Yazıya herkesin kullandığı genel ama doğru bir cümleyle başlayayım, 2013 Newroz’undan beri silahlarların namluları karşılıklı olarak soğuk ve bunun en büyük kazanımı da asker ya da gerilla cenazelerinin gelmiyor olmasıdır. Namluların soğuması, hele karşılıklı olarak, çözüm sürecinin selameti açısından oldukça önemlidir. Çatışmasız bir ortamda müzakere yapmak (henüz müzakere aşamasına geçilmedi) en azından maddi koşulların uygunluğu açısından bir avantajdır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki silahların ateşlenmemesi her şey değildir, ne çatışmasızlığın kendisi barış için bir teminattır ne de silahların patlamaya devam etmesi barışın önünde bir engeldir, eğer gerçekten bir barış iradesi varsa ortada. Nasıl mı? Örneğin Güney Afrika’da toplumsal barış için büyük adımların atıldığı yıllarda (1990-94) aynı zamanda direnişçilerle ırkçı yönetim güçleri arasında yoğun çatışmalar yaşanıyordu. Yaşanan bu çatışmalarda on dört binden fazla insanın öldüğü biliniyor. Bu çatışmalı ortama rağmen 1990-94 arası GA için barışın inşa edildiği yıllardı aynı zamanda. Efsanevi lider N.Mandela bu tarihler arasında (11 Şubat 1990) serbest bırakılmış ve yapılan ilk demokratik seçimlerde (27 Nisan 1994) GA başkanı olmuştu.
IRA lideri Martin Mc Guinness ve Sinn Fein lideri Gerry Adams ile Jonathan Powell aracılığıyla doğrudan görüşmelerin yaşandığı dönemde dünyanın en büyük banka soygunu yapılmıştı ve yapan IRA’ydı, ayrıca kesin bir çatışmasızlık hali de yoktu. Başka bir örnek, bizdeki barış görüşmeleriyle neredeyse eş zamanlı başlayan Kolombiya Devleti ile FARC gerillaları arasındaki görüşmeler. Kolombiya devleti ile FARC arasında şu anda devam eden bir ateşkes yok, karşılıklı olarak askeri operasyonlar yapılıyor. Buna rağmen taraflar arasında müzakere devam ediyor, hatta önemli gelişmeler yaşanıyor. Örneğin, geçtiğimiz hafta Havana’da bir araya gelen temsilciler savaş mağdurlarından özür dilediler. Bu iki örneği vermemdeki amaç, çatışmasızlık halinin her şey olmadığını göstermektir. Tekrar bizdeki sürece dönecek olursak, fiili çatışmasızlık halinin olması ise ayrıca bir avantajdır fakat bir son değil, iyi bir başlangıçtır.
Çözüm Süreci Hükümet Programında
Ahmet Davutoğlu liderliğinde kurulan 62. Hükümet programına çözüm sürecini resmi olarak dâhil etti. Programın ilgili bölümü, “61. Hükümetimiz döneminde başlatılan çözüm süreci Türkiye’nin aydınlık geleceği açısından hayati önemdedir.” Diye başlıyor ve çözüm sürecinin bir devlet politikası haline getirilmesi gerekliliğinden bahsediyor. Çözüm sürecine ilişkin yol haritası kapsamında ise “terörün bitmesi, silahsızlandırma, toplumsal hayata kazandırma ve demokratik siyasetin önünün açılması” ibareleri yer alıyor. İçişleri Bakanı Efkan Ala da çözüm süreci kapsamında yapılacakları “çekilme, silah bırakma ve dağdan ineceklere siyaset yolu” olarak özetledi. Çözüm sürecinin 62.hükümet programına dâhil edilmesi daha sonra atılacak adımların peşrevi niteliğinde ise