SEÇTİKLERİMİZ- Son KHK ile Ondokuzmayıs Üniversitesi’nden ihraç edilen barış bildirisi imzacısı Doç. Dr. Özgür Öztürk’ün Avrupa Forum’da yayınlanan röportajı: “Gücü aşırı ölçüde merkezileştiren, denge-fren mekanizmalarını iptal eden bir tür kalıcı OHAL rejimi bu.”
Röportaj: Tolga Tören / Avrupa Forum
24 Haziran 2018 seçimleri sonrasında karşımıza çıkan fotoğraf, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin uzunca bir süredir kullandığı “yeni Türkiye” tamlamasının somutlanmasında önemli bir aşamayı oluşturdu.
24 Haziran sonrası ortaya çıkan fotoğrafın ön işaretleri nelerdi, sonuçları neler olabilir ? Bu fotoğrafı nasıl anlamak gerekli ? Ve en önemlisi, karşımızdaki “yeni Türkiye” gerçekliği ile nasıl mücadele etmeli ?
Yukarıdaki soruları Barış İçin Akademisyenler (BAK) tarafından yayımlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metninin imzacılarından olduğu gerekçesiyle, 22 Kasım 2016 tarihli Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Ondokuzmayıs Üniversitesi’nden ihraç edilen Doç. Dr. Özgür Öztürk ile konuştuk.
Devrimci Marksizm dergisinin yayın kurulu üyesi olan Öztürk’ün, Türkiye’nin kapitalist gelişme süreci, azgelişmişlik ve emperyalizm kuramları, Marksist değer teorisi gibi konularda çok sayıda çalışması bulunuyor. “Türkiye’de Büyük Sermaye Grupları / Finans Kapitalin Oluşumu ve Gelişimi” ve “Grundrisse’den Kapital’e Patikalar” (Melda Yaman ve Özgür Narin ile birlikte) başlıklı kitapları ise Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV) tarafından yayımlandı.
Tolga Tören (T.T.): 24 Haziran 2018 seçimleri sonrasında oluşan “Türkiye fotoğrafı”nı nasıl anlamlandırabiliriz? Bu fotoğraf hangi toplumsal süreçlerden, hangi köşe taşlarından sonra karşımıza çıktı?
Özgür Öztürk (Ö.Ö.): Seçim sonrasında yorumlar genellikle yeni bir rejime geçildiği konusunda birleşiyor. Fakat bu yeni rejimin ne anlama geldiği konusunda görüşler farklılaşıyor.
Dar anlamda, devlet örgütlenmesinde gerçekten de ciddi bir yeniden yapılanmanın başladığı söylenebilir. Fakat “siyasal rejim” anlamında konuşuyorsak, aslında bir süredir zaten bu yeni rejimin içinde olduğumuzu vurgulamak lazım.
Gücü aşırı ölçüde merkezileştiren, denge-fren mekanizmalarını iptal eden bir tür kalıcı OHAL rejimi bu.
Sürecin arka planında, kuşkusuz ki 2008’den bu yana etkileri yavaş yavaş ağırlaşarak devam eden küresel kriz konjonktürü var.
Kriz, devletlerin ekonomik-siyasal-ideolojik anlamda daha fazla içe kapanmasına yol açtı demek yanlış olmaz. Yeni bir merkantilizme gidildiğini düşünmüyorum, ama küreselleşmecilik akımının büyük darbe aldığı da kesin.
Bu sürece birçok ülkede “aşırı sağ” denebilecek, hatta bazıları faşizmin sınırında dolaşan iktidarların eşlik etmesi de tesadüf değil. Türkiye’de yaşananlar, ancak bu genel eğilimin bir parçası olarak anlamlandırılabilir kanaatindeyim.
Zaten Türkiye geçmişten beri dünyadaki genel eğilimlere en hızlı adapte olan ülkelerden biri olmuştur. Bu adaptasyonda 16 yıldır devam eden AKP iktidarının esnekliğinin payı kuşkusuz vardır. Fakat, 2008 sonrası konjonktürün aslında AKP’nin neoliberal muhafazakâr kimliğine daha bir uyduğu da açık.
