro, müzik vs. Ertesi gün bir yığın polis evimizi bastı. Evimiz anayol üstü ve karşısında mahalle fırını var. Fırının en yoğun olduğu saatlerde (akşam üzeri) polis beni mahalleye göstere göstere gözaltına aldı. Amaç belli. Ailem üzerinde mahalle baskısı yaratmak. O dönemde çalışmalarda faal olan kadın arkadaşlara dönük sıklıkla benzer yöntemler uygulandı. Zaman zaman ailelerden şiddet gördük. Tabii mücadelemiz devam etti. Kadınlar olarak sayımız azdı. Feodal ilişkilerin yoğun olduğu bir memlekette onlarca erkek arasında kadın olarak siyaset yapmanın bedelleri ağır oluyordu. O nedenle ‘kadın mücadelesine önem vermeliyiz’ görüşünü hep vurguluyorduk.
Taşrada devrimci olmanın diğer zorluğu ise kendimizi ifade etme sorunu ve özgüven meselesiydi. Araplar olarak Türkçe’yi sonradan öğrenmiş olmak, Ankara ve İstanbul’u merkez olarak görmek bu zorlukları perçinliyordu. Bilişim teknolojisinin gelişmesi, Hatay’da üniversiteli sayısının artması bu durumu kısmen değiştirse de tamamen ortadan kaldırmadı.
Siz yıllardır taşrada tabandan bir hareket yaratıp özellikle güney halklarının sesini duyurmaya çalışıyorsunuz. Bu öykü nasıl başladı?
Daha önce ifade ettiğim gibi 80 darbesinden sonra başladı. Çukurova’ya öğrenci olarak giden Samandağlı sosyalist gençler Kürt Özgürlük Hareketi’nin gelişimini izlemiş ve etkilenmişlerdi. Bu etkiyi memleketlerine taşımak üzere bir çabanın içine girdiler. Samandağ ve Antakya’da HEP, DEP, HADEP sürecinde yoldaşlarımız aktif görev aldı. Arapça konuşmayı teşvik amaçlı kampanyalar, Arapça tiyatro ve müzik çok önemsenerek geliştirilmeye çalışıldı. Daha önce yaptığımız kültür/sanat aktivitelerini kurumsallaştırmaya karar verdik ve 1995 yılında Hatay Çağdaş Sanat Atölyesi’ni (ÇSA) kurduk. Arap diliyle sanatı geliştirmeyi ana hedefimiz haline getirdik. Çalışmalarına hala devam eden Grup Nidal ÇSA çatısında çalışmalarını geliştirdi. Ve Türkiye’de ilk Arapça albümü çıkardı. ÇSA olarak köy ve mahalle turneleri düzenleyerek kitlelerle sık sık buluştuk. Düğünlerde halkoyunları ve müzik yaptık. Yine aynı dönemde Güney Uyanış Gazetesi’ni çıkardık. Adana, Mersin, Hatay’da yoğun olarak dağıtılıyordu. Halk çok sahiplendi. Çünkü kendinden bir parça olarak gördü. Hatay ve Arap Alevilerin tarihi üzerine o dönem için oldukça cesur yazılar yazıldı.
Bu süreçte Kürt Özgürlük Hareketi’nden ağzı yanan devlet, geliştirdiği özel harp yöntemlerini Arap Alevilere karşı da kullandı. O dönemlerde Hatay’da adı konmayan bir OHAL uygulaması vardı. DEP İlçe Başkanı Mehmet Latifeci ve babası yerel işbirlikçiler tarafından öldürüldü. Kurumlarımız her gün basıldı. Yoldaşlarımız günlerce işkencede kaldı. Hiç unutmam, ben ve Grup Nidal’in solisti Belgin arkadaşla Antakya’ya gidiyorduk. Polis dolmuşu durdurdu. Bizi gözaltına aldı. Grup Nidal’in demo kasetleri vardı bizde. ‘Kürtler yetmiyor gibi bir de siz çıktınız başımıza’ deyip kasetleri kafamızda kırdılar.
Şimdi baktığımızda ödenen bedellerin karşılığını kısmen de olsa görüyoruz. Artık sayısız Arapça tiyatro, müzik yapan gruplar var. “Arapça utanılacak dil değil, onur duyulacak anadilimizdir” algısı toplumda gelişiyor. Arapçaya ciddi bir geri dönüş var. Bu büyük bir mutluluk bizim için.
Bir kadın olarak politik faaliyetinizde ne gibi zorluklarla karşılaştınız ve hala karşılaşıyorsunuz?
