Bu yazı bir gündem yazısı değil. Memleketin gündemi cumhurbaşkanlığı seçimi, İsrail’in Filistin halkına ettiği zulüm ya da yönetenlerin spekülatif demeçleri başta olmak üzere türlü virajlarda savruluyor, çoğumuz da bu gündemler üzerine tartışıp, fikir yürütüp duruyoruz. Konuşup yazmaktan fazlasını yapma konusundaysa gücümüzle paralel olarak oldukça eksik, edilgen ve etkisiziz. Okuyacağınız yazıda İTÜ Maden Fakültesi işgalini de anlatıp, onu bir büyüteç olarak kullanarak özellikle sol/sosyalist/devrimci siyasetin bu eksikliği üzerine hayıflanmak yerine kökenlerinin bir kısmını ifade edip, bu konuda verimli tartışmalar açılmaya çalışılacak.
Soma’da yaşanan, kimilerine göre kaza; bakarkör olmayanlara göre ise bariz bir katliam olan facianın ve İTÜ Maden Fakültesi işgalinin ardından yaklaşık üç ay geçti. Bir insanın görebileceği en büyük birkaç –doğal olmayan- felaketten birinin ardından gelişen, Soma’da hayatını kaybeden maden işçileri için duyulan üzüntü ve öfkenin, çaresizlik duvarını yıktığı, oldukça heyecan verici ve öğretici bir işgal deneyimi yaşadık. Üzerinden yaklaşık üç ay geçmiş olan “İTÜ Maden İşgali” hakkında hemen işgal esnasında ve ertesinde değerlendirme, eleştiri ve gözlem yazıları yazıldı. Yazılanların bir kısmında nitel tartışmalara neredeyse hiç girmeyen, dünyayı sadece kendilerden ibaret gören “Solcu Magazin-Dedikodu” havası eserken, bazılarında ise zorunluluktan yazılmasının sebep olduğu örgütsel klişelerle dolu yüzeysel bir içerikle karşılaştım. Yazılan yazıların arasında nitelikli tartışmalar açmış ve yürütmüş olanlar da elbette vardı. Bu yazıda, işgal hakkında aceleci davranılarak oluşturulan tespit ve değerlendirmeler yerine; gerçekleştirdiğimiz işgali, öncesindeki süreci ve sonrasını yazarak; bu bağlam üzerinden üniversite siyaseti başta olmak üzere yürüttüğümüz sol/sosyalist/devrimci siyaset üzerine, referans metinlerle ilgili yazının içeriğinin önüne geçmesi muhtemel polemikleri yaratabilecek ifadelerden uzak kalarak, genel çıkarım, eleştiri ve önerilerde bulunmaya çalışacağım.
İTÜ Maden İşgaline Giden Süreç
İstanbul Teknik Üniversitesi, her ne kadar memleketin ve üniversitelerin geri kalanından izole edilerek ele alınamayacak olsa da kendine özgü bir politik hareketlilik süreci geçiren, halen de bu sürecini dışarısıyla etkileşimli olarak kendi içerisinde sürdürmeye devam ettiren bir üniversite. Bu sürecin uzun vadede genel olarak yükseliş eğilimi gösterdiğini, fakat belirli dönemlerde hızlandığı, belirli dönemlerde ise duraksadığını gözlemlemek mümkün olmakla beraber İTÜ mensuplarının çoğunda Bedri Karafakioğlu, Harun Karadeniz gibi hepsinin adını sayamadığımız yüzlerce İTÜ’lünün bıraktığı yerleşmiş bir ilerici, devrimci geleneğin kalıntılarını görmek mümkün.
İçinden geçtiğimiz birkaç yılda ise bahsettiğim politik hareketlilik sürecinin yükselme periyodunu yaşadığımız tespitine herhangi bir İTÜ mensubunun itiraz edebileceğini sanmıyorum. İTÜ’nün devrimci geleneği, Mehmet Karaca’nın rektörlüğe atanması ve Türkiye Devrimci Hareketi’nin genel basiretsizliğini kısmen aşabilen bir siyasal hat bu yükselme periyodunu beslerken; Haziran 2013 isyanı süreci hızlandırmış; İTÜ Asistan Dayanışması’nın iş güvencesi mücadelesi de bahsettiğimiz yükselme periyodunun fitilini yakan faktör olmuştu. Tüm bunlarla beraber ülkedeki gençliğin politikleşmesi ve kendine has bir politik alan ürettiği sürecin iç içe geçmesi İTÜ’de daha devingen bir siyasal yükselme zemini oluşturdu.
