Türkiye Kürdistanı’nda siyasi özerkliği fiilen geliştiren bir süreç ise Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde olumlu bir realite yaratacaktır. Ancak, AKP’ye Cemaat karşısında sunulan bu “koşullu desteğin” Türkiye’deki demokratik toplumsal muhalefet ile Kürt siyasi hareketi arasında bulunan ve bir türlü kapatılamayan açıyı genişletme yönünde etkide bulunacağı da açıktır
AKP’nin Cemaati iktidar mekanizmasından temizlemesi geçmişte karşısına aldığı güçlerin bir kısmıyla yeni bir mutabakat zemini geliştirmesine bağlı.
Bu gerçeklik, devlet iktidarının eski çekirdeği tarafından da görülüyor. “Ulusalcı” denilen politik merkezler AKP-Cemaat çatışmasını soğukkanlılıkla izliyor ve AKP’yi iktidardan indirmekten çok, AKP’yle müzakereyi öne çıkaran bir çizgi izliyor.
Yaşanmakta olan “iktidar iç savaşı”nı konum kazanmak için değerlendirmeyi yeğleyen yalnızca “Ulusalcılar” değil, Kürt siyasi hareketi de benzer bir taktikle hareket ediyor. Kürt hareketi AKP-Cemaat çatışmasını Türkiye Kürdistanı’ndaki politik ve kurumsal güç dengeleri açısından ele alıyor.
Bilindiği gibi AKP’nin diğer düzen partileri karşısındaki en önemli farkını, Kürdistan’da gerçek bir varlığa sahip tek düzen partisi olması oluşturuyordu. CHP, MHP gibi partiler Kürdistan’da tabela partileriydiler. Buna karşılık AKP Kürdistan’da gerçek bir kitle temeline sahipmiş gibi görünüyordu.
Hatta Erdoğan, AKP’nin Kürtler içerisindeki en güçlü parti olduğunu ileri sürebiliyordu.
Dışardan bakıldığında gerçeğe uygunmuş gibi görünen bu tablo, yaşanmakta olan çatışma ışığında bakıldığında hiç de AKP’nin ve Erdoğan’ın lehine olmayan unsurlarla dolu. Kürdistan’daki AKP “çoğunluğu” da yakından bakıldığında önemli ölçüde “taşeronlara” dayanıyor. AKP’nin Kürdistan’daki siyasi gücü önemli ölçüde, AKP şemsiyesi altında etkinlik gösteren Gülen cemaati, Menzil Tarikatı, irili ufaklı çok sayıdaki tarikat, Hizbullah ve diğer yerel kontrgerilla oluşumlarına dayanıyor. Erdoğan’ın Kürdistan’daki örgütü ise, çekirdek bir “işadamları” grubundan ibaret.
Dolayısıyla, AKP-Cemaat çatışmasının derinleşmesinin, Kürdistan’da AKP’nin toplumsal-politik desteğinde ciddi erozyonlar yaratacağını söyleyebiliriz.
AKP’nin Kürdistan’da Cemaat desteğini kaybetmesinin, Kürt hareketinin yerel siyaset ve iktidar odaklarındaki nüfuzunda bir genişlemeyi beraberinde getirmesi de ciddi bir olasılık. Kürt hareketinin Cemaate karşı saldırıda AKP’nin elini serbest bırakmasının, bu noktadan bakıldığında bir siyasi rasyonalitesinin olduğu su götürmez.
Örneğin, Dicle, Artuklu ve Tunceli gibi bölgedeki belli başlı üniversitelerde yönetimler neredeyse bir bütün olarak cemaatçi kadroların elinde bulunuyor. Bu üniversitelerde akademik pozisyonlarda da aynı tablo görülüyor. Bu alanda şiddetlenecek bir çatışmada cemaatçi kadrolardan boşalan yerlerin, Kürt hareketiyle daha barışık akademik kadrolar tarafından doldurulması kaçınılmaz olacak.
Diğer taraftan, AKP’nin bölgesel temelini oluşturan cemaat ve oluşumların tasfiye edilmesiyle AKP bölgede bir tabela partisine dönüşebilir. AKP’nin Kürdistan’da tabela partisine dönüşmesi ise BDP’yi bölgedeki tek gerçek siyasi kitle partisi haline getirecektir.
AKP’nin Kürdistan’da tabela partisi olması halinde “düzenin iktidar seçeneği” olarak değerinden çok şey yitireceği açıktır. Buna karşılık, karşısında rakip bir düzen partisi olmayan BDP’nin Türkiye Kürdistanı’nın siyasi özerkliği yönünde büyük bir hareket alanı kazanacağı da bir başka gerçektir.
Öcalan ve PKK’nin 17 Aralık sonrasında izlediği çizgiyi uzaktan bakarak “yıkılmakta olan AKP iktidarına Kürt payandası sunmak” olarak değerlendiren yaklaşımlar abartılı ve tek taraflıdır. Kürt hareketinin 17 Aralık’taki siyasi taktiğini “Türkiye’den” değil, “Kürdistan’dan bakarak değerlendirdiğimizde farklı sonuçlara ulaşırız.
17 Aralık’ta patlak veren iktidar içi savaş AKP iktidarında tolere edilemeyecek bir iç kanama başlatmıştır. Ulusalcılar ve Kürt hareketi, birbirlerine tamamen ters konumlardan hareketle bu iktidar içi savaşta, AKP’yi hemen yıkmak yerine iktidar alanlarını ve güçlerini geliştirmeye yönelik bir taktik izlemektedirler.
Her iki siyasi taktik de bu siyasi merkezlerin doğalarına uygundur. Ulusalcılar, yeni sömürge devletini yıkmanın değil, iktidarına yeniden katılmanın peşindedirler. Kürt hareketinin deklare edilmiş temel amacı ise yerel siyasi özerkliktir.
Her iki taktik de AKP’nin İslamoneoliberal iktidar alanını daraltıcı niteliktedir. Ancak her iki siyasi taktik de devrimci güçler açısından aynı stratejik anlamı taşımamaktadır.
Devlet iktidarının Ulusalcı merkezlere açılması, Türkiye’deki yeni sömürge faşizminin konsolidasyon süreci olarak kavranmalıdır. Ancak bu sürecin “barış” içinde, konvansiyonel bir koalisyon mekanizmasıyla yürümeyeceği aşikardır. Dolayısıyla düzen için bir siyasi istikrar düzlemi vaat etmemektedir. AKP-Ulusalcı “yumuşaması” Türkiye’nin halihazırdaki siyasi istikrarsızlığının kronikleşmesini vaat etmektedir. Bu yönüyle, yönetenlerin yönetemez olduğu Türkiye tablosunu değiştiremeyecektir.
Türkiye Kürdistanı’nda siyasi özerkliği fiilen geliştiren bir süreç ise Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde olumlu bir realite yaratacaktır. Ancak, AKP’ye Cemaat karşısında sunulan bu “koşullu desteğin” Türkiye’deki demokratik toplumsal muhalefet ile Kürt siyasi hareketi arasında bulunan ve bir türlü kapatılamayan açıyı genişletme yönünde etkide bulunacağı da açıktır.
Bu yazı Sendika.Org sitesinden alıntılanmıştır.