MAHİR SAYIN yazdı: “Mesele sadece rantlar meselesi değildir. Merkezi iktidarın elde olması bu konuda bir dengeleme imkanını faşist bloka yine de sunmaktadır. Ama 17 yıldır sürdürülmekte olan bir mit, yenilmezlik miti yıkılmıştır; ilk kez AKP ciddi anlamda seçim kaybetmektedir.”
MAHİR SAYIN
1.1.0 Faşizmin kurumsallaşması ve “beka”
AKP iktidara reform vaatleriyle geldi ve kimi liberalleri de etrafına toplayarak, Cemaat’le oluşturduğu ittifak çerçevesinde konumunu sağlamlaştırdı. Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olarak Erdoğan ABD yardımıyla ordunun geleneksel yapısının kırılmasını sağlarken 2010 Anayasa Referandumu ile kuvvetlerin tümünün denetimini ele geçirdi. Zaten yürütme ve yasama onların elindeydi. Buna yeni anayasa ile yargı ve elde edilen siyasi ve mali avantajlarla da Basın eklendi. Böylece totaliter bir rejimin oluşturulması için yeterli malzeme bir araya getirilmiş oldu. Ama bu yapı karşısında kendisi kadar güçlü bir muhalefet ile karşı karşıya idi ve bu muhalefeti etkisiz hale getirmeden varlığını devam ettiremeyeceği gibi işlediği idari, mali, siyasi bin bir türlü suçun hesabını vermekten de kurtulamazdı. Onun için kendisinin sürekliliğini sağlayacak, devlet düzeyinde olduğu kadar toplumsal düzeyde de hakimiyetini sürdürmesini mümkün kılacak, muhalefetin gücünü sistemi yeniden üretmenin aracı olarak kullanabileceği bir sisteme yönelmek zorundaydı. Devlet gücünün iktidarı korumayı sağlayamadığı yerde toplumda olan karşı enerjiyi de egemen sınıfın hizmetine sokarak şekillenen devlet biçiminin adı 1923’den beri faşizm olarak konuldu.
Henüz sistem proletarya tarafından ortadan kaldırılma tehdidiyle yüz yüze gelmemiş iken faşizmin sistem açısından bir ihtiyaç olarak görülmesi faşizmin tanımı gereği söz konusu değildi. Ama 31 Mart Seçimleri’nde dillendirildiği biçimiyle bir “beka” sorunu ortaya çıkmıştı. AKP kendi ahbap çavuş ekonomisi çerçevesinde yasa dışı yollarla yeni bir burjuvazi üretirken ağır suçlar işlemiş ve bunlarda sadece içerde değil dışarda da kendisini tehdit eden geniş çaplı bir düşman kitlesi yaratmıştı. Tam bu dönemde Genişletilmiş Ortadoğu Projesi bitmiş ve RTE’nin bölgesel hegemonya hevesleri ABD ve AB duvarına olduğu gibi, Rusya’ya da çarpmıştı. Bu durum esasında RTE’yi iktidardan etmeye yetecek kadar çok iç ve dış çelişkiyi barındırmaktaydı ama RTE büyük güçlerin bölgedeki oyunlarının yarattığı dengeden yararlanarak, Rusya’ya istediklerini sunarak yeni bir destek ve hayatta kalma imkânı buldu. Bu yeni konjonktüre uygun olarak da Cemaat ve liberallerle olan ittifaka son verip, daha önce çatışmakta olduğu MHP ve Ergenekoncularla faşist bir koalisyon oluşturdu. Bu durum eski düşmanlar için de bir kurtuluş yoluydu. MHP muhalifler tarafından ele geçirilmek üzereydi ve Bahçeli “beka” sorunuyla yüz yüzeydi; Ergenekoncular ise zaten hapislerde sürünmekte olduklarından kendilerine uzanan iktidar eli “beka”dan öteye bir yeniden doğuş imkanıydı. Böylece faşizmin ortaya çıkış temelleriyle alakası olmasa da onun yapısallığını benimseyen bir koalisyon ortaya çıktı. Ama koalisyonun kendi iç çelişkileri ve karşısındaki muhalefetin gücü yanında uluslararası çelişkiler faşizmin ilerleyişine “kurbağayı ona fark ettirmeden azar azar ısıtıp pişirme” meselinde olduğu gibi tedrici bir karakter verdi. Faşist blok “Allah’ın Lütfu” olan 15 Temmuz denetimli darbe girişiminin ardından