olumludur, peşinen karşı çıkmamak lazım gelir. Ancak tek başına bu hamle hem çok yetersiz hem de güven vermeyen bir muhtevaya sahiptir. Örneğin eğer demokratik siyasete katılmadan kasıt siyasi tutsakların serbest bırakılmasını kapsamına almıyorsa ya da hareketin, Öcalan dâhil, lider kadrolarını dışlıyorsa bu ifadenin çok bir anlamı olmayacaktır. Ya da bugünkü Orta Doğu koşullarında, PKK’nin silahsızlandırılması düşüncesi, örgütün ülke sınırları dışını da kapsıyorsa (ki PKK şu anda Suriye ve Irak’ta IŞİD barbarlığının önündeki en büyük engel ve sadece Kürtler için değil diğer halk ve inançlar için de bir güvencedir) bu barışa hizmet edecek bir yaklaşım değildir. Ekim başlarında açıklanması planlanan daha kapsamlı yol haritasında nelerin olup olmayacağı sürecin geleceği açısından daha net yorumlar yapmamıza imkân sunacaktır. Sonuç olarak sürecin hükümet programına girmesi önemlidir ancak bu haliyle çok fazla şey söylememektedir. Hükümetin çözüm sürecini kısa vadeli siyasal çıkarlar (2015 genel seçimleri mesela) için mi canlı tutmaya çalıştığı yoksa çözüm iradesinde mi olduğunu önümüzdeki kısa zaman diliminde atılması gereken pratik adımlar karşısındaki tutumundan anlayacağız.
Öcalan ve Diğer Siyasi Tutsakların Özgürlüğü
Eğer çatışma çözümünden (conflict resolution) bahsediyorsak bunun en önemli ayaklarından biri çatışmanın tarafı olan örgüt lider ya da liderlerinin ve karşı tarafın elinde tutsak olan örgüt üyelerinin serbest bırakılmasının tartışılması ve bırakılmasıdır. Dünyada 35 bin olarak tahmin edilen siyasal tutsakların 12 bin kadarı Türkiye’de ve bu 12 bin tutsağın önemli bir bölümü de PKK ile ilişkilendirilmiş davalardan yatıyor. Dahası Türkiye cezaevlerinde 2 binden fazla tutsak çocuk (15-17 yaş aralığında) var ve bunların da ezici bir bölümü siyasal davalardan yargılanıyor, tahmin edebileceğiniz gibi bunların da çoğu Kürt çocukları. Adına genel af ya da her ne denecekse, barış için olmazsa olmaz adımlardan biri ağırlığını Kürt tutsakların oluşturduğu cezaevlerinin boşaltılmasıdır. Devletin cezaevlerinde tutsak olarak tuttuğu bu rekor sayının yanında bir de hakkındaki cezaların onanması ya da onanma ihtimalinden kaynaklı ülkeyi terk etmek zorunda kalan binlerce Kürt aktivist var.
Tüm bunların yanında Kürt siyasal hareketinin lideri Abdullah Öcalan 15 yıldır devletin tutsağı durumundadır. Barış görüşmelerinde Kürt siyasal hareketi tarafından tek yetkili olarak kabul edilen ve başlangıçta çekimser yaklaşımlara rağmen elan devletin de resmi olarak muhatap aldığı Sayın Öcalan’ın tutsaklığının aynı koşullarda devam etmesi çözüm perspektifini daraltan bir durumdur. Sayın Öcalan’ın bugünden yarına serbest bırakılması değil kastettiğim ancak dünya örneklerinde görüldüğü gibi eğer barışı tesis etmek gibi bir “kutsal” saikle yola çıkmışsanız ve bu barışın tartışmasız taraflarından biri Sayın Öcalan ise onu yüksek güvenlikli ve tecrit koşullarında bir ada cezaevinde tutarak bu sürece ivme kazandıramazsınız.