Bence bu süreçte, AKP’nin “başarısının” en önemli ayaklarından birini yoksulluğu yönetme stratejileri oluşturdu.
Bir yandan nüfusun dörtte birine ulaşan sosyal yardımlarla, bir yandan da kredi vb. finansal sistemlere erişimi sağlayarak, Türkiye’de burjuvazi yoksulluğu yönetebileceğini gördü.
Sınıf iktidarı açısından bu çok önemli silah AKP’ye nasip oldu.
T. T.: Türkiye’deki siyasal rejim yurtiçinde ve dışında, otoriterlik, faşizm, Bonapartizm gibi kavramlar eşliğinde tartışılıyor? Adalet ve Kalkınma Partisi’nin uzunca bir süredir kullandığı “yeni-Türkiye”yi siz hangi kavram ile tanımlarsınız?
Ö. Ö.: Yeni rejimin otoriter niteliği tartışılmaz. Kanımca bu yeni rejime giden yolda işçi sınıfı sermaye karşısında etkili bir aktör yahut en azından dengeleyici bir unsur olamadığından, bu rejimi faşizm veya Bonapartizm kavramları ile düşünmek doğru olmaz.
Faşizmi genellikle sert bir sınıf savaşımı ile bağdaştırıyorum, bir anlamda devrimin mağlubiyetinin sonucu oluyor. 12 Eylül bu bakımdan faşizmin askeri diktatörlük versiyonuydu. Ama günümüzde benzer bir mücadele düzeyi yok.
Yine de, faşizmin mutlaka böyle bir bağlamda ortaya çıkması gerekmediğini de unutmamak lazım.
Yeni rejim hızla faşizme de evrilebilir. Sanırım henüz bunun sınırında duruyor. Bu nedenle de proto-faşist gibi kavramlar daha uygun bence.
Öte yandan, bu salt bir tanımlama, ad koyma meselesi değil. Faşizme karşı başka, faşist olmayan bir rejime karşı başka türlü mücadele etmek gerekir. O nedenle somut tahlil dediğimiz şeyin çok önem taşıdığını unutmamalıyız.
Her baskıcı rejim faşizm değildir, ayrıca faşizmi de uygulanan baskının derecesi ile ölçemeyiz.
Bonapartizme gelirsek, Erdoğan figürü kişisel olarak Louis Bonaparte’a benzetilebilir. Fakat benzerlik yoluyla akıl yürütmek doğru değil. Zira Bonapartizmde iki temel sınıf arasındaki pat durumu nedeniyle devletin veya bürokrasinin bir kesimini temsil eden bir aktörün iktidara kişisel el koyması söz konusu.
Kişisel iktidar anlamında kesinlikle benzerlik var, ama o kadar.
T. T.: Türkiye sermayesinin bu yeni rejim ile ilişkisini ve kendi içindeki ilişkileri nasıl anlamlandırabiliriz? Genel olarak Türkiye sermayesini yeni rejim içerisinde nerede konumlandırabiliriz?
Ö. Ö.: Türkiye sermayesinin kendi içinde birtakım tasfiyeler ve yer değiştirmeler yaşanıyor. Bu zaten her zaman olur. Siyasal iktidara daha yakın sermayeler daha fazla birikim olanağı elde eder. Ama yapının kendisi pek değişmez.
Türkiye’de büyük burjuvazinin ve finans kapitalin epey köklü bir egemenliği var. AKP bu büyük sermayenin kendi içindeki bazı çelişkilerin (laik-İslamcı gibi) bir yanında duruyor. Fakat işçi sınıfı karşısında, hatta diğer sermaye kesimleri karşısında büyük burjuvazinin tarafında durduğu da açık.
Gazeteci gözüyle bakarsanız her şey hızla değişiyor gibi. Ama daha yapısal, uzun vadeli bir perspektifle bakarsanız, ana aktörler oldukları yerde duruyorlar. Ana ilişki biçimleri değişmemiş.