gerçekleştirdiği ve 16 Temmuz Darbesi’yle kurumsallaşmada önemli bir eşiği aşmayı başarsa da muhalefeti susturma şansını elde edemedi. Adım adım kurumsallaşmaya devam etmek zorunda kaldı. Can alıcı mesele hala yapılmak zorunda olan genel ve yerel seçimlerdi. Gelişen krizin korkusu altında ve yerel seçimleri de garanti edebilmek amacıyla genel seçimler erkene alındı ve faşist blok genel seçimlerde elde ettiği başarıyla yerel seçimleri de garanti ettiğini düşünerek, 2023’e kadar faşist diktatörlüğün kurumsallaşmasını tamamlayabileceğini hesapladı. Devlet imkânlarının elde olması ve oluşturulan faşist yapılanmalar sayesinde yerel seçimlerde muhalefeti bir kez daha alt ederek, oluşturdukları yenilmezlik mitini pekiştirip faşist diktatörlüğü kesin egemen kılabileceklerine güvenmekteydiler. Ama bu noktaya gelebilmek için de seçimlerin yapılması gerekliydi. Önceki seçimlerden elde edilen deneylerle birbirine yakın güçte olunan yerlerde seçimin nasıl kendi lehlerine sonuçlandırılacağını artık çok iyi biliyorlardı. Bu güvenle de önceki seçimlerde yaptıkları her türlü melaneti hayata geçirip muhalefeti sandığa gömeceklerine emin olarak seçim kampanyasını, muhalefeti sindirme kampanyası olarak yürüttüler.
1.2.0 Faşizme karşı ortak mücadele
Yaşanan tecrübelerin ortaya koyduğu dersler, faşist diktatörlükler bir kez egemen olduktan sonra artık iktidardan normal yollarla uzaklaştırılmalarının imkansız olduğunu anlatıyordu. İktidardan uzaklaştırılmaları, tüm antifaşist güçleri kapsayan geniş bir cephe, militan mücadele, uluslararası konjonktürün uygunluğuna bağlı oluyor, hatta klasik örneklerinin başına geldiği gibi bir uluslararası savaş aracılığıyla ancak sökülüp atılabiliyorlardı. AKP’nin yarattığı faşizm tehdidi başından beri böyle algılanmadı. Liberal bir İslami görüş, hatta askeri vesayeti ortadan kaldıracak elverişli bir vasıta, Cumhuriyet mirası üzerinde fazla barınamayacak bir siyasal akım olarak görüldü. Bunun içindir ki, askeriyeyle olan çatışması rahatlıkla demokrasi lehine bir faktör olarak değerlendirilerek kimilerince desteklendi, kimilerince de 2010 Anayasa Referandumu’nda olduğu gibi boykot taktiğiyle kredilendirildi. Sonraki yıllarda ona karşı mücadele birleşik bir antifaşist mücadelenin zorunluluğu temelinde değil, sanki her şey parlamenter rejim çerçevesinde normal akıyormuş gibi görülerek ele alındı. Özellikle Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP bu konuda muhalefeti yatıştırıcı rol oynayıp ve birçok durumda da iktidarın ihtiyaç duyduğu destekleri sağlayarak bu faşist ilerleyişin bir anlamda destekçisi oldu. Halbuki, bütün dünya deneyleri faşizme karşı birleşebilecek bütün güçleri zaman geçirmeden bir cephede birleştiremeyenlerin bunun cezasını onlarca yıl süren faşist diktatörlükler olarak gördüklerini bize anlatmaktadır. Ne var ki, Türkiye deneyinde askeri diktatörlüklerin faşizm zannedilmesi ve onların birkaç yıl sonra iktidarı sivillere devretmelerine bakarak bu iktidarın da çok geçmeden ve seçimler aracılığıyla yerini bir başka partiye bırakacağının beklenmesi, kimsenin kimseye herhangi bir tavizi vermesine gerek kalmadan, sekterizmin ifadesinden başka bir şey olmayan “ilkelere sıkı sıkıya sarılarak” ilerleme rahatlığı her şeye hakim oldu. Böylece faşist blok, her defasında karşısındaki muhalefetin parçalılığından yararlanarak kendisine seçimler aracılığıyla onay üretti.