Hareketliliğin bahsettiğimiz bu sürecinde, Haziran 2013’ün yeniden ürettiği “forumlar” olgusunun İTÜ’de de Haziran aylarının sonlarında güçlü bir şekilde, önüne “öğrenci, asistan, akademisyen, taşeron işçi, akademisyen, tüm İTÜ’lülerin gerçek demokrasiyi inşa çabası olarak İTÜ Meclisi” hedefini koyarak gerçekleşmesi; 2012 Eylül ayında İTÜ Asistan Dayanışması’nın güvenceli iş mücadelesiyle daha hızlı devinmeye başlayan İTÜ için önemli bir eşikti. İTÜ Forumu, takip eden dönemde üniversitelerde örgütlenen forumlardan düzenli olarak en uzun süre sürdürülebilen, tüm forumlar göz önüne alındığında ise en uzun süren birkaç forumdan biri olarak doğal doyum sınırına ulaşarak sönümlendi. Fakat bu sönümlenme durumu, yalnızca forumların düzenli şekilde sürdürülmesi noktasında bir gerileme teşkil etti. Forumlar düzenli olarak sürdürülemese de, İTÜ Forumu’nun önüne koyduğu İTÜ Meclisi iddiası ve bu temelde süregelen İTÜ’de (siyasi yapı, kulüp, çevre ve örgütsüz öğrencilerin) hep beraberce bir arada bulunma zemini; her bir yapının ayrık şekilde yaratabileceği etki alanından hem nicel, hem de nitel anlamda çok daha geniş bir alan yaratarak hem İTÜ’de süreklileşen bir muhalefet, hem de kimlikleşmiş siyasal aidiyetler zemininin üstünde bir siyaset ortamı yaratarak topluluklar arasında ciddi bir pratik ortaklık kurdu.
Böylesi bir süreç, hemen her ay İTÜ’lü araştırma görevlilerinin talepleri, Mehmet Karaca’nın da dahil olduğu rektörlerin ortak ODTÜ açıklaması, İTÜ’ye usulsüz (torpille) öğrenci alınması, tiyatro kulüplerinin çalışma alanlarının elinden alınmasına varacak kadar çeşitlenen tepkiler ve taleplerle gerçekleştirilen büyük sayılabilecek, her eylemde bir öncekinin yükselttiği çıtayı aşmaya çalışan ortak eylemlerle gerçeklik buldu. Son 2 yılda Rektörlük binasına yapılan sayısını bile hatırlamadığım kalabalık yürüyüşlerin yanı sıra; 2013 ve 2014 mezuniyet törenlerindeki protestolar, Berkin Elvan’ın cenazesine olağanüstü bir katılım; rektörlüğün birkaç saatliğine(28 Mart 2013), Makina Fakültesi’nin bir geceliğine(15 Ekim 2012), Merkezi Derslik Binası’nın yarım günlüğüne(26 Mart 2014) işgali ve kısmi boykot teşebbüslerine varacak kadar genişleyen eylem tarzları İTÜ’de meşru ve kalabalık şekilde mümkün oldu. Yakın geçmişte yaşadığımız 21-22 Mart 2014 Nevruz gerginliğinde olduğu gibi İTÜ kamuoyu-İTÜ Meclisi arasında talihsiz yanlış anlaşılmalar olsa da, süreklilik korunarak İTÜ Maden İşgali’ne kalkışılabildi…
İşgal!
Soma’daki facia meydana geldikten sonra her yandan irili ufaklı tepkiler yükselmeye başlamıştı. Bu parçalı tepkilerden bir kısmı da İTÜ mensuplarından yükseliyordu. Facianın hemen ertesi günü Taksim’de tüm emekten yana ve ilerici kurumların ortak yaptığı basın açıklamasına İTÜ Öğrencileri imzalı bir pankartla yer alındı, 16 Mayıs Cuma günü ise Taşkışla Kampüsü’nde bir boykot girişiminde bulunuldu. Bu boykota katılan, çoğunluğu Mimarlık Fakültesi öğrencisi olan İTÜ’lüler yaşanan olay ve yapılabilecekler üzerine Taşkışla Forumu’nda tartışmalar yürüttü. Tartışmanın vardığı son noktada basitçe ifade etmek gerekirse, Türkiye’de bünyesinde maden fakültesi bulunduran tek üniversite olarak bu alana dair sorumluluk alması gereken, bunun yanı sıra katliamın yaşandığı ocağın sahibi Soma Holding’i maden fakültesi akademik danışma kurulunda bulunduran İTÜ’nün ve özellikle de maden fakültesinin yaşananlarda payı olduğu kanısından hareketle İTÜ Maden Fakültesi’nin işgal edilmesi kararı alındı. Yarım saatlik bir aradan sonra toparlanılarak maden fakültesine doğru harekete geçildi. Maslak kampüsünde bulunan İTÜ Forumu(ya da İTÜ Meclisi) bileşenleriyle de bir saate yakın süren bir forum yapılarak saat 17:58 gibi işgal kararı nihai olarak alınmış oldu. İlk iş olarak fakültedeki dersliklerde saat 18:00’de başlayacak olan İngilizce sınavlarının başka bir binaya alınması sağlandı.
