SEÇTİKLERİMİZ- Mustafa Peköz yazdı: “Ankara karşıtı ekibin Amerika’da etkin bir güç haline gelmesi önümüzdeki süreçte Ankara-Washington hattında tahmin edilenden çok daha fazla gerilim yaratacaktır. Kürtleri daha fazla desteklemelerinin yanı sıra İran’ı hedefe koymaları da Ankara’da etkisini hissettirecektir.”
MUSTAFA PEKÖZ
ABD’nin uluslararası stratejisinde hemen her dönem Dışişleri Bakanlığı’yla Savunma Bakanlığı arasında bir denge oluşturulur. Savunma Bakanlığı genelde askeri merkezli saldırı politikasını ön plana çıkartırken, Dışişleri ise daha dengeli ve politik-diplomasi merkezli bir siyaseti tercih eder. Bu ikili politika, ABD’nin küresel stratejisinin önemli bir halkasını oluşturuyordu.
2001 yılında Afganistan işgali sırasında Dışişleri ile Savunma Bakanlığı ‘saldırı’ politikası üzerinde tam bir uzlaşma sağladı. Bugün de aynı taktik politikaya doğru ciddi bir yönelim var. ABD yönetimindeki istikrarsızlık, iç dinamiklerde ortaya çıkan sorunlar ve küresel/bölgesel ilişkilerde artan rekabet nedeniyle Turmp, neo-con gelenekten geleni ekibi yeniden görevlendirdi. ABD’nin Obama ile ön plana çıkarttığı diplomasinin/diplomatik stratejinin yerine yeniden Bush döneminin ana politikası olan saldırı-savaşı stratejisine dönülmeye başlandı.
Bush’un Savunma Bakanı olan Rumsfeld gibi düşünen ABD’nin bilinen strateji uzmanlarından Robert Kagan ve William Kristol: “Bu savaş Afganistan’da bitmeyecek. Yayılarak, değişen şiddette olmak üzere birçok başka devleti içine alacak. ABD ordusunun birden fazla noktada aynı anda kullanılmasını gerektirebilecek ve giderek daha çok medeniyetler savaşına benzeyecek.” Önleyici savaş stratejisi olarak tanımlanan ama esasen bütünüyle saldırıyı hedef alan bu askeri strateji, aşamalı olarak yeniden uygulanmaya çalışılacak.
Bush döneminin alt kadroları görevde
Trump’ın Dışişleri Bakanı olarak atanan CIA Başkanı Pompeo, Beyaz Saray Güvenlik Danışmanlığına atanan John Bolton, CIA Başkanı olarak görevlendirilen Gina Haspel, Bush döneminin alt kadrolarıydı. Bunların Trump tarafından politikaları belirleyen yönetici kadrolar olarak görevlendirilmelerini, ABD’nin küresel-bölgesel stratejilerinde önemli değişikliklerin olacağına dair ciddi veriler olarak değerlendirmemiz yanlış olmayacaktır. John Bolton, 1994’te yaptığı bir konuşmada “Uluslararası toplum bizim çıkarlarımıza uyduğunda ve diğerlerini de yanımıza almayı başardığımızda dünyadaki tek gerçek güçle yönlendirilebilir. O da ABD’dir” değerlendirmesini yapıyordu.
Trump’ı kuşatan yeni neo-con ekibin belirlediği askeri saldırı stratejisinin uygulanma alanı hiç şüphesiz ki önem arz ediyor. Söz konusu saldırı stratejisi, öncelikli hedefler revize edilerek uygulanacaktır. Çünkü dünya küresel sistem içerisinde askeri, politik ve ekonomik olarak ciddi bir değişim sürecine girdi. Kıtasal düzeyde güç dengeleri değişti ve yeni stratejik odaklar ortaya çıktı. Afganistan işgalinden sonra uluslararası alandaki askeri-politik ve ekonomik gelişmelerde önemli değişimler yaşandı. ABD, 20 yıl önceki askeri, politik/diplomatik ve ekonomik gücünü korumaya devam etse de, Rusya ve Çin gibi Asya’nın küresel güçleri çok ciddi gelişmeler sağladılar. Rusya’nın artan muazzam askeri gücü, Çin’in küresel sistemin ekonomik merkezi haline gelmesi, ABD’nin stratejik politikalarını istediği gibi uygulama şansını ortadan kaldırdı.