Kuşkusuz AKP’nin ve etrafında oluşturduğu faşist blokun bu başarısında 2008 krizinin yarattığı uygun ekonomik koşulların katkısı da büyük olmuştur. Krizi aşmak için yaratılan ucuz kredi bolluğu AKP’nin 2009 dışında ciddi bir sıkıntıya uğramasının önüne geçmiş ve ideolojik hegemonyasının yanında etrafında geniş bir rantçı kesimi korumasını sağlamıştır. Ama bu yaptıkları aynı zamanda onların ideolojik hegemonya geliştirmelerinin önündeki önemli engellerden birini oluşturmuştur. Bir zamanların ideal söylemleriyle beslenmiş olan insanlar bal tuttukça yaladıkları parmaklarının tadına doyamayıp bal küpünü avuçlamanın peşine düşmekten kendilerini alamamışlar ve kısa zamanda “allah, din, iman, takva, ahlak, dürüstlük” gibi ne kadar kavram varsa hepsi menfaat elde etme kriterine göre değişikliğe uğramaya başlamıştır. Bunun için RTE bunca uğraşa rağmen arzuladığı o “dindar ve kindar toplumu” yaratamadığından şikayet etmeye başladı. Ama balığın baştan, kendinden, Bilal’den, Burak’tan, Berat’tan kokmaya başladığını herkes görüyordu. O zaman Reis yapıyorsa herkesin yapması da mubahtır fetvası kendiliğinden çıkmış oldu. Ortada ahlak diye tepinen bir harman ahlaksız kaldığını herkes görmeye başladı.
Aslında bu nokta birleşik antifaşist güçlerin karşı hegemonyayı geliştirebilecekleri uygun bir momenti oluşturmaktaydı. Ne var ki, CHP içindeki kimi demokratların dışındakilerin bu taraklarda hiçbir bezi yoktu. Onlar “yurt dışına niye az asker sevk ettiniz?” diye iktidarı zor durumda bırakacaklarını, AKP’den daha anti-Kürtçü görünüp, dokunulmazlıkların kaldırılmasında AKP’den de daha cabbar olduklarını göstererek AKP tabanından oy devşirebileceklerini, AKP’nin oynadığı darbecilik oyununa, “Yenikapı ruhu”na katılarak o kitleye sempatik görünebileceklerini düşünmekteydiler. Elbette böyle bir bakış açısı içerisinde olanlarla aklı selim çerçevesinde ortak bir anti faşist cephenin oluşturulması olanaklı değildir. Ama birçok durumda tarihsel deneyler nasıl davranılması gerektiği konusunda zengin dersler aktarırlar. Çan Kay Şek 10 yıl boyunca kitleler halinde komünist katletti. Japon işgaline rağmen komünistlerle bir araya gelmekten uzak durdu, düşmanlığını sürdürdü. Ne zamanki bir savaş baronu tarafından esir edildi ve Mao kendisini bu esaretten kurtarıp masa başına oturttu, işte ancak o zaman Japonlara karşı birlikte savaşmayı kabul etmek zorunda kaldı.
1.2.1 31 Mart ve doğru stratejik hedef
CHP’nin sağa yanaşarak, sağ söylem geliştirerek AKP ile mücadele etme planı, şoven milliyetçiliği, sınıf hareketine olan uzaklığı onu hep ittifaklarını kendi sağında aramaya itti ve nihayet böyle bir müttefiki İYİ Parti şahsında buldu ve HDP’ye olan çizgisini kalınlaştırdı. Onların ne yaptığı yerine kendisinin ne yapması gerektiği üzerine düşünen HDP ise kendi stratejisini bağımsız biçimde, antifaşist, anti-sömürgeci mücadele temelinde tespit etme yoluna gitti ve stratejisini “Kürdistan’da kazanmak, Batı’da AKP-MHP’ye kaybettirmek” olarak belirledi. Bunun için her iki tarafta da ittifak politikası için muhataplar aradı. Kürdistan’da bu davete icabet edenlerle ortak bir mücadele hattı üzerinde bir araya gelindi ve gerçekten de, oylar bir miktar azalmış olsa da kayyımlarla el konulan belediyeler yeniden geri alındı. Bundan sonra ne olacağı elbette tartışmalı ama yığınların faşist hükümet politikalarına karşı gösterdikleri red tutumu mücadele zemininin bir kez daha sağlamlaştırılması anlamına gelmiştir. Faşist blok “terörizmi, HDP’yi gerilettik” demeye yeltense bile, atılacak gayrı meşru adımlar yığınların nefret duvarına çarpacaktır. Dün kayyımlara karşı sokağa dökülmeyen halk bu kez onlara hak ettikleri dersi verecektir. Tartışılacak muhtelif noktalar (Dersim, oyların kimi yerlerde azalması vb.) olsa da stratejinin “Kürdistan’da kazanmak” kısmı başarıyla gerçekleştirilmiştir diyebiliriz.