Bunun ardından ise fakülte girişine işgal pankartı asılıp kapılara barikatlar kurularak olası bir müdahalenin önüne geçilmeye çalışıldı. İşgal başladığı andan itibaren yaptığımız önemli hatalardan biri güvenlik kaygısıyla, dışarıyla bağımızı yalnızca internet ve basın açıklamaları üzerinden kurmamız oldu. O güne kadar içeride bulunanlardan hiç birimiz üniversite içerisindeki bir binanın tüm giriş ve çıkışlarıyla kontrolünün öğrencilerin elinde olduğu, gerçek anlamda bir işgal deneyimlememiştik. Dolayısıyla bir dizi hatalı davranışta bulunmuş olmamız çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Yalnız binanın içerisiyle dışarısı arasında büyük bir kopukluk olması bir dizi zincirleme yanlışlığın ve manipülasyonun önünü açmış oldu. Final sınavlarının başlamasına birkaç gün kalmış olması bu koşul ile birleştiğinde işgal eyleminin İTÜ kamuoyunda, neredeyse İTÜ dışına göre daha az sahiplenilmesi sonucunu da doğurdu. Neticede İTÜ kamuoyu, alışmadığı tarzda sert olan işgal eylemini talepleri ve haklılığı üzerinden bakıldığında meşru görerek sahiplenmiş ve bu bağlamda geri kusmadan kaldırabilmiştir. İTÜ Maden İşgali’ne gelen azımsanamayacak miktardaki olumsuz tepkilerin ise odaklandığı noktalar; rektörlüğün ve kendilerine Vatansever İTÜ’lüler diyen, son zamanlarda iyiden iyiye Ülkücü ve Türkçü siyasete daralmış asimetrik topluluğun yoğun manipülasyon ve terörize etme çabalarınden beslenerek, duvar yazıları ve fakültedeki maddi zararlardı. Rektörlük, fakülte duvarlarının temizliği konusunda sorumluluk alma teklifimizi kasten kabul etmeyerek, kontrolsüz ve bir kısmı ufak örgütsel kaygılarla yapılan duvar yazılamalarını ifşa etmek yoluyla bizi marjinalize etmek için kullandı. Vatansever(!) İTÜ’lüler güruhu ise özellikle Kürtçe yazılamalar ve gerçekten küçük maddi hasarları sosyal medyada sürekli servis ederek İTÜ kamuoyundaki milliyetçi hassasiyetleri kaşıdı, bu çabaya elinden gelen desteği verdi. İşgal bittikten sonra gerçekleştiğini düşündüğüm yazılamalar ve hasarlar da var, ancak bunlara değinmek bu yazı için yersiz. Özellikle kaybolduğu söylenen projeksiyon makinalarını işgale destek veren kişilerce alınmış olması ihtimali çok düşük olsa da konu açıklığa kavuştuğunda bu kişileri her şekilde cezalandırmak gerekiyor. İşgal eyleminin başladığı andan bittiği ana kadar, kampüsün geri kalanıyla maden fakültesi arasındaki bağın çok kopuk olması bizim için bu sorunları daha zor aşılır bir hale getirdi.
İşgalin başlangıcından sonuna kadar tüm kararları o esnada binada bulunan –görevlendirilenler hariç- herkesin katıldığı forumlarla almaya çalıştık. Bu karar alma toplantılarına katılımın zaman zaman 200’ü aştığı bile oldu. Demokratik karar alma süreçlerinde katılımcı bir yaklaşım sergilemek olmazsa olmazdır. Yaptığımız önemli hatalardan bir tanesi de işgal için bir komite kurmadan, yalnızca zaruri ihtiyaçlar (temizlik, beslenme, medya, güvenlik vs.) için ekipler oluşturup, süperkolektif bir karar alma yöntemi seçmiş olmamızdı. Bir işgal komitesinin en başta var edilip, eylem tarzının gerektirdiği çabuklukta ve daha verimli tartışmalar yürüterek kriz anlarında binada bulunan tüm eğilimleri toplayıp, bunlardan en doğru kombinasyonları kararlaştırması gerekirdi.
Durumun bunun aksine gelişmesi işgali sonsuz toplantılar halinde geçirmemize ve bu toplantıların yapılabilecek her türlü üretimin önüne geçmesine sebep oldu. Ayrıca yerleşmiş yanlış tarz ve yaklaşımlardan kaynaklı tartışma kültürü eksikliği de bu durumu besleyen bir diğer önemli belirleyen oldu. İşgal eylemi esnasında çeşitli atölye, panel, söyleşi, gösterim gibi etkinliklerin sayısını artırabilmiş olsaydık içerideki zamanı, bir üniversite işgal eylemine yakışır şekilde daha üretken bir biçimde geçirebilirdik.