Güney Afrika ve Mandela Örneği
Bizdeki sürece benzer biçimde Güney Afrika’daki Apartheid (beyazların her anlamda üstün olduğu ırkçı rejim) rejimi ile Mandela arasındaki ilk görüşmeler istihbarat örgütleri aracılığıyla gerçekleşti. Görüşmelerin devam etmesiyle birlikte Mandela koşulların daha iyi olduğu bir cezaevine nakledildi. Ayrıca Mandela’nın nakledildiği yeni cezaevi (Cape Town yakınlarındaki Pollsmoor cezaevi) dışarıdan ziyaretçilere de açık tutuldu. Özellikle 1985’ten sonra birçok uluslar arası diplomat ve elçi Mandela ile temas kurdu. Aynı yıl (1985) içinde GA Başkanı Botha, Mandela’nın şiddeti kayıtsız şartsız reddetmesi halinde özgürlüğünün önünün açılabileceğini dile getirdi ancak talep Mandela tarafından reddedildi. 1980’lerin sonlarına doğru ırkçı rejimle ANC (African National Congress-Afrika Ulusal Kongresi) arasındaki çatışmalar giderek şiddetleniyordu. Dikkat çekici bir nokta, Mandela artan şiddetin görüşmeler önünde bir engel ya da görüşmelerin tıkanması ihtimalini değil barışın giderek zorunlu bir hal aldığını görmek açısından okunması gerektiğini söylüyordu. Bu nokta önemlidir çünkü bizdeki çiçeği burnunda çözüm sürecine ilişkin, özellikle medyada, patlayan bir kuru sıkının bile süreci bozacağı sürekli vaaz ediliyor.1988 yılından sonra Mandela ile Hükümet yetkilileri arasında görüşmeler hızlandı, ayrıca bu süreçte Mandela’nın yurt dışındaki ANC lideri Oliver Tobo ile görüşmesi bile (mektup aracılığıyla) sağlandı. 1988’in son aylarında Mandela’nın koşulları daha uygun (ev hapsi diyebilmeğimiz) bir yere nakledilmesi özgürlüğün çok yakında olduğunun habercisiydi. Nihayet 2 Şubat 1990’da GA’nın yeni başkanı F.W.De.Klerk Mandela ve arkadaşlarının (siyasi tutsaklar) serbest bırakılacağını ve Apartheid rejiminin temel yasalarının değiştirileceğini ilan etti. Bunun üzerine Başta ANC ve Komünist Parti olmak üzere onlarca Apartheid karşıtı örgüt ve dernek üzerindeki yasak kalktı ve 11 Şubat 1990’da Mandela’nın 27 yıllık tutsaklık dönemi sona erdi. Bu tarihten 27 Nisan 1994 tarihine (ilk defa demokratik seçimlerin yapıldığı ve Mandela’nın Başkan Klerk’in ise başkan yardımcısı olduğu seçimler) kadar ki süreç müzakerelerin derinleşmesi ve kalıcı barışın inşa edilmesi süreciydi. Tekrar edelim yazının girişinde de belirttiğim gibi 1990-94 yılları arası şiddetin en fazla tırmandığı zaman aralığıdır aynı zamanda.
Şüphesiz GA’nın içinde bulunduğu konjonktürle TC’nin içinde bulunduğu konjonktür aynı değil ancak bu örnek bir barış inşası yapılırken atılması gereken zorunlu adımları anlamamız bakımından oldukça önemlidir. Şunu demek istiyorum barış yapmaya çabaladığınız siyasal hareketin liderini dört duvar arasında ve tecrit koşullarında tutarak süreci inşa edemezsiniz.