Stratejik hedefin ikinci kısmını oluşturan “Batı’da AKP-MHP’ye kaybettirmek” de esas itibariyle gerçekleşmiş bulunuyor. Faşist blok İstanbul-Ankara-İzmir yanında belli başlı büyük kentlerin çoğunda kaybetmiştir. AKP’nin kaybettiği her yerde HDP kitlesinin aldığı tutumun belirleyici olduğuna kuşku yoktur. HDP’nin AKP-MHP’ye kaybettirme politikasını kuşkusuz taban kendi bildiği gibi uygulamıştır. Birçok yerde sandığa fire vermeden gidilmediği oy oranlarına bakıldığında görülmektedir.
2.1.0 Faşizme çelme ve halkların kazanımları
HDP’nin Batı’da uyguladığı, AKP-MHP’nin kaybetmesi politikası CHP ittifaka yanaşmamış olsa bile son derece önemliydi. HDP tabanından giden oylar olmasa idi, başta İstanbul olmak üzere birçok kentte AKP kazanacak ve yığınlar üzerinde yılgınlık, teslimiyet, kadere razı olma etkisi yaratan yenilmezlik mitinin pekiştirilmesi sağlanacak ve sahte de olsa faşist diktatörlüğün kurumsallaştırılması konusunda toplumsal onay aldıklarına dair bir malzeme oluşturacaktı.
Seçimleri Marksistler bir düzen değişim aracı olarak değil, siyasi gerçekleri açıklamanın bir imkanı ve yığınların devrim için olgunluğunun ölçüldüğü bir barometre olarak değerlendirirler. Elbette bu temel üzerinde, elde edilen başarı ölçüsünde var olan rejimi de belli politik doğrultuları benimsemeye zorlarlar. Örneğin parlamentoda savaş bütçesi oylanıyor ise onu engellemek için karşı oy kullanılmasını sağlamaya çalışırlar; ya da kazandıkları yerel yönetimler aracılığıyla (bunların geçici karargâhlar olduğunu unutmadan) yığınlara yeni toplumun ilişkileri doğrultusunda örnekler sunmaya çalışırlar. Ama bütün bunlar amaç değil, sürdürülen devrimci mücadelenin yan ürünleridirler. Bu açıdan bakıldığında HDP’nin belirlediği stratejik hedef tam olarak yerine oturmaktadır. İlk iki temel beklenti karşılanırken, rejimin belli bir doğrultuya zorlanması amacı da gerçekleştirilmiştir. Faşist diktatörlüğün ilerleyişine, ona kaybettirerek, yığınlar gözünde meşruiyet yitimine uğratarak bir çelme takmış olduk.
CHP’nin ne kazandığı değildir bizi esas ilgilendiren; AKP-MHP’nin ne kaybettiğidir. Bizim şimdiki aktüel düşmanımız iktidardaki faşist cephedir. Ona kaybettirmenin mevcut durumdaki tek yolu da ya bizim ya da millet ittifakının kazanmasıdır. Diğerleri bize doğrudan dost olmasalar da iktidardaki faşizmle rekabet ilişkisi içerisinde olmaları dolayısıyla bizim dolaylı müttefiklerimizdir. Onlar bunu öyle görmeseler de nesnel olarak durum budur. Bu nesnelliği görmezden gelerek, Millet İttifakı ile aramızda olan çelişkiyi faşist Cumhur İttifakı’nın önüne geçirmek, niyet nasıl ifade edilirse edilsin, Cumhur İttifakı’nın kazanmasına imkân sağlamaktır. Ortada üçten fazla seçenek yoktur: ya HDP ya Millet ya da Cumhur İttifakı kazanacaktır. Kazanamayacağımız yerde Millet İttifakı’na oy vermediğimiz takdirde otomatik olarak faşist ittifakın kazanmasını belirlemiş oluyoruz demektir.
