Sağırlaşmış bir toplumun içinde yaşıyoruz. Toplumu sağırlaştıran devasa bir sistem var karşımızda: çirkin, kirli, çürümüş, kokan, gürültülü bir sistem. Sistemin gürültüsü içinde sağırlaşma, sağırlaşmanın ‘dokunma’yı dışlayan yapısında yalnızlaşma…
Edip Cansever, Yalnızlık, Yenilik ve Katılaşanlar Üzerine adlı denemesinde; ‘Yalnızlık bile, başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuşuyor. Öyleyse bizim yalnızlık dediğimiz şey, bir kendini tecrit etmeden çok, kendine yönelme, kendini yakından inceleme yetisi olmalı.’ derken hayatına ve bütün şiirlerine sızmış durağanlığın oluşum nedenlerini açıklar. Yani ‘başka’larının varlığından meydana gelen yalnızlık ve beraberinde gelen hüzün bu durağanlığın hem oluşumunu sağlamakta, hem de onun varlığını pekiştirmekte. ‘Başka’ları olmadan ‘ol’amadığımız günlerden geçiyoruz, bir ihtimal ‘başka’laşıyoruz.
kendine meçhul insan
Günümüzde kitle iletişim araçlarıyla yaratılan ve toplumun her kesiminin hayranlık duyması sağlanarak dolaşıma giren ve yaşam alanı bulan değerler ortaya konmakta. Birbirinden bağımsız gibi görünen alanlarda, birbirinden ayrı yaratıldığı sanılan değerlerin etkileşime girmesiyle üretilen bütünlüklü değerler sistemi, aslen tüketim ideolojisinin oluşumuna neden olarak, insanlar üzerinde vazgeçilmez birer tiryakilik alanı yaratılmakta. Devasa bir güç karşısında güçsüz olduğunu düşünen kitleler, kendilerine önerilenleri adım adım kendileri için tanıdık kılarak, bunları kural haline getirerek yaşıyor. Bu kurallar bütününün yaygınlaşması ile birlikte, yani daha çok kişinin aşina olup benimsemesi ile birlikte, tüketim ideolojisine ait her bir tema kendisine meşruluk zemini buluyor. Bu meşruluk zemini üzerinden yaratılan, bu meşruluk zeminini yaratan insan tipolojileri ‘hep daha fazlasına sahip olduğunda’ tüm sorunların çözüleceğine, anlamlandıramadığı kendisine dair problemlerin de ortadan kalkacağına inandırılmakta. Bu inandırma süreci elbette metanın üretiminden, kitle iletişim araçları yoluyla dolaşıma giren sosyal psikoloji, sinema, müzik, edebiyat, sanat…vs ile profesyonelleşmiş kadroların yürüttüğü bir dizi çalışmanın ürünü. ‘Anlamlı yaşam’ olarak sunulan ‘en fazlasına sahip olma’ algılayışı ile kendi yaşam dinamiklerini oluşturmaya çalışan insan, benlik, kimlik, varoluş sorunlarını öteleyen birer tüketim nesnesine dönüşüyor aynı zamanda. Sistem tarafından tüketmemiz için üretilen metaları yaşamlarımızda içselleştirerek, bu nesnelerin tüketimini ‘kimlik’ edinme alternatifleri olarak kurgulayarak aslında sistemin kendisini yeniden inşa etme sürecinin, ideolojisinin birer parçası olmaya devam ediyoruz.
Bu verili durum ile birlikte satın almak, sahip olmak, daha fazlasını edinmek toplumsal ilişkiler açısından önemli bulunan ‘güç’ün de en kolay ulaşılabilir yöntemi olarak algılanıyor. Modernizme yöneltilen eleştirilerden biri olarak da sunulan ‘bireyin olmak istediği ile olduğu kimlik arasındaki derin çelişkinin yaratılması’, kişinin kendi güçsüzlük duygusu ile birleşen kıskançlık duygusunu da beraberinde getiriyor. Toplumsal yaşamda eşitsiz ilişkiler, toplumsal cinsiyetin yarattığı eşitsizlik, sınıfsal farklılığın derinliği ile sürekli engellenen veya başarısızlığa uğrayanlar, kötü kaderin değişebileceğine inandırılıyor: Güçlü olan, ‘daha fazlasına sahip olan’. Daha fazlaya sahip olana duyulan kıskançlık. Kıskançlık duygusunu hafifletmek için ‘güç sahibi olma’ isteği. Güç sahibi olmak için tüketmek. Özgür olmayı, sorumluluk sahibi olmaktan soyutlayan anlayış, tükettikçe özgürleşeceği kanaatiyle daha fazlasını istemekte bir sakınca görmemekte.
ilgi odağı olmak ve sosyal medya
Kıskançlık, rekabet, görünme isteği, yalnızlık… Sağırlaşmaya neden olan gürültülü tüketim, hız, koşturmaca, koşarken bakmayı unutma içinde kaybolan insana, adına ‘sosyal medya’ denilen dar alanın karanlığında var olma şansı tanınmakta. Sosyal bir ortamda bulunmak, haber almak ve vermek, paylaşmak, iletişimde bulunmak önceliğinden uzaklaşılarak, bunun yerine ilgi odağı olmayı koyduğumuz için, beğenilme güdüsünün baskın hale gelmesi sonucunda her paylaştığımızın takdir görmesi, paylaşılması, yeni takipçiler getirmesi beklentisindeyiz.