Rusya ve Çin’e karşı ama nasıl?
ABD’nin yeniden şekillendirdiği saldırı stratejisini, ne Afganistan’daki gibi yaşama geçirme koşulları vardır ne de Rusya-Çin’i yok sayacak bir şekilde uygulanır. ABD’nin yeniden uygulamak istediği savaş stratejisinin merkezinde sanıldığı gibi Kuzey Kore bulunmuyor. Doğu Asya’da Çin ile Kafkasya ve Orta Asya’da Rusya ile doğrudan bir askeri rekabete yönelmeyecektir. ABD merkezli küresel sermayenin özellikle doğrudan Çin ile askeri çatışmayı yükseltecek bir politikayı tercih etmeyeceği açıktır.
ABD’nin Rusya’ya karşı geliştirdiği stratejinin merkezinde NATO vardır ve Rusya’nın askeri olarak kuşatılması, uluslararası alanda diplomatik olarak yalnızlaştırılması hedefi güdülmektedir. Putin’in seçimler sırasında Rusya’nın askeri gücüne dair ortaya koyduğu verilerle adeta ABD’ye meydan okumasının karşılığı çok daha ciddi olarak görülecektir. Öncelikli olarak Rusya’ya sınır olan NATO ülkelerine nükleer ve konvansiyonel askeri güç yığarak önleyici baskı kurmayı çok daha fazla gündemleştirecektir.
Muhalif bir Rus iş adamının zehirlenerek öldürülmesinden Putin yönetiminin suçlanmasıyla başlayan diplomatik saldırının Londra merkezli olmaktan çıkartılıp NATO’yu kapsayan çok daha geniş bir alana dönüştürülmesi, Rusya’ya yönelik izlenmeye başlayan stratejinin halkalarıdır.
Ekonomik savaş
Çin ile savaşın merkezinde öncelikli olarak ekonomik ilişkiler olacaktır. Çin’in küresel çapta artan ekonomik gücü ve özellikle ABD’nin iç ekonomik dinamiklerinde etkili olması Trump yönetimini ciddi olarak endişelendirmektedir. Çin’in ABD’nin ekonomik yaptırımlarına karşı alınan önlemlerin etkisinin ne kadar olacağından çok Çin’in ABD dışındaki ekonomik hakimiyet alanları çok daha ciddi olarak gündeme gelecektir.
Özellikle AB’den, ABD’nin Rusya ve Çin politikasına verilen desteğin oldukça sınırlı olması, NATO ilişkileri nedeniyle gündeme gelecek küçük bazı adımların dışında beklenen etkiyi göstermeyeceği açıktır. Bu nedenle ABD’nin Rusya ve Çin’i askeri, politik ve ekonomik olarak önleme stratejisi daha çok Ortadoğu üzerinde uygulamaya konulacaktır. Bu bakımdan ABD’nin Ortadoğu stratejisinde askeri gücün beklenilenden çok daha fazla ön plana çıkması yüksek bir olasılıktır. Küresel güçler arasındaki rekabet ve çatışmanın merkez üssü Ortadoğu’da şekilleniyor. Ortadoğu’da yaşama geçirilen askeri ve politik stratejide başarı elde eden güç aynı zamanda küresel denklemde de önemli bir inisiyatif elde edecektir.