Öz, Yerinden Yönetim ya da Demokratik Özerklik
Pakrat Estukyan (Agos Gazetesi Yazarı) bir konuşmasında şöyle demişti; “…öyle anlatıldığı gibi destansı bir Kurtuluş Savaşı filan yok aslında… Kurtuluş Savaşı’ya yurt düşman işgalinden falan kurtulmamış, zaten öyle fiili bir işgal durumu da ciddi biçimde yok. Ancak kurtulduğumuz birileri var, kim bunlar? Anadolu’nun tüm halkları…”
İşte tek dilli, tek uluslu, tek dinli üniter bir ulus devlet olarak tasarlanan “Modern TC” nin “Kurtuluş Savaşı” ve sonrasında bir türlü kurtulamadığı halk Kürtlerdir. Daha sonra da çokça girişim olmasına rağmen kurtulamamışlar Kürtlerden, hatta bu girişimler 2013 yılına kadar da devam ediyordu. Neyse ki en azından görünürde o amaçtan uzaklaştı devlet aklı. Ancak adem-i merkeziyetçi yönetimin reddi üzerine kurulan “Modern TC” her ne kadar Kürtler dışında birçok dinsel ve etnik azınlığı yok etmişse de hala hatırı sayılır bir etnik ve dinsel çeşitlilik var. Merkezden yönetilecek homojen bir toplum tahayyülü ne yazık ki 90 yıldır bir türlü tutmadı. Bugün gelinen noktada merkezin yetkilerini yerelle paylaşması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi kaçınılmaz bir uğrak olarak karşımızda duruyor ve bu sadece Kürt bölgeleri için geçerli değil. Cumhuriyetin kurcu partisi ve resmi ideolojinin laboratuarı olan CHP dahi bugün gerçekleştirdiği 18. Olağanüstü Kurultayında yerel yönetimlerin güçlendirilmesini parti programına dâhil edeceğini açıkladı. Peki, nasıl olacak bu?
Kamuoyundaki genel tartışma yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ya da özerk yönetim bölgelerinin ayrılması ancak başkanlık sistemi ile mümkün olabilir ve yine kamuoyunda ve bilirkişilerdeki genel eğilim başkanlık sisteminin TC için uygun bir yönetim biçimi olmadığı yönünde. Fakat Başkanlık sistemi tartışmalarının bir kısmı, hepsini kastetmiyorum, özellikle milliyetçi çevreler tarafından yürütülenler, sistemin kendisini tartışmanın ötesinde Kürtlere özerklik getireceği endişesiyle peşinen karşı durma düzlemi üzerinden yapılmaktadır. Başkanlık tartışmalarına çok fazla girmeden TC, ABD tipi bir başkanlık ya da Fransa tipi bir yarı başkanlık sistemi inşa edebilecek alt yapıdan açık bir biçimde yoksundur. AKP tarafından gündeme getirilen Başkanlık sistemi, demokratik bir özden uzak daha çok otoriter bir yapıdadır. Neden mi? Demirtaş’ın ifadesiyle Başkanlık sistemi için henüz hiçbir alt yapı çalışması yapılmadan ilk önce Başkanlık binasının yapılması bunun en net örneğidir. Peki, Başkanlık sistemi olmadan yerel-öz yönetimler güçlendirilemez mi? Gayet tabi bu yapılabilir ve şu aşamada yapılması gereken de budur. Şartların olgunlaşması koşuluyla ABD tipi (devlet meclisi, senato ve temsilciler meclisi) bir başkanlık sistemi tartışılabilir mi, neden olmasın?
Sonuç Olarak
27 yıl tutsaklıktan sonra Mandela GA Başkanı olarak seçilmiştir, IRA lideri Martin Mc Guinness K.İrlanda’da hükümet başkan yardımcılığı görevini yürütebiliyor. Benzer şekilde birçok Latin Amerika ülkesinde barış süreçleri sonucunda eski gerilla komutanları devlet başkanlığı ve daha başka siyasal zeminlerde görev alıyorlar. Ezcümle barışmaya çalıştığınız siyasal hareketin lideri ile görüşüyorsanız onu muhatap almışsınız demektir ve muhatabınızı dört duvar arasında tutarak müzakereyi ileriye taşımanız çok olası değil, benzer şekilde siyasal tutsaklar için de aynı şey geçerlidir.
Cumhuriyetle yaşıt bir “sorunun” çözümü için birkaç yıl belki yeterli olmayabilir, süreç aksayabilir, sabote edilebilir vs. Ama çözüm iradesi göstermek Jonathan Powell’ın ifadesiyle gerektiği zaman dilinizi ısırarak yola devam etmeyi gerektirir.