İTÜ Maden İşgali’ni bir büyüteç olarak kullanıp, olumsuzlukları daha geniş ve olaylardan sıyırıp olgusal şekilleriyle tartışmaya devam etmeden önce olay örgüsünü işgalin sonlanışı ve ardından yürütülen faaliyetleri ekleyerek bitirelim. İşgalin gidişatına dair sonsuz toplantılar silsilesi içerisinde en aşılmaz nokta işgalin nasıl sonlanacağına dair tartışmaydı. Rektörlük her ne kadar işgal eylemini zor kullanarak bitirmeme konusunda kendini aşan bir direnç göstermiş olsa da son derece haklı ve meşru eylemimizin, olası bir zor kullanımıyla sonlanma ihtimali yürütülen tartışmanın tonunu sertleştirdi.
İşgalin başlangıcından itibaren rektörlük adına yetkili kişiler (zaman zaman genel sekreter, zaman zaman görevlendirilen personel düzeyinde) sürekli içerisiyle iletişim halinde kaldı. Rektörlüğün sağduyu olarak lanse ettiği, ancak olası bir müdahalenin kamuoyunda yaratacağı infial ve direnişten kaynaklanacak maddi yıkım ihtimallerinden çekinmelerinin de göz ardı edilmemesi gereken sebepler olduğu zor kullanmama direncine rağmen; müdahale ihtimali bina içerisine psikolojik baskı yaratmak için bir tehdit olarak kullanıldı. Hatta bu baskı eylemin ikinci gecesinde “yarım saat içinde müdahale edileceği” söylentisi yaymaya kadar vardırıldı. Eylemin nasıl sonlandırılacağı üzerine yürütülen tartışma, uzlaşmaz bir biçimde taleplerin yerine getirilmesi sözü alınarak iradi olarak sonlandırılmasıyla taleplerin ülke geneline temas edecek şekilde yükseltilerek diğer üniversitelerin işgallere başlamasının sağlanması gerektiği savları arasında sıkışmıştı. Tartışmalar esnasında bir takım saygısızlıkların sebep olduğu gerginlikler ve terk etmeler de yaşandı. Binanın içerisinde motivasyon kaybına yol açmış olsa da işgalin başat gücünün haklılık ve politik meşruiyet olduğu göz önüne alındığında, bu terk edişlerin işgalin gücüne bir etkisi olduğu söylenemez. Yalnızca terk edenlerin sağlayabileceği katkıdan mahrum kalma durumu yaratmış olabilir. Yürütülen tartışmaların uzlaşmaz bir biçimde gelişmesinde en büyük etken olan, konulardan neredeyse bağımsız şekilde, düşüncelerin siyasal aidiyet ve programlar doğrultusunda kemikleşmiş kimlikler halini alarak, aksini veya biraz değişik hallerini toptan reddetme algoritmasıyla yürütülmüş olması, solun kronikleşmiş hastalıklarından su yüzüne çıkanların yalnızca biriydi. Öne sürülen savların neler olduğu ve niteliksel olarak neye tekabül ettiğini irdelemeden yalnızca kimin ağzından çıktığına bakarak destekleme ya da reddetme anlayışı, yalnızca İTÜ Maden İşgali’nde değil siyasi faaliyetlerin neredeyse hepsinde önümüzü tıkadı, tıkıyor. Bunun gibi onlarca tavır, yaklaşım ve tarzı işgal eyleminde gözlemleme imkânı bulabilmiş olduğumuz için; İTÜ Maden İşgali’ni özellikle üniversitelerde siyasi faaliyet yürüten sol/sosyalist/devrimci toplulukların mevcut durumunu incelerken çok faydalı bir büyüteç olarak ele alma imkanını kaçırmamak gerekir.
Sonuç olarak, İTÜ Maden İşgali son yılların en çok öne çıkan üniversite eylemlerinden biri olmasının yanı sıra kırılamayacak derecede eksiksiz bir haklılık ve politik meşruiyet zeminine oturmuş sert tarzıyla gençlik hareketinde önemli bir yer tutacaktır. İşgal eyleminin, refleksif bir hamle olarak pratiğe dökülmüş olması da bundan sonra yapılacak her türlü eylem için potansiyelimizi değerlendirirken cesaret kaynağı olacaktır. Ancak tüm bunlardan daha çok üzerinde durulması gereken konu ise İTÜ Maden İşgali’nin haklı, politik olarak meşru, refleksif, militan ve “halk için bilim, mühendislik ve şehircilik” argümanını öne çıkaran bir eylem olmasının yanı sıra sonuç almış ve elde ettiklerini örgütlemeye devam eden bir eylem olmasıdır. İşgal sonucu olarak İTÜ’nün resmi olarak tanıdığı, taşeron çalışan işçilerin haklarının korunması ve geliştirilmesi için çalışacak bir Taşeron İzleme Komisyonu ile riskli iş alanlarına yönelik işçi sağlığı ve iş güvenliği çalışmaları yapacak bir Araştırma Komisyonu İTÜ Meclisi tarafından kurulma aşamasına getirilmiştir, çalışmaları sürmektedir.