T.T.: Leo Panitch ve Sam Gindin “Küresel Kapitalizmin Oluşumu” başlıklı kitaplarında küresel kapitalizmin bugün aldığı biçimde devleti analiz etmenin özel bir önemi olduğunu ifade ediyorlar. AKP’li yıllarda; ama özellikle de 2008 krizi sonrasında Türkiye’de de devletin mimarisinde önemli bir dönüşüm yaşandı. Bu dönüşümü nasıl anlamak gerekmektedir?
Ö. Ö.: Panitch ve ekibinin çalışmaları verimli bir araştırma projesi oluşturuyor. Fakat, devletin biçimine çok fazla odaklanmak suretiyle, Marksist toplumsal ontolojinin bir miktar dışına çıktıkları kanısındayım.
Üretim ilişkilerindeki dönüşümlerin devletin biçimindeki dönüşümler karşısında öncelik taşıdığını savunan klasik konuma kendimi daha yakın hissediyorum. Bir başka deyişle, biçimden önce içeriğe bakmak gerekir diye düşünüyorum. Devletin mimarisindeki dönüşümü de bu perspektiften kavramaya çalışıyorum.
Örneğin finansal kurumların ve aygıtların önem kazanması, geleneksel denge-fren mekanizmalarının tasfiye edilmesi, siyasal gücün tekelleşmesinin devletin yapılanmasına yansıması vb. süreçler, kanımca en temelde emek-sermaye ve sermaye-sermaye ilişkilerindeki dönüşümlerin sonucu.
Burada sermayenin uluslararasılaşmasını, finansallaşma denilen süreci, üretimin küreselleşmesini, esnekleşmeyi unutmamak lazım.
Buna karşılık Panitch ve Gindin, sermayenin değil devletin uluslararasılaşmasına daha fazla vurgu yapıyorlar. Bu bence Amerikan kurumsalcılığının Marksizm içindeki bir etkisi.
Kurumlar önemlidir, ama belirli bir üretim ilişkileri zemininde şekillenirler.
T.T.: Önümüzdeki dönemde öne çıkan toplumsal muhalefet dinamiklerinin hangi aktörlerden oluşacağını düşünüyorsunuz?
Ö. Ö.: Kürt siyasal hareketi önümüzdeki dönemde de muhalefet içindeki konumunu koruyacak diye düşünüyorum.
Bunun yanı sıra, yeni rejimin bir sonucu olarak özellikle CHP üzerinden demokratikleşme taleplerinin de giderek daha yüksek sesle dillendirileceği tahmin edilebilir. Esas mesele ise sosyalist hareketin ve işçi hareketinin canlanma gösterip gösteremeyeceği.
Bu yönde kimi işaretler var, fakat kısa vadede bu cenahta bir süre daha durgunluk eğilimi devam edecek gibi görünüyor.
Tabii şimdiden öngörülemeyecek bazı gelişmeler siyasal süreçleri hızlandırırsa durum değişebilir. Zira dünya genelinde de, hatta İngiltere ve ABD gibi merkez emperyalist ülkelerde de alttan alta sosyalist seçeneğin güçlendiğini görüyoruz.
Son olarak, kadın hareketinin de Türkiye’de muazzam bir potansiyele sahip olduğu kanısındayım. Kadın hareketi yakın gelecekte hiç beklenmedik sıçramalar sergileyebilir, siyasal düzlemde daha fazla görünürlük kazanabilir.
T.T.: Toplumsal muhalefetin parlementoda temsil edilen ya da edil(e)meyen dinamiklerini göz önüne aldığımızda, yeni dönemde toplumsal muhaleftin hangi talepler etrafında bir araya gelebilir?
Ö. Ö.: Demokrasi, işçi hakları, kadın hakları, Kürt hareketinin talepleri gibi konular etrafında az çok kendiliğinden gerçekleşen birliktelikler görüyoruz.
Yeni dönemde de bu türden talepler etrafında birleşilecektir diye düşünmek mümkün.
Bu birleşmeler daha kurumsal biçimler kazanırsa elbette daha olumlu sonuçlar alınacaktır.