2.1.1 Rantlar/haraçlar daralıyor
Neden önemlidir AKP-MHP-Ergenekon ittifakının kaybetmesi? Birincisi önemli rant alanlarının elden gitmesidir. Bu iktidarın varoluş temellerinden en önemlisini kent rantlarının/haraçlarının paylaşımı oluşturmaktadır. Bu hem ittifakın varlığının bir öğesi hem de etraflarına kazandıkları kitlenin cezbedilmesinin aracıdır. İdeolojik-politik öğe kuşkusuz çekirdek görevi gören önemli bir kesim için ilk başta gelir ama böylesine rantların paylaşıldığı bir yerde o çekirdek de kendi payının yeterince büyük olmasını bekler ve oluşturucu unsurları tatmin edilmedikleri durumda da iç sıkıntıların en önemli öğesi haline gelirler.
Rantların azalması demek herkese düşen payın da azalması anlamına gelecektir ve çevrede başlayacak olan bu çelişkilerin merkeze doğru ilerlemesi de bu varoluşun yasası gibidir. Cemaatle olan çelişkilerin ilk başladığı alan ihalelerin büyüklerini AKP’lilerin küçüklerini Cematçilerin alması olmuştur. Paylaşım sıkıntıları polisiye, askeri ve siyasi ifadeler kazanmakta gecikmemiştir. Şimdi de benzerlerinin olmasını bekleyebiliriz.
2.1.2 Amiral gemisi vuruldu
Mesele sadece rantlar meselesi değildir. Merkezi iktidarın elde olması bu konuda bir dengeleme imkanını faşist bloka yine de sunmaktadır. Ama 17 yıldır sürdürülmekte olan bir mit, yenilmezlik miti yıkılmıştır; ilk kez AKP ciddi anlamda seçim kaybetmektedir. 7 Haziran Seçimleri’nde de bir kayba uğramış ama ustaca bir manevra ile bunun altından kalkabilmiş ve “Allah’ın lütfu” olan 15 Temmuz kontrollü Darbe Girişimi’nin verdiği fırsatla da durumu yeniden lehlerine döndürebilmişlerdi. Şimdi ise top amiral gemisinin güvertesine düşmüş ve manevraya imkan vermeyecek görünen bir hasara sebep olmuş durumda.
Militanlar kazanma umudu olsun olmasın, o umudu yaratmaya da hazırdırlar. Ama yığınlar kazanma umudu olmayan ve kaybettirme ihtimali olan mücadelelere pek hevesli olmazlar. Ne var ki, kazanacaklarına dair umut ışığı yükseldiğinde kitleler bir sel haline gelir ve önüne geleni sürükleyip götürürler. Bu bizim için en önemli noktayı oluşturur. Amiral gemisinin yara aldığını gören yığınlar bundan cesaret almaya başladılar bile.
Bir çok insanın halkın uyuşukluğundan, üzerine ölü toprağı serpilmiş olmasından, Gezi’nin bir daha geri gelmediğinden şikayetci olduğunu ve hatta halktan umudunu kestiğine tanık oluyoruz. AKP’nin yarattığı ideolojik, politik ve fiili hegemonya, yığınları zarara uğrayacaklarına emin oldukları bir eyleme katılmada ciddi bir biçimde frenlemektedir. Buna CHP’nin yatıştırıcı politika ve propagandaları da eklenince, yığınlarda kazanma umudu iyice sönmekte ve dolayısıyla da mücadeleye atılmalarını ertelemekte idiler. İçleri nefretle dolsa bile bu Kürdistan’da da Batı’da da böyle idi. Seçim gibi doğrudan zarara uğramayacakları bir alanda ise yığınlar tutumlarını ortaya koydular. İlk hareketin ortaya çıkması hayati önemdedir. Bu herkesin yalnız olmadığını duyumsaması ve kendinde yeniden bir mücadele gücü bulması anlamına gelecektir. Artık bundan sonra yığınlarla olan ilişkimizde AKP ve diğer faşist ortaklarını geriletebileceğimizi, onları yerlerinden edebileceğimizi güvenle söyleyebilir militan mücadelecilik ruhunun yükselmesini sağlayabiliriz.