Yine talepler üzerine, işgal eyleminden dolayı eyleme katılanların hiçbirine hukuki bir işlem uygulanmamış, Orhan Kural kendine ait internet sitesinden tekrar özür dilemek zorunda kalmış, ayrıca daha önce de deklare edildiği gibi Soma Holding Yönetim Kurulu üyeleri Maden Fakültesi Akademik Danışma Kurulu’ndan çıkartılmıştır. Bu eylemden önce İTÜ mensuplarıyla -özellikle politik olanlarla- görüşmeyen rektör Mehmet Karaca’nın bu tavrının kırılmış olması da elde edilmiş bir diğer sonuç oldu. “Kazanım” sözcüğünü, “kim için, hangi konuda, ne düzeyde?” sorularının cevabı siyasi programlara göre farklılık gösterdiği için kullanmaktan imtina etmekle beraber, işgal eyleminin taleplerini söke söke yerine getirilmesini sağlamış, başarılı bir eylem olduğunu söylemek gerekir.
İşgalin devam ettirilmesi durumunda, diğer üniversitelerde de benzer işgal eylemlerinin yapılacağı ve neredeyse bir devrimci durum oluşacağı beklentisine kapılmak, bugünkü örgütsüzlük ve siyasi yapıların etki alanlarının darlığı göz önüne alındığında safdillikle karışık bir kendini dev aynasında görme halinden ibarettir. Zira İTÜ Maden İşgali esnasında İstanbul’daki diğer birkaç üniversitede başlatılan sembolik işgal eylemlerine maden fakültesinin içinden göründüğü gibi kitlesel bir heyecanla değil, örgütsel inisiyatiflerle girişilmiş, işgalden çok nöbet tarzında sürmüş ve son bulmuştur. Keza, Ege Üniversitesi ve Siirt Üniversitesi’ndeki deneyimler de beklenen politik hedefe isabet etmemiş; girişimler Ege Üniversitesi’nde rektörlük ve polisin ortaklaşa faşist tutumuyla başarısız olmuş, Siirt Üniversitesi’nde ise başladığı akşamın sabahında bu işgalin uyarı(!) eylemi olduğu ifade edilerek son verilmişti.
Büyüteçten Gözükenler
İTÜ Maden İşgali, üniversitelerde sol/sosyalist/devrimci faaliyet yürüten hemen her topluluğun “Gezi’nin çocukları” diyebileceğimiz gençlerle etkileşimde olduğu; eylemin yürütülmesi bağlamında her tarz-ı siyasetin gözlemlenebildiği; nesnel koşullara karşı yaklaşımların çeşitlilik gösterdiği; üretkenlik ve yöntemsel tartışmanın ters orantılı olduğu; kısacası Türkiye Devrimci Hareketi’nin kendi içindeki ilişkilerini, kendi dışındaki dünyayla kurduğu bağlarını, üretme ve idare etme pratiklerini en çıplak haliyle yansıtan detaylı bir örnek gibi değerlendirilebilir. Bu işgal eylemini bir büyüteç olarak kullanıp Türkiye’deki sol/sosyalist/devrimci siyasete dair çıkarımlarda bulunmak mümkün ve değerlendirilmesi gereken bir eleştiri/özeleştiri fırsatı. Bu noktadan itibaren konuyu İTÜ Maden İşgali’nden sıyırıp olgusal ve daha geniş bir biçimde ele alalım.