Yeni stratejinin Ortadoğu’daki yansımaları
ABD’nin Ortadoğu merkezli geliştirme kararı aldığı savaşın merkezinde İran bulunuyor. ABD’nin İran politikasında elde edeceği başarı aynı zamanda Rusya-Çin ikilisinin Ortadoğu ve Orta Asya stratejisine de önemli bir darbe vurulması anlamına gelir. Bu nedenle Turmp’ın görevlendirdiği yeni ekibin hedefe İran’ı koymuş olması çok yönlü stratejinin yaşama geçirilmesinde önemli bir dayanak noktası olacaktır. Bölgesel düzeyde meydana gelen değişimler dikkate alındığında Bush’un ‘Şeytan’ devlet olarak tanımladığı İran’ın sanıldığı gibi Afganistan, Irak, Libya ve Suriye gibi işgal edilmesi söz konusu olmayacaktır. Daha çok askeri gücüne darbe vurulması, ekonomik gücünün kırılması ve bölgede artan etkinliğinin sınırlandırılmasına yönelik politikalar ön plana çıkacaktır.
ABD, İran’ın Ortadoğu’da artan askeri ve politik etki alanını kısa vadede frenleme, ortada vadede ciddi oranda durdurma ve uzun vadede kendi içine döndürme politikasını çok yönlü uygulayacaktır. İran’ın Yemen, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’deki askeri ve politik etkisini kırmak ABD’nin öncelikli hedeflerinden biri olacaktır. Bu bölgelerde İran’ın stratejik çıkarlarını darbelemek oldukça önemlidir. ABD’nin İran’a karşı olası bir askeri saldırısı ne Rusya ve Çin ne de AB tarafından desteklenir. Tersine ABD’nin küresel güç dengeleri içerisinde yalnız kalmasına yol açar. Rusya-Çin-AB üçlüsünün İran ile kurdukları ekonomik-askeri ilişkiler merkezli politik çıkarları bulunuyor ve bu çıkarların darbelenmesine izin vermezler. Özellikle AB’nin desteğini almamış herhangi bir saldırı, ABD’nin bölgesel çıkarlarını da çok ciddi oranda etkiler. Bu nedenle İsrail-S.Arabistan-Mısır Ortadoğu üçlüsünün desteği ile ve çıkarları nedeniyle İran’a karşı doğrudan konvansiyonel bir savaşın başlatılması son derece zor görünüyor.
Irak’ta Mayıs ayında seçimler var. Seçim sonuçları ABD’nin İran politikası bakımından önemseniyor. Kazanma olasılığı yüksek olan Abadi yönetiminin İran’a karşı açık tutum almasını sağlamak ve hatta Suudi Arabistan ve İsrail ile yakınlaşmaya zorlamak için çok ciddi bir baskı uygulayacaktır. Irak’ın iç politikasını ve askeri ilişkilerini düzenleyen İran’a karşı beklenilen tutumu almadığı takdirde, Irak yeniden tahmin edilenden çok daha ciddi bir iç askeri-politik krizle karşı karşıya kalacaktır.
Irak Kürdistan Bölgesi’nin ve Rojava’nın artan önemi
ABD’de göreve gelen yeni ekibin öncelikli hedeflerinden biri Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin askeri, politik ve ekonomik olarak çok daha aktif bir tarzda desteklenmesidir. ABD’nin Dışişleri eski Bakanı Rex Tillerson’ın Kürt referandumuna karşı Bağdat’ın yanında yer almasına yönelik çok ciddi eleştirilerin gündeme gelmiş olması bir tesadüf olmayıp, bunları politika değişikliğinin ipuçları olarak değerlendirmek gerekir. Bağdat yönetiminin İran politikasına bağlı olarak Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Kerkük dahil olmak üzere bütün tartışmalı bölgeleri yeniden ele geçirmesi için hazırlıklar yapılıyor. Peşmergenin askeri yapısının NATO standartlarına uygun olarak yeniden dizayn edilmesi, hükümet yapısının yeniden organize edilmesi, IKBY’nin ekonomik olarak desteklenmesi ABD’nin İran politikasıyla doğrudan ilişkilidir. ABD’nin, İran’a karşı uygulayacağı çok yönlü yaptırımlarda Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi çok önemli bir rol üstlenecektir. Bu nedenle Irak’ta yapılacak olan Mayıs seçimleri dengelerin nasıl şekilleneceği konusunda önemli ipuçları verecektir.