Yukarıda biraz bahsettim. Taşrada kadın olmanın zorlukları çok. Aslında Türkiye’de zor. Devrimci, Kadın, Arap, Alevi. Bu “dört öteki” Türkiye’de resmi ideolojinin asla kabullenmeyeceği öğelerdir. Mücadelemizin ilk yıllarında kadınları “namus” kavramı üzerinden baskılamaya çalıştılar. Erkeklerle toplantılara katılmak ayıplanıyordu. Bir kadın olarak gözaltına alınmak “namus elden gitti” şeklinde yansıtılıyordu. Kadın olarak sahneye çıkmak “ayıplı kadın” olmak anlamı taşıyordu. Fakat zamanla toplumun algısı çok değişti. Verilen mücadele daha da saygı görmeye başladı. AKP’nin kadın bedeni üzerinden geliştirdiği politikalar birçok kesimde olduğu gibi Arap Alevi kadınlarda da tepki yarattı. Mücadelenin meşrulaşmasında bu dönemin siyasal etkileri göz ardı edilemez. Sol/sosyalist ve bağımsız kadın örgütlenmeleri zaman zaman güçlendi, zaman zaman zayıfladı ama hiç kesintiye uğramadan devam etti. Her şeye rağmen kesintisiz örgütlenme yukarıda ifade ettiğimiz siyasal zeminle buluşunca mücadele eden kadınlara daha çok saygı duyulur oldu.
Okurlarımızın belki de yanıtını en çok merak edeceği soruyu soralım: HDP içinde çalışıyorsunuz. HDP’nin Güney halklarını temsil ettiğine inanıyor musunuz? Açıkçası, tabanında ağırlığı Kürt halkının oluşturduğu bir partinin, özellikle Arap Aleviler, Hristiyanlar ve Güneyin diğer azınlık gruplarının haklarını layıkıyla savunabileceğini düşünüyor musunuz?
Güney bölgesinde yaşayan Arap Aleviler/Hristiyanlar 1920’lerden itibaren Adana ve Mersin’de, 1930’lardan sonra Hatay’da yoğun bir şekilde asimilasyon politikasına maruz kaldı. Resmi ideoloji bölge halkıyla “Sünnilik” ve Sünni Araplık üzerinden bağlar geliştirip, kimliklerini unutturmaya çalıştı. 1915 soykırımını yaşayan Ermenilerin durumu ise ortada. Güney bölgesinde sayıları epey azaldı. Ulus devlet inşasında hızlı yol almayı görev edinen Türkiye, Osmanlı’dan kalan farklı etnik ve dinsel grupları hızla dönüştürme projeleri geliştirdi. Dönemin tek partisi, olan CHP halka empoze edildi. O gün bu gündür Türkiye’de yaşayan Alevilerin siyasetteki güvenli limanı “laik CHP” oldu. CHP’nin laikliği de uydurma, bu ayrı bir tartışma konusu, ama CHP ulus devletin inşasında önemli görevler aldı. Bu güne kadar sayıları az da olsa Meclis’te Arap Alevi milletvekilleri oldu. Ama hiçbir zaman Arap Alevilerin taleplerini Meclis’e taşımadılar. Çünkü bu toplumun kendi kültürüyle, dini ritüelleriyle varlığı onları ilgilendirmemiş, ilgilendirmeyecek gibi de görünüyor. 1970’li yıllar itibariyle çiftçilerin ocağını söndüren neo-liberal sömürü politikaları öncelikli olarak Güney halklarını etkilemiştir. Sonrasında Arap ülkelerine göçler, Almanya’ya göç dalgaları ve hayatta kalma, karnını doyurma savaşı. Çocuklarıyla bir başına kalan kadınların feryadı.. Biz HDP’nin halkların kendi zulüm tarihlerini de görüp bilip halkların birlikte kurtuluşunu hedeflediğini biliyoruz ve görüyoruz.
Günümüzde Arap Alevileri içinde bir siyasallaşma eğilimi var. HDP ise sadece Kürtlerin değil, Türkiye’deki bütün farklı dinlerin, mezheplerin, etnik grupların temsiliyetine her alanda önem veriyor. Sadece göz ucuyla baktığınızda bile bunu rahatlıkla fark edebilirsiniz. HDP siyasetini halklar, ezilenler ve sömürülenler üzerinden kurmuştur. HDP ulusal ve inançsal taleplerin de ancak bir bütün olarak Türkiye’nin hatta bölgenin demokratikleştirilmesi temelinde hayata geçebileceğini görüyor ve savunuyor. Yine bugün -şimdiki gibi sahtesini değil- gerçek laikliği uygulayabilecek tek partidir HDP. İşte bunun için HDP Kürtlerin de, Türklerin de, Arapların da… Sünnilerin de, Alevilerin de, Hristiyanların da ortak partisidir diyoruz.
Devrimci bir kadın olarak Türkiye için nasıl bir gelecek tasavvur ediyorsunuz?