Siyaseti gerçekte olup bitenleri yorumlarken zihinsel boyuttaki izdüşümünü oluşturan ve olması gerekenler konusunda zihinsel boyuttaki izdüşümü yaşamın her anına geri yansıtan, teori ve pratiği bütünleştiren bir araç olarak tanımlamak gerekir. Siyaseti yalnızca ideolojik boyutta profesyonelleşmiş veya yalnızca çıkar ilişkileri yumağına sarılmış bir faaliyet olarak tanımladığımızda; gerçeklikle bağdaşan nesnel bir sonuca varamayız. Yalnızca yönetenlerin takım elbiseleri ve siyah makam araçlarıyla siyasete yabancılaşması değil, muhalefet eden ve değiştirmeye çalışanların da sırt çantaları, parkaları ya da ezber laflarıyla alana yabancılaşmasını aşmadan gerçekle barışması ve siyasetini gerçekleyebilmesi mümkün değildir. Bu şekliyle algılanmayıp, adeta hobi haline gelen, gittikçe kendisine ve alanına yabancılaşan bir siyaset şeklinin ciddi gerçeklik problemleri yarattığını gözlemlemek zor değil. Bu yabancılaşma ve gerçeklikten kopuş ise yürütülen faaliyetin pratik temelinde aşılması imkânsızlaşan durumlar oluşturuyor. Bir siyasal programın varlığını sürdürebilmesi, militanlara ve örgütçülere sahip olması elbette ki onun akla yatkın şeyler ifade ettiğini ve kimilerince sahiplenildiğini gösterir. Ancak var olabilmek, harekete geçmek ya da hedeflenen noktaya ulaşabilmek için yeterli şartları her zaman sağlamıyor. Tam tersine çizilen yoldan geri kalınmasına, faaliyetin daha da zorlaşmasına ve hatta lüzumsuz kayıplar verilerek ciddi zararlar alınmasına yol açıyor. Varlık problemini henüz tam anlamıyla aşamamışken, kendisini dev aynasında gören bir yaklaşım kesinlikle sonuca gitmeye çalışan gerçekçi bir siyasete değil, kendini tatmin etmeye çalışan hayalperest bir yönteme işaret ediyor. Bu noktada yapılması gereken süreç içerisine yayılmış olan pratiği, programa bağlı şekilde “somut durumun somut tahlilini” yaparak geliştirmek olmalıdır. Aksi durumlarda ise, hemen hemen tüm eylem pratiklerini planlama veya sürdürme anlarında yürütülen tartışmalarda, hareketi geri çekme ve ileri atılma tartışması niteliksel olmayan ayrıştırıcı şekilleriyle gerçekten uzak yürütülmeye mahkum kalıyor. Devrimciler, önlerine çizdikleri yolda bedel ödemekten asla kaçmazlar, fakat girilen mücadelede karşılığı alınmayacak bir bedel ödemiş olmak sadece ve sadece “en çok bedeli biz ödedik rekabeti” için besleyici ajitatif bir argüman sağlar. Bu argüman da verilen büyük kayıplara rağmen yalnızca kısa vadeli örgütsel bir fayda sağlar, kaybedildiği ama kahramanca direnildiği savı üzerinden motivasyon üretmeye yarar. Uzun vadede ise ne örgütsel ne de siyasal hiçbir fayda sağlamaz. Fayda sağlamak bir yana, sürekli kayıp veren ve kaybeden bir güruh ne kucaklamaya çalıştığı halkına, sınıfına, ne de faaliyet yürüttüğü alanlardaki insanlara güven veremez, yol gösteremez. Yalnızca, iktidar sahiplerinin çizdiği çerçeve içerisinde, siyasal içerikten yoksun bir mağduriyet ve öfke pompalayabilir. Sürece yayılan ya da eylem olarak vücut bulan her mücadelede, ideolojik ve fiili çerçeveyi belirleyen taraf her zaman çok daha rahat kazanır, nitekim her deneyimde öyle de oluyor. Mücadelenin verileceği çerçeveyi belirleyebilmek için gerçeklikten kopmamak ve siyaseti buna göre kurgulayabilmek zorundayız.
Yapılan yanlışlara, haksızlık veya hukuksuzluklara karşı zamanında doğru tepkiler verebilmek güncel siyasete dâhil olmak için mutlaka gerekli. Kamuoyunda görünür hale gelen bu tür olaylara karşı verilen fiili tepkilerin büyük çoğunluğu ve tüm solun gündemine giren bazı işler emek ve meslek örgütlerinin, siyasal örgütlerin ve konuya ilgi duyan dernek/platform/girişim gibi toplulukların bir araya geldiği ortamlarda örgütleniyor. Durumun bu şekilde gelişmesinin ortak kaygı ve talepleri paylaşmaya bağlamakla beraber, kendimizi kandırmayıp hiçbir yapının kendi başına yeterli tepkiyi örgütleyemeyeceğinden de kaynaklandığını bilmemiz gerekiyor. Her politik tartışmada ya da bahsettiğimiz ortak pratiklerin planlama aşamalarında işgal eyleminde karşılaştığımıza benzer uzlaşmama durumuyla karşılaşıyoruz. Örgütlü her insan mutlaka örgütünün siyasal aklına güveni ve önerdiklerine kendisinin de katkı koymuş olmasının verdiği sahiplenmeyle beraber tartışır. Bundan daha doğal bir durum yoktur. Ancak az önce üzerinde durduğumuz yabancılaşmayla beraber, tartışmaya girenlerin siyasal aidiyetlerinin, akıllarının önüne geçmesi ve politik yaklaşımlarının yazılı şekilde ifade edilen haliyle kemikleşmiş kimlikler haline