ABD’nin İran’ı etkisizleştirmesinin ikinci önemli ayağı da Suriye’dir. Suriye’de Rusya dışında Şam yönetimine askeri, politik ve ekonomik olarak aktif destek veren tek ülke İran’dır. İran’ın askeri güçleriyle savaşın önemli bir tarafı haline gelmesi, Suriye’de artacak olan askeri ve politik gücüyle İsrail ve Suudi Arabistan için ciddi bir askeri ve politik yenilgidir. İran’ın Suriye’de artan etkinliği ABD’nin bölgesel stratejisine çok ciddi bir darbe vuracağı biliniyor. Bu nedenle görev gelen yeni savaş ekibinin öncelikli hedeflerinden biri İran’ın Suriye’deki askeri gücüne darbe vurmak, politik etki alanını kırmaktır.
ABD, Suriyeli Kürtlerle ne yapacak?
Trump’ın yeni ekibi Suriye’de önümüzdeki süreçte çatışmaların çok daha boyutlanarak tırmanmasına yol açabilir. Suriye’de savaş dengesini kontrol etmenin ve etki alanını genişletmenin tek bir faktörü vardır: Kürtlerin Suriye’deki askeri ve politik etki gücünü arttırmak. Bu nedenle Washington’da görevlendirilmiş yeni güç, Suriye’de askeri ve politik etki alanını genişletmenin yolunun PYD merkezli Kürtlerle olan ortak çıkarları kalıcılaştırmaktan geçtiğini görüyor. Özellikle Fırat’ın doğusunda ‘federasyon’ benzeri askeri ve politik kurumsal yapısı güçlü bir yönetim modelini hızla yaşama geçirmeye çalışacakları anlaşılıyor. Hatta bunun için Suriye’deki savaşın son bulması ve iç politik istikrarın oluşmasını da beklemeksizin bir kısım adımların atılması gündeme gelecektir.
İran’ın Suriye’deki etki gücünü kırmak, Rusya ile Kürtler arasında oluşan çelişkileri kalıcılaştırmak için Kürtlere olan desteği daha üst düzeye çıkartacak bir kısım kararların yaşama geçirilmesi sürpriz sayılmaz. Rojava’da YPG merkezli Demokratik Suriye Güçleri’nin giderek ordulaşma aşamasına geçmesi, ABD’nin yeni Suriye stratejisi bakımından önemli bir adımdır. Ayrıca PYD’nin yönetimsel ve idari yapısının yeniden dizayn edilerek Suriye Gelecek Partisi’nin kurulması, ABD’nin Şam karşısındaki yönetme politikasının görünen küçük hamlelerinden birkaçıdır. Bu nedenle kamuoyuna yansıtıldığı gibi ABD’nin Münbiç dahil olmak üzere Fırat’ın doğusunda çekilme planı yoktur, tersine bölgesel gücünü daha fazla artıracaktır.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye politikası
ABD’nin özellikle İran merkezli Ortadoğu stratejisini belirleyecek olan John Bolton ve Mike Pompeo’nun İran ve Türkiye hakkında değerlendirmeleri oldukça dikkat çekicidir.
15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi için yaptığı bir değerlendirmede “Erdoğan devrilirse gözyaşı dökmem” diyen Bolton, “Eğer darbe başarılı olursa Erdoğan’ın yeniden Osmanlı hilafetini geri getirme, Ortadoğu’da baskın bir güç olma ve Türkiye’yi daha İslamcı bir yöne götürmesi engellenecek… Ben her zaman Erdoğan’ın Irak’taki eylemlerimizi sabote ettiğine inandım. Erdoğan’a karşı kalbimde merhamet yok. Eğer devrilirse gözyaşı dökmem. Bence o ABD’nin dostu değil” sözleriyle de akıllarda. Bolton 15 Mart 2016’da Fox televizyonunda yaptığı bir değerlendirmede ise: “Bence asıl endişe kaynağı Erdoğan. Endişem şu ki Türkleri bozarak, laik anayasayı iptal ederek Türkiye’de İslamcı devletin temellerini atıyor. Kendisi İstanbul Belediye Başkanı iken ‘Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz’ demişti. Korkarım ki artık tramvaydan iniyor” dedi.