Sosyal medya bugün en yakın dostlarımız da dahil kimseye çaktırmadan, tüm ikiyüzlülüğümüzle kıran kırana savaş verdiğimiz bir arena haline gerldi. Yenilen yemeklerden, gidilen yerlere; birlikte olunan insanların ‘önemli’liliğinden yapılan eylemlerin ‘değerli’liğine değin paylaşılan fotoğraflar galerisinde kendimize yön ve kişilik bulmaya çalışıyoruz. Her birimizin ‘en’ değerli bulduğu, kendinde ‘ol’duğunu farz ettiği gösteri alanı… Kimimiz bedenini sergilerken, kimimiz çocuğunun güzelliğini, karnesini, taktire şayan belgelerini; kimimiz lüks bir restorantta yediği yemeği, kimimiz mutlu aile ortamlarını, kimimiz gezdiği ülkeleri… Suruç’taki dayanışma karemizin yanında, mayolu deniz kenarı fotoğraflarımız, öte yanda kim olduğunu bilmediğimiz çocukların yoksul yüzlerine dair ‘duyarlılığımız’ı devşirdiğimiz paylaşımlarımız… Her bir paylaşımımız mutluluk ve duyarlılık katsayımızın göstergesi sanki.
Gerçek hayatta sosyal ve duygusal olarak bir seçiciliğe sahibiz. Herkesle her şeyi paylaşmıyoruz, onlar da bizimle paylaşmıyor. herkesle görüşmüyoruz ama söz konusu sosyal ağlar olunca hoşlanmadığımız durumlarda bile orada bulunmaktan, takip etmekten ve ‘sözde’ içerik üretmekten vazgeçemiyoruz. Skor takıntımızı, gerekli gereksiz her an her şeyden haberdar olma dürtümüzü yenemiyoruz. Üstelik samimiyetimizi, doğallığımızı kaybettik. Olduğumuzdan farklı davranıyoruz.
Bauman’a göre kültürün aşırıya kaçması gün be gün bireysel yetersizliklerimizi yüzümüze çarpar. Hep bir yerlere yetişiyoruzdur. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam isimli romanında kahraman C, hayatın hep kendisinin olmadığı bir yerlerde aktığı sanrısına kapılmıştır. Birileri hayatı yaşıyor, mutlu: ailesiyle, sevdikleriyle, yemeklerde, konserlerde, deniz kenarında, politik eylemlerde, okulda, işte… Bir tek ‘ben’ mutsuz, yalnız, terk edilmiş, görülmeyen… Sonrasında gelsin kıskançlık, rekabet… Oysa ister kültürel, ister ekonomik olsun günlük hayattaki bitmek tükenmek bilmeyen koşturmacanın, üretim biçimlerinin bir bitiş çizgisi yoktur. Para kazanma çabası, hiçbir zaman yetmeyen para olarak veya güzel görünme, görünür olma, ‘daha’ olma, çok, en, süper zeki, akıllı, olma, olma, ol-a-mama…olarak karşımızda bizleri bekliyor. Fotoğraf koleksiyonu, kitap koleksiyonu, diploma koleksiyonu, ünlü insanları tanıma koleksiyonu olarak tanımladığımız hayatlarımız bir prozac yakınlığında depresyona. Belki de topluca depresyon halidir bu.
Tüm yaşamın devasa bir gösteriye dönüştürüldüğü modern zamanlarda, çoğumuzun yaşamında az veya çok önemsediğimiz bir olgu olan ‘moda’; kimimiz için genel, toplumsal anlamda kabul görmüş ve büyük şirketlerin ürettiği, dolaşıma girmiş haliyle; kimimiz için ise ait olduğumuz sınıfın, grubun, çevrenin, topluluğun genel kabulü üzerinden yaratılmış ‘farklı’ modayı takip etme olarak süregiden bir nesneleşme süreci. Bauman’a göre; bilinçli yaratılan farklılık, bir baskıdan ziyade özgürlüğün bir koşulu olarak algılatılır ve yeri doldurulamazmış gibi gösterilerek tüketim düzeneğinin döngüsel akışı içerisinde aktif hale getirilir. Böylelikle kişi, belli bir yükümlülüğü yerine getirdiği taktirde farklılaşacağına inanır, farklılığı arzular hale getirilir. Bununla birlikte moda, bir onaylanma ihtiyacını karşılar, toplumsal kimliğin onaylanmasını. Kişi böylelikle bir insan topluluğunun içinde olduğunu, onun bir parçası olduğunu hisseder, moda aracılığı ile bunun belgeletmiş, tasdik ettirmiş olur.
güzelim, zekisin, başarılı
Sömestr tatiline girerken facebookta paylaşılan çocuklarımızın teşekkür ve taktir belgeleri üzerine bir şeyler söyleyerek yazıyı bitermek istiyorum. TC karşısında mücadele yürüttüğü iddiasındaki bizlerin, TC’nin kokuşmuş eğitim sisteminde taktir edilmiş çocuklarını gösteriş çerçeveli sunuma açmasından tutun da ‘en zeki’ çocuğu ben yetiştirdim projelendirmesine değin sosyalist mücadele açısından sorunlu davranışlarımız aile merkezli, ne idüğü tartışmalı başarı merkezli, gösteriş merkezli. Yediğimiz yemekleri gizli saklı yememizin öğretildiği günler geride kalmış olsa da yapıp ettiklerimizi bir düşünmekte yarar var. Çirkin ve/vaya zekası yeterli olmayanları sevmeyecek miyiz? Uzaktaki faşizme laf etmek kolay da, ya kendi içimizdeki?