3.1.0 İstanbul Yerel Seçimi
Faşist blokun geneldeki gerilemesi asıl çarpıcı etkisini İstanbul’la gösterdi. Seçimi geçersiz kılabilmek, tersine çevirebilmek için abuk sabuk laflar ediyor olsalar da RTE seçimi kaybettiğini, en geniş örgüt ağı ve devlet imkanlarına sahip olmak dolayısıyla herkesten önce öğrenmişti. Mesele “nasıl edip de bu sonucu şaibe altına sokar ve buradan bir yol açarak İstanbul’u teslim etmeyiz”e geldi.
İstanbul, bütün Türkiye’yi kendisine hinterland yapmış, kendi başına bir ülke gibi ve RTE’nin yükseliş çizgisinden çıkardığı dersle “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır ya da kaybeden Türkiye’yi de kaybeder”. Kendisinin sıçrama tahtası olması hasebiyle İstanbul RTE ve partisi için realite yanında simgesel açıdan da büyük önem arz ediyor. Bunun içindir ki, donanma hala yerinde duruyor olsa da Amiral gemisi manevra yapamayacak ölçüde hasar aldı; Bunu bizim gözlemimizden çok RTE ve AKP’lilerin duygusu olarak kabul etmek gerekir. Seçimin kaybedildiğini anladıklarında gösterdikleri dengesiz davranışlar da bu manevra kabiliyetini kaybetmenin ifadelerinden başka bir şey değil.
Binali Yıldırım seçimin yapıldığı gece 3000 oy farkla kazandığını ilan edip bir de İstanbul halkına teşekkür ederken RTE, kendisinin % 35 ile Başkan olduğunu unutup, kendilerinin Artvin-Yusufeli’nde 1 oy, Muş-Malazgirt’te 3 oy, Yalova-Çınarcık’ta 16 oy gibi küçük farklarla kazandığını görmemezlikten gelip % 49 oy alan biri karşısında, “13.000 oyla seçim mi kazanılır?” gibi ahmakça bir laf edebiliyor. Ama tepeden tırnağa faydacılık, çifte ahlakçılık, takiyye ve yaptıklarının bedelinin ağırlığının altında ezilmemek için geliştirdiği kinle dokunmuş bir karakter için bunda şaşılacak bir şey yok elbette.
Uyguladıkları, seçim sonuçlarını çürütme, kargaşayı büyütme ve yeni bir seçimi zorunlu hale getirme taktiğidir. Ama bunun da pek yol olduğu söylenemez.
Önce “geçersiz oylar yeniden sayılsın”la başlayıp, daha önce muhalifleri söylediğinde dalga geçtikleri ne kadar argüman varsa ortaya yığarak nihayetinde tüm oyların sayılmasına kadar geldiler.
Ama bir mayın tarlasının ortasına geldiklerinin ve ileriye de gitseler geriye de dönseler patlamaya hazır mayınların bulunduğunu da pekala biliyorlar. Çaresizlik öylesine büyük ki, “onlar almasınlar da ne olacaksa olsun” deyip sonunu hesaplayamadıkları adımları da atmaya hazır görünüyorlar. Onların bu çaresizlik içindeki kör uçuşları muhalefetin de en kuvvetli silahı haline gelebilir.
Amiral gemisinin güvertesine düşen topun darbesiyle dengelerini kaybettiklerinden bundan sonra attıkları her adım muhalefetin puanlarını arttırmasına neden olacak. Örneğin Büyükçekmece’de başlattıkları operasyon tam anlamıyla kendileri için bir hüsran kaynağı olacak.
AKP’nin YSK Üyesi Recep Özel seçimden önce nüfus kaydırma sahtekarlıklarından şikayet edenlere karşı “Ne mükerrer seçmen ne hayali seçmen var” laflarını etmişti. Şimdi ise bu laflar ondan çıkmamış gibi "Orada, belediye tarafından müteahhitlere 50 seçmen 100 seçmen getir diyerek, böyle bir baskı kurulup, hiç konuk olmayan yerde seçmenlerin olduğu belirlendi.” demekten utanmıyor. Utanmazlar çünkü seçim kazanmak Allah rızasını kazanmak!