Bu ikilinin son derece önemli görevlere atanması özellikle İran ve Türkiye bakımından önemli bir mesajdır. Pompeo da Bolton gibi İran’a karşı askeri operasyonları savunuyor. İran’ın Ortadoğu’daki yayılmacılığının durdurulması, nükleer tesislerin vurulması için askeri gücün kullanılması gerektiğini belirtiyor. Aynı şekilde ‘terörist’ gördüğü Tahran ile Ankara’yı birbirine benzetiyor ve her ikisini de ‘terörist’ olarak tanımlıyor. Pompeo “Erdoğan hükümeti ancak İran yönetimi kadar demokratik” ve “Her ikisi de İslamcı totaliter birer diktatörlük” diyor.
Hiç şüphesiz ki bireylerin kişisel düşünceleriyle devletlerin politikaları birbiriyle örtüşmez ve asıl olan devletlerin belirlediği stratejidir. Ancak Beyaz Saray-Dışişleri-Savunma üçlüsünün İran’a karşı güç kullanmayı savunanlar tarafından yönetilmeye başlanması ve bunların aynı zamanda Ankara’daki iktidarı “totaliter İslamcı” görmeleri, tasfiye etmek istedikleri İran kadar “demokratik” olarak değerlendirmeleri, Ankara politikasına yönelik bir kısım fikirler veriyor. Ankara karşıtı ekibin Amerika’da etkin bir güç haline gelmesi önümüzdeki süreçte Ankara-Washington hattında tahmin edilenden çok daha fazla gerilim yaratacaktır.
ABD’nin yeni ekibi, Ankara’dan ne isteyecek?
ABD’nin yeni ekibinin Ankara’dan muhtemel beklentileri şöyle sıralanabilir: Birincisi Rusya ile ilişkilerine çeki düzen vermesi ve ABD’nin politikasına uygun davranması. İkincisi ABD’nin belirlediği yeni İran politikasına uygun adım atması, İran’a karşı İsrail-S.Arabistan-Mısır üçlüsüne eklemlenmesi. Üçüncüsü, NATO’nun askeri stratejisinin dışına çıkmaması ve özellikle Rusya’ya ait füze savunma ve saldırı sistemlerini hiçbir şekilde almaması, yazılım programları Pentagon tarafından kontrol edilen Patriot füzelerini ve F-35’leri satın alması. Dördüncüsü, ABD’nin Suriye politikasına uyumlu bir politika izlemesi.
Ankara’daki iktidar gücü ya bunlara uygun bir politikayı aşamalı olarak kabul edecek ve yaşama geçirecek ya da Erdoğan merkezli AKP iktidarına karşı çok daha kapsamlı bir tasfiye politikası kısa ve orta vadede uygulanmaya konulacak. Ankara’nın askeri, politik ve bölgesel stratejide Washington’a teslim olup olmadığının boyutunu Nisan ayı içinde açıklanacak Zarrab davası kararında hissedilecektir. Davanın ertelenmesi veya cezaların kesilip, davaya dahil olanlar için hazırlanan ikinci bir iddianamenin açılması önemli bir mesaj olarak algılanabilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “radikal İslamcı” olarak ve İran ile “eşdeğer” gören hatta 15 Temmuz Darbe Girişimi’ni destekleyen güçlerin Washington’da ABD stratejisini uygulayan koltuklara oturmaları, Ankara için ciddi bir sürecin başladığını gösteriyor. Ankara’nın anlık değişen ve kiminle çalıştığı belli olmayan, hedefsiz Suriye merkezli Ortadoğu stratejisini ABD’ye göre yeniden dizayn etmesinin, tersten Rusya ile yeniden karşı karşıya gelmek gibi ciddi riskler içerdiğini de belirtmek gerek.