dönüşmesinin sonucu olarak; ortak pratikler örgütlemek yerine mutlak doğruyu kendisinin bildiğini iddia edenlerin eklektik bir araya geliş hali ortaya çıkıyor. Kimisi kendi yürüttüğü siyasal projeye mutlaka atıf yapılmasını, kimisi etnik kimliğinin illa ki vurgulanmasını kimisi ise aslında aynı olguyu ifade eden sözcüklerin kendi lügatındaki şekliyle ifade edilmesini; hepsi ise bunların olmamasının kabul edilemez olduğunu dayatıyor. Bu eklektik bir araya gelişler, hiçbir bileşenin kırmızı çizgisini ihlal etmemeye çalışan, aşureye dönmüş metinlerden bile algılanabiliyor. Bu durumun altında yatan sebep ise üzülerek söylemek gerekir ki kadroların yetiştirilirken paketler halinde güncellenmemiş metinlerle yetiniliyor oluşu ve devrimci dayanışmaya da zarar veren konsolidasyon hamleleridir. Sol içi polemiklerle beslenen bu konsolidasyon hamlelerini yok saydığımızda kimi yapıların külliyatında büyük bir eksilme olacağı aşikar. Türkiye Devrimci Hareketi, böyle yetişen, siyasi aklını her yeni durum için uyarlamayan, yeniden üretemeyen, ister istemez örgütlerine yön veren yolunu çizen merkez aklın kavramsallaştırdığı sözcükleri içi boş şekilde dayatarak daha devrimci(!) olma iddiasıyla diğer sol/sosyalist/devrimci örgütlerin kadrolarıyla kıyasıya kavga eden kadro profilini bir an önce yıkıp nitelikli kadrolar yetiştirmeden, içine kapanık kalan, dışarıya açılamayan halini aşması çok zor görünüyor. Solcunun solcuya gereksiz ajitasyonuyla da perçinlenen fakat ne hikmetse burjuvaziye karşı sosyalizm mücadelesinde sesini yükseltmenin olanaklarını elinin tersiyle itmek anlamındaki bu durum, henüz politikleşmekte olan, siyasete mesafeli duran ya da örgütlenmemiş sosyalist/devrimci kesimlerin potansiyelini harekete geçirerek birlikte mücadele etmenin, bu kesimleri harekete katmanın önünde duran en büyük engellerden biri olarak duruyor.
Çoğu zaman üslup ve dil problemi olarak tartışılan dışarıya ulaşma sorununu, özellikle böylesi boyutlarıyla beraber ele aldığımızda yalnızca dil kullanımındaki derinliğe, kendini içerisinden soyutladığı kitlenin siyasal bilinç durumuna ya da ifade problemlerine bağlı olarak değil, doğrudan yürütülen faaliyetin tamamına bağlı olduğu görülüyor. Dolayısıyla dil ve üslup tartışması biraz da tüm bu daha kritik sorunların kamuflajı haline de gelebiliyor.
Sonuç Yerine
İTÜ Maden İşgali zamanlaması, içeriği, politik muhtevası, eylem tarzı ve sonucu itibarıyla hem iktidarın, hem İTÜ yönetiminin, hem de Soma faciasının sorumlularının elinde en ufak bir koz bırakmaksızın başarıya ulaşmış; Haziran 2013 sonrasının gençlik hareketine ve bundan birkaç yıl sonrasının sosyalist/devrimci siyasetine dair son derece belirleyici ip uçları barındıran önemli bir eylemdir. Saplanıp kalınan, salt tepkisel önermeler ifade eden tarzı aşarak, tepkileri sonuç almaya yönelik militan tarzdaki eylemlere örgütleme aşamasında bir yeniden başlangıç anlamı taşımaktadır.
Alan faaliyetini küçümseyen, yerele gömülüp kalmakla itham eden, ya da tersinden alan faaliyeti yürütmeyen siyaseti dar grupçulukla itham ederek burnundan kıl aldırmayan, mutlak doğruyu bildiğini iddia eden her politik yaklaşım artık mahkum edilmeli. İTÜ Maden İşgali ancak bilinen bir tabirle “entelektüel gevezeliği” bir kenara bırakıp, üniversitelerde amfi amfi, mahallelerde sokak sokak, fabrikalarda vardiya vardiya, bulunduğu alanı örgütleyip; siyasal aklını her an yeniden üreterek harekete geçirebilen yapıların, doğru zamanlamayla, gerçekçi ama sıçratıcı hamleleri yaparak başarıya ulaşabileceğini göstermiştir. Hareketin öznesi ve hatta öncüsünün, üretkenliğinden bağımsız olarak, yalnızca yazınıyla, önceden hazır bir biçimde kalkışmaya öncülük etmeyi bekleyen bir grup devrimci olacağının ve bunun da pek tabi ki kendisinin ve yoldaşlarının olacağını sanarak hareket edenler maalesef ki beklemeye devam edecekler. İTÜ Maden İşgali ve daha da kuvvetli bir büyüteç olarak Haziran 2013 farklı siyasal anlamlar taşıyan, birbirinden tarz ve içerik olarak ayrılan deneyimler olsa da işaret ettikleri ortak bir gerçek var. “Özne hiçbir zaman olduğu yerde sayarak, önceden hazır olduğu konumda bekleyen statik nüvelerden değil, harekete göre konumlandıkları yere göre kendini var eden devingen parçalardan oluşacaktır. Öncü ise hareketin biriktirme süreçlerinde ne kadar üretken olduysa o kadar birikim sağlayabilecek, patlama anlarında birikimin boyutunu doğru okuyabildiği kadar öncülük etme imkânına sahip olacaktır.”