Ama CHP’nin yaptığı şu açıklama AKP’lilerin zırvaladıklarını açıkça ortaya koyuyor: “24 Haziran 2018 seçimlerinde Büyükçekmece’de kayıtlı seçmen sayısı 172 bin 351; 31 Mart 2019’da ise 174 bin 661. Aradaki fark sadece 2 bin 310. Bunların 760’ı ilk kez oy kullanacak gençler ve seçilen başkan da yaklaşık 4200 farkla seçilmiştir.” Artan seçmen sayısının bütünü sahte olsa bile CHP 2000 oy fazla ile kazanma durumunda. İşte böyle bir yerde polis evlere baskın yapıp “sahte seçmen” avlamaya çalışıyor. Aslında bu tutumu Kürdistan’da verilmeyen mazbatalarla yan yana koyduğumuzda devlet gücünü kullanarak kazanılan seçimleri kaybettirmek için daha neler yapabileceklerini tahmin edebiliriz.
Zaten RTE Rusya’ya giderken tüm oyların sayılması konusunda yaptığı açıklama ile İstanbul seçiminin tümünü şaibe altına sokmaya girişmiş durumda. Bu girişimlerin akla getirdiği kimi düzenlemeler yaparak seçimlerin yenilenmesini sağlamak olabilir. Ancak muhtemel bir yeni seçim tarihi 2 Haziran olarak önceden belirlenmiş durumda.
Bahçeli yerel yönetim/seçimle ilgili bir laflar etti: “İlçeler, il belediye başkanı tarafından atansın” diye. Birincisi bunu hemen uygulamaya sokup seçimi bu yeni düzenlemelerle yapmak, hem var olan Anayasa kuralını (seçimlerle ilgili değişiklikler ancak bir yıl sonra uygulanabilir) ihlal hem de RTE’nin suyu azar azar ısıtarak kurbağaya fark ettirmeden pişirme tekniğine ters düşer. Bu nedenle gürültü etsek de etmesek de tasarlanan yeni seçim elbette ki, koşulların değişimi dolayısıyla 31 Mart koşullarında olmayacaktır. Dahası, RTE 24 Haziran ve 1 Kasım seçim deneylerinden elde ettiği derslerle şimdi eksik kalan hile ayarını biraz daha yükselterek seçimi garanti etmeye bakacaktır. Bu seçimde hile yapılmadığını söylemek olanaklı değildir. Daha seçim olmadan ortaya çıkarılan seçmen kaydırma faaliyetleri bir hile tezgahının döndüğünü göstermekteydi. Ama o zaman RTE oy dengesini nasıl olduğunu bilemediği için İstanbul’daki 14 bin farkı kapatamadı; şimdi artık biliyor terazinin ibresinin ne gösterdiğini. Dolayısıyla istediği rakamın görünmesi için kendi kefesine ne kadar ağırlık koyması gerektiğini de biliyor.
Ancak RTE’nin bu hesapları da iki nedenle yeniden boşa çıkabilir:
Birincisi bu yapılan ahlaksızca müdahalenin kendi tabanında da en dış çeperdeki bir kısım insanda tepki uyandırıp tutum değişikliğine sürükleyebileceği, sandığa gitmeyen HDP seçmeninin ve başkalarının da tepkiyle İmamoğlu’na destek verebileceği;
İkincisi de aradan geçen iki ay içerisinde ekonomik durumun daha da berbat hale geldiğinin görülmesiyle kopuşların artması, muhalefetin daha militanlaşmasıdır. Zira 1 Kasım Seçimleri’nde olduğu gibi halkın güvenlik endişesini yükseltebilecek bir neden, kullanılabilecek bir bahane yoktur ve uzun zamandır ki patlıcan-mermi mukayesesi yığınların zihinlerindeki soruları arttırıp kimlik temelli tutumların ötesine geçip, sınıfsal bir motivasyon kazanarak AKP’nin devrinin dolduğu konusundaki inancı beslemektedir. Zaten RTE de genel seçimleri bunun için bir yıl önceye almış ve oradan aldığı güçle, kriz içinde boğulmadan yerel seçimleri de hükümet/devlet imkânlarıyla halletmeyi düşünmüştü. Dolayısıyla RTE bu son yaptığıyla da mayın tarlasında ileriye bir adım daha atmış ve geri dönmekle ileri gitmek arasındaki tehlike farkını ortadan kaldırmıştır. Kendisi açısından en iyisi olduğu yerde durup bir zaman daha yaşama şansını garanti etmektir.