Rusya, nasıl karşılık verecek?
ABD-İngiltere merkezli geliştirilen diplomasi saldırısı, birçok ülke tarafından sembolik ve aktif olarak desteklendi. Rusya’nın yalnızlaştırılması stratejisinin istenilen sonucu almayacağı açıktır. Amaç, Rusya’nın Avrupa’dan çok küresel güçlerin çatışma alanına dönüşen Ortadoğu’daki gelişmesini frenlemektir.
Rusya, ABD’nin ne yapmak istediğinin farkındadır. Rusya da tersten ABD’nin hamlelerini boşa çıkarmak için ciddi adımlar atıyor. Öncelikli olarak Rusya-İran-Türkiye hattını güçlü ve güncel tutmaya özen gösteriyor. Ankara ile ilişkilerinin merkezinde Ankara’nın Brüksel’in dışına çıkartılması bulunuyor. Moskova’nın Afrin’i Ankara’ya teslim etmesinin önemli nedenlerinden biri de budur. ABD’nin orta vadede Afrin planını bozmak için de daha önce İdlip’e toplanan 50 binin üzerindeki İslamcı militan Afrin bölgesine kaydırılacak, oradan da El Bab bölgesine yerleştirilecek, Münbiç’e yönelik ciddi bir baskıya dönüştürülecektir. Ankara destekli İslamcı örgütlerin bu bölgede konumlandırılması ABD’nin Fırat’ın doğusuna yönelik planları için de ciddi bir sorun olacaktır. ABD’nin İran politikasını aktifleştirmemesi için Suriye’de yeniden İslamcı örgütlerle savaşmasının gündemde kalmaya devam etmesi gerekir. Rusya, Türkiye’nin desteğini alarak bunu uygulamaya devam edecek.
Rusya’nın bu planı tutar mı, Ankara ne zamana kadar bu plana angaje olur bilinmez ama Rusya için en önemli açmaz Kürtlere karşı izlediği siyasettir. Kürtler ile Rusya arasında tahmin edilenden çok daha ciddi ruhsal ve politik bir kırılma yaşandı. Bu gerçeğin farkında olan Moskova Dışişleri Bakanı Lavrov, Astana görüşmesinden önce yeniden “Kürtler olmadan Suriye’de politik istikrar hiç bir şekilde sağlanamaz” söylemini gündeme getirdi. Hem Ankara’ya bir mesaj verdi hem de Kürtlere yeniden bir “zeytin dalı” uzattı. Suriye’de neredeyse ABD ile tek stratejik müttefik olan Kürtlerin Rusya ile yeniden güven oluşturması için Moskova’nın Afrin sürecini aşan çok ciddi bir adım atması gerekir. Kürtleri kazanmayan Rusya’nın, ABD’nin yeni Ortadoğu siyasetini etkisiz kılmalı oldukça zordur. İran-Irak-Suriye Kürtleriyle ABD arasındaki ilişkinin tek yönlü bağımlı stratejik bir ilişkiye dönüşmesi, Rusya için önemli bir başarısızlık olacaktır. Tersine ABD için Ortadoğu’da yeni bir denge gücü olacaktır.
Sonuç
ABD’nin belirlediği saldırı merkezli Ortadoğu stratejisi uyarınca 2000 yıllardaki gibi dünyayı tek başına yönetmesi, Ortadoğu’da tek güç olması, her istediği yeri işgal etmesi gibi bir yönelim içinde olması oldukça zordur. Ancak Ortadoğu’da suların yeniden ısınacağı, çöl sıcağının askeri etkisinin daha fazla hissedileceği ve bölgesel denklemde önemli değişikliklerin gündeme geleceği bir süreç olacaktır. Suudi Arabistan saray yönetimindeki değişiklikler, İran’ın iç dinamiklerinde yaşanan gelişmeler en çok Ankara’da etkisini gösterecektir.