Sol/sosyalist/devrimci siyaseti; etnik, dini, mezhepsel veya cinsel her türlü ezilen kimlik hareketiyle eş tutan, sosyalist ya da devrimci olmayı tüm kimlikleri kapsayan bir gerçek akıl olarak ele almak yerine, diğerlerinin yanında ezilen bir kimlik olarak tanımlayan yaklaşım olsa olsa düzenin çizdiği sınırlar içerisinde makul(!) ve varoluşsal bir demokrasi mücadelesiyle sonuçlanabilir. Sosyalist devrimci siyaset; tüm bunları bünyesinde barındıran ve alanın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden üretebilen, süreçlerin doğal öznelerini bu bağlamda üreten ve öncülleştiren, öznelerin önüne koyduğu güncel program ve programatik talepler doğrultusunda mobilize eden bir halde olmalıdır.
Çerçevesini doğru olarak çizmeye çalıştığımız türden bir siyaseti bile, alanlarda yeniden üretemeyen kadroların yürüteceği samimiyetten uzak propaganda ve örgütlenme faaliyetleriyle başarıya yaklaştırmak mümkün değildir. Faaliyeti yürüten kadroların nitelikli olması gerekliliği bir yana; yalnızca (yayın satan, veren; sadece eyleme çağıran, ayda bir zorlama telefon görüşmeleri yapan…) yabancılaşmış ve üstten siyasal ilişkiler kurması samimiyetsizliği yerine, siyasetin gerçek anlamıyla bağdaşan insani ve samimi bağlar üzerinden ilerlemesi de zorunlu görmemiz gerekiyor. Siyasetimizi gerçeklemek tamamen bizim elimizde. Konuştuklarımızı en gelişkin halleriyle hayata geçirebildiğimiz kadar var olup, hiçbir kimsenin “kuyruğuna” takılmadan bağımsız bir siyaset yürütebiliriz. Mademki pencereyi İTÜ’den araladık, eski bir İTÜ öğrencisi Oğuz Atay’ın sözüyle kapatalım: “En büyük hazinemiz aklımızdır.” Yeter ki kronik siyasal hastalıklarımıza akıl ilacını sürebilelim, düzenin bizi sıkıştırdığı ve içerisinde izole ettiği hacmin duvarlarını kırmak için ezberlerden kopup ufkumuzu geniş tutabilelim. Ancak o zaman tamamen bizim dışımızdaki etmenler dikkate alınarak belirlenen adaylara, yürütülen savaşlara, güdülen dönüşüm stratejilerine karşı hayata dokunan cepheler alarak başka bir ülkeyi ve başka bir dünyayı kurmaya başlayabiliriz.
Notlar:
1. Yazıda hiçbir kurum ya da kişi doğrudan eleştirilerin hedefi olarak belirlenmemiş olup, tamamen devrimci dayanışmanın gerektirdiği dostça eleştiriler yapılmaya çalışılmıştır. Yazıyı okuma zahmetine katlanan herkesin kendine pay çıkarmasını umarım.
2. Bu yazı Başlangıç Dergi, bianet, BirGün, Cumhuriyet, Evrensel, muhalefet.org, Radikal, sendika.org, soL portal ve siyasihaber.org kurumlarına gönderilmiş olup, yayınlanması kendi takdirlerine bırakılmıştır. Dileyen tüm kurum ve kuruluşların yayınlamasına açıktır.
3. Olumlu ya da olumsuz şekilde atıf yapılan metinler, kısım kısım referans alınmamış olup bütünüyle tartışılabilir:
– http://baslangicdergi.org/haziran-genclik-hareketi-ve-kacan-firsatlar-alican-boynak-ve-
osman-cokaman/
– http://ogrencidayanismasi.org/bugunun-ogrenci-hareketine-ve-birlik-meselesine-dair-
taylan-ulas-mahir-bagis/
– http://oyunb0zan.wordpress.com/2014/05/26/bugunun-ogrenci-hareketi-uzerine-nasil-
dusunmeliyiz/
– https://www.facebook.com/sodap/posts/780718345295777
– http://gercekgazetesi.net/genclik/itu-maden-fakultesi-isgalinin-bilancosu
– http://www.ehp.org.tr/haber/1168/ehp-gencligi-itu-maden-fakultesi-isgali-aciklamasi
– http://krototip.blogspot.com.tr/2014/05/isgal-nedir-ne-degildir.html?m=1
– http://temsiliyetsiz.wordpress.com/2014/05/30/universite-soma-ve-mucadele/
– http://gercekgazetesi.net/haberler/itu-maden-isgali-taserona-karsi-mucadelenin-baslangici
– http://blog.radikal.com.tr/somada-facia/itu-isgaline-dair-60775
twitter: @kefeersoz / e-posta: [email protected]