AKP Türkiye’yi ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel olarak daha da kaosa sürüklüyor. Özellikle son iç güvenlik paketiyle polis devleti kurma yolunda ilerliyor. Seçilmişlerle değil, atanmış memurlarla halkı yönetmeyi amaçlıyor. Erdoğan’ın başkanlık sistemi hayali, “tek adam” yönetimi anlamına geliyor ki; “tek” olmanın yanı sıra bir de “adam” var. Erkek egemen tekçi zihniyet daha da kurumsallaştırılmak isteniyor. Bu tablo halklardan, emekten, demokrasiden, kadın-erkek eşitliğinden, ekolojiden yana olan birey ve örgütleri ezmeyi hedefleyen bir açık dikta rejimi kurma arzusunu ortaya koyuyor.
HDP’nin Yeni Yaşam Çağrısı ise doğrudan demokrasi temelinde, halkın kendi kararlarını kendisinin vermesini, özyönetimin esas alınmasını, düşünce ve ifade özgürlüğünün gerçekleşmesini, tüm halkların kendi dillerini ve kültürlerini serbestçe kullanıp geliştirmelerini, tüm inanç topluluklarının kendi inançlarının gereğini özgürce yerine getirebilmesini, kadınlar üzerindeki erkek-egemen sistemin yıkılmasını, kadın-erkek eşitliğinin kurulmasını, emeğin örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılmasını ve emekçilerin insanca yaşama koşullarının sağlanmasını, neo-liberal vahşi kapitalist politikalara son verilmesini, sağlığın ve eğitimin ücretsiz olmasını, insan ve doğanın uyumlu birliğini savunuyor; bunları gerçekleştirmeyi taahhüt ediyor. HDP’nin öngördüğü Yeni Yaşam düzeniyle sağlayacağımız kazanımlar ise, sınırsız, sömürüsüz özgür bir dünyanın kapılarını açacak bize…
Bu tasavvurumuzu gerçekleştirmek için bize düşen de, daha örgütlü, daha kararlı, daha yaratıcı bir mücadele yürütmektir.
Yaşadığınız ve politik faaliyet yürüttüğünüz Hatay hakkında neler söyleyebilirsiniz? Suriye’deki savaşın Hatay üzerindeki etkileri neler? Ortadoğu’da nasıl bir siyasi gelecek öngörüyorsunuz?
Hatay oldukça önemli bir yer. Önemi ise; tarihi, etnik ve kültürel yapısı ile coğrafi konumundan kaynaklanıyor. Bugünkü Hatay iline denk düşen, Osmanlı döneminin İskenderun Sancağı 1. Dünya Savaşından sonra çeşitli statülerle Fransa’nın ve mandası altındaki Suriye’nin yönetiminde kaldı. Uzun süre uluslararası dengelerin pazarlık malzemesi oldu. 2. Dünya Savaşı arifesinde Fransa Türkiye’ye yanaşma eğilimine girince, diplomatik yöntemlerle adım adım İskenderun Sancağı’nı Türkiye’ye bıraktı. İlhak’ın gerçekleştiği 1939 yılından itibaren Sancak’ta yaşayan Arap Alevilerin, Hıristiyanların Türkleştirilme ve Sünnileştirilme; Sünni Arapların ise Türkleştirilme politikaları acımasızca uygulamaya kondu. Başta Arap vilayeti olan Hatay’da sınır değişiklikleri, nüfus aktarımı gibi yöntemlerle demografik yapı değiştirildi.
Hatay, Ortadoğu’ya kara ve denizden açılan bir ticaret yoludur. Bundan dolayı her dönem sömürgecilerin iştahını kabartmıştır.
Suriye ve Ortadoğu’da savaşın yoğunlaştığı bu dönemde Arap’ı, Türk’ü, Kürt’ü ile Alevi’si, Sünni’si ile yerli halk kendini güvende hissetmiyor. Hatay’da cihatçı/selefi, El Kaideci, IŞİD’ci çeteler, uluslararası gizli servis örgütleri cirit atıyor. Din tacirleri ve misyonerleri türüyor. Sıcak savaşa sınır olmanın yarattığı olumsuzluklar (güvenlik, maddi, siyasi, kültürel, sosyal vb) artıyor.
Bizler Ortadoğu’da halkların kendi kaderini belirlemesini istiyoruz. Ancak halklar devletleri aşan bir anlayış ve yaklaşımı geliştirirse yaşanabilir bir Ortadoğu olur. Ortadoğu bu güne kadar yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sömürüldüğü; işbirlikçileştirilmiş yönetimlerin kurulduğu; ihanete, entrikaya dayalı siyasetin egemen olduğu; din, mezhep savaşlarının hiç eksik olmadığı; Arap, Kürt, Türk, Fars, Ermeni, Asuri-Süryani… halklarının suni sebeplerle düşmanlaştırıldığı bir coğrafya oldu. Eğer Ortadoğu halkları bunların farkına varıp halkların dayanışmasını sağlayamaz ise daha çok kan dökülür. Bizler küçük de olsa halkların kardeşliği, özgürlüğü, eşitliği için bir katkı verebilirsek ne mutlu.