Öyle yaptığı takdirde bata çıka 2023 tarihine kadar ilerleme şansı önünde duruyor. Ama toplumsal onayı daha fazla yitirmesi durumunda kazanma tadını almış olan muhalefetin daha militan tutumuyla yüz yüze kalıp birçok diktatörün başın gelen akıbetle karşılaşması muhtemel hale gelebilir. Bu korkuyu o her an yaşıyor ve onun içindir ki, ne olursa olsun iki gün daha fazla iktidarda kalmak için her türlü yolu deniyor. Onun içindir ki, hiç utanmadan kısa süre önce etmediği hakaret bırakmadığı kesimlerle (Putin, Ergenekon, MHP) ittifaka giriyor, canım ciğerim dediklerini (kullanışlı ahmaklar/liberaller, Gülen) düşman olarak ilan edebiliyor. Ama bütün bunların hepsi düşmanlarını artırmaktan ve ancak konjonktürel dostlar edinmekten daha başka bir şeye yaramıyor. Yarıyor tabi; Bir zaman daha iktidarda kalıyor ve bu yolla ömrünü uzatmanın, kısa vadeli de olsa, yeni imkânlarını yaratıyor. Ama deniz bitmiş görünüyor; Karadan gemileri yürütmek de Fatih’e mahsus!
4.1.0 Artık zafer umudu ve mücadele var
Mesele tek başına RTE’nin ne yapacağında değil, esas mesele onun muhtemel adımları karşısında muhalefetin ne yapacağındadır. Muhalefetin önünde iki stratejik hedef bulunmaktadır. Bunlardan birincisi AKP’ye seçim yenileme imkanı vermemek için genel bir toplumsal seferberlik yaratmak, ikincisi de bunun başarısız olması durumunda yenilenecek olan seçimi daha yüksek bir oran sağlayarak nasıl kazanılacağının hesabını yapmak.
Her iki amaca ulaşmak için de seçim öncesinde benimsenen en geniş cephe stratejisini, uygulandığından daha sağlam bir plana bağlayarak hayata geçirmek gerekir. En kötüsü olarak AKP’nin terör öğesini öne geçirmek için yapabileceği provakasyonları düşünmek gerekir. Ekonomik sorunların örtülmesine izin verecek hiçbir adım atmadan yığınların sıkıntılarının sözcüsü olmayı başardığımız ölçüde AKP Hükümeti daha fazla köşeye sıkışacak, ittifak ilişkileri onun telaşlı adımları karşısında sarsılmadan edemeyecektir. RTE şimdi sürdürdüğü dengesiz tutumlarını devam ettirdiği müddetçe kendi partisinden de sıkıntıların çıkacağına hiç kuşku yok. Kaybedilen seçimler ve ona karşı yığınları tatmin etmeyecek abuk sabuk tutumlar üçlü ittifak ilişkilerini sarsabileceği gibi parti içi çelişkileri de artıracaktır.
Bu açıdan İstanbul seçimlerinin sonuçlarının korunması için yığınların ayık tutulması, provakasyona gelmeden ama görünen tehditler karşısında da yatıştırma girişimlerine olanak tanımadan davranmak, her gün sokakta olmaya hazırlamak gerekir. Gezi günlerinin geri gelmemesi için bir neden yok: O gün Taksim’i, bugün de İstanbul’u kurtarmak için.
HDP bu seçimlerde hiçbir karşılık beklemeden, sadece faşizmi geriletme amacına yönelik olarak aldığı tutumla Türkiye Partisi olmaya aday olduğunu göstermiş ve yığınların kalbinde daha derin bir sempatiyi kazanmış bulunuyor. Yığınların taleplerine bu hat üzerinden sahip çıkmaya devam ettiğimiz takdirde, kazanacağız inancıyla harekete geçecek yığınlarla daha yakın bağlar oluşturma şansını dünden daha fazla edinmiş bulunuyoruz.
31 Mart Seçimleri’yle faşizmin dengesini bozduk; şimdi toparlanmasına fırsat vermeden itelim ki, düşsün!