Bu yılın ilk çeyreğine ilişkin iktisadi büyüme oranları TÜİK tarafından açıklandı.
Buna göre[1] Türkiye ekonomisi geçen yılın ilk çeyreğine göre beklenenin üstünde yani yüzde 4,3 oranında büyüdü. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış oranı ise yüzde 1,7 olarak gerçekleşti.
Bu büyümenin ana dinamiklerinin dış talep ve kamu harcamaları olduğu anlaşılıyor. Zira mal ve hizmet ihracatı sabit fiyatlarla %11,4 ve devletin nihai tüketim harcaması sabit fiyatlarla yüzde 8,6 artarken, özel tüketim harcamaları yine sabit fiyatlarla sadece yüzde 2,9 arttı ve gayri safi sabit sermaye oluşumu sabit fiyatlarla yüzde 0,5 azaldı.
Geçen yılın ilk çeyreğine göre aslında özel tüketim harcamaları yüzde 0,5 puan (yüzde 3,6’dan yüzde 2,9’a) ve özel yatırım harcamaları yüzde 2,0 puan (yüzde 1,5’ten, yüzde – 0,5’e) geriledi. 2014 ilk çeyrek verileri geçen yılın ilk çeyreği değil de son çeyreği ile kıyasladığında ise özel tüketim harcamalarındaki düşüş yüzde 2,4 puan ve özel yatırım harcamalarındaki düşüş yüzde 6,9 puana yükseliyor. Yani özel kesimin iç talebinde önemli azalma var. Özel sektörün harcamalarındaki bu daralmanın kamu harcamalarındaki yüzde 4,8 puanlık ve ihracattaki yüzde 7 puanlık artış ile telafi edildiği göze çarpıyor.
Bu gelişmeler nasıl yorumlanıyor?
Hükümet cephesinden ilk yorum Maliye Bakanı Şimşek’ten geldi. Şimşek, bu süreçte, siyasal risk priminin artmasına, dışardaki parasal sıkılaştırmaya rağmen, özellikle ABD ve AB ekonomisindeki toparlanmanın Türkiye ekonomisinin büyümesine katkı sağladığını ve iyileşmeye devam eden dış talep koşulları ve içerdeki siyasal istikrarın sağlanması ile yılsonu itibariyle yüzde 4’lük büyüme hedefinin yakalanacağını ileri sürdü.
Finansal piyasaların temsilcileri de bu verileri biraz şaşkınlıkla, ama çoğunlukla, memnuniyetle karşıladılar ve özellikle Avro Bölgesi’ndeki toparlanmanın (!) bu büyüme hızının sürdürülmesine yardımcı olacağını vurguladılar.
Ancak bu mutluluk tablosuna, Dünya Bankası’ndan gelen bir haber gölge düşürdü. Zira Dünya Bankası Haziran ayında yayımladığı Küresel Ekonomi Görünüm Raporu’nda[2], Türkiye ekonomisinin 2016 yılına kadarki büyüme tahminlerini aşağı doğru düzelterek, örneğin 2014 yılı için yüzde 2,4 ( yüzde 3,5’ten), 2015 yılı için yüzde 3,5 (yüzde 3,9’dan) ve 2016 yılı için yüzde 3,9 ( yüzde 4,2’den) olarak öngördü[3].
Şu ana kadar sunduğumuz yoğun veri trafiğinin ne anlama geldiğini özetlersekbu çeyrekte ekonomi beklenenin üstünde büyüdü. Piyasalar ve hükümet bunun sürdürülebilir olduğunu savunuyor. Buna karşılık Dünya Bankası önümüzdeki çeyreklerde bu oranın düşeceğini öngörüyor. İkinci olarak bu büyümenin iki ana kaynağı var: İhracat ve artan kamu harcamaları.
O halde asıl sorulması gerekli soruları sormadan önce ana akımın minderinde güreşmeyi bir miktar daha sürdürelim.
Öncelikle, ihracat ya da dışardaki koşullar ne durumda? Bir önceki yazımızda[4] Avrupa Merkez Bankası’nın geçen hafta aldığı kararların asıl amacının bölge ekonomilerinin bir borç deflasyonuna doğru sürüklenmesinin önüne geçmek, avronun dolar ve pound karşısında değer kaybederek, bölgenin ihracatta rekabetçi bir üstünlüğe kavuşmasını sağlamak, bankalar başta olmak üzere büyük şirketlerin bilançolarının iyileştirilmesini, kârlılığın artırılmasını, enflasyonun canlandırılmasını sağlayarak deflasyondan çıkmak olduğunun altını çizmiştik.
Çünkü Avro Bölgesi hali hazırda bir deflasyon öncesi durumu yaşıyor ve bu da büyük aktörler olan bankalar ve şirketlerin bir borç deflasyonuna[5] sürüklenmesinin önünü açıyor. Öyle ki ECB, Avro Bölgesi için ekonomik büyüme tahminini bu yıl için yüzde 1 ve 2016 için, en iyi ihtimalle yüzde 1,8 olarak revize ederken, enflasyon oranının bu yıl için binde 7 ve 2016 için yüzde 1,4 olabileceğini açıkladı[6]. NIESR’e göre ise bu yılın 3. ve 4. çeyreklerinde enflasyon oranları sırasıyla binde 1 ve binde 2’yi aşamayacak[7]. Bu durum ciddi bir deflasyon tehlikesine işaret ederken, İngiltere’deki Makro İktisatçılar Merkezi’nin bir anketinden çıkan sonuca göre, ankete katılan piyasa temsilcilerinin yaklaşık yarısı önümüzdeki iki yıl için Avro Bölgesinde deflasyonu kaçınılmaz olarak görüyorlar[8].
Kısaca ECB’nin değerlendirmelerinden hareketle, Avro Bölgesinin, özellikle de çeper ekonomilerinin toparlanmakta olduğu sonucunun çıkarılması, en iyimser yorumla, erken bir sevinme olarak yorumlanabilir. Kaldı ki avronun değerini düşürmeyi hedefleyen bu politikalar TL’nin değerini (avro karşısında) yükselteceği için bu yılın büyümesinin temel dinamiği olarak ortaya çıkan ihracatın yakın gelecekte zora girmesine neden olabilecektir.
Kamu harcamalarındaki artışa gelince kanımızca olayın en önemli kısımlarından biri burada yatıyor. AKP Hükümetinin mali disipline olan inancının sürdüğü kesin. Bu nedenle de sanayileşme ya da kalkınmaya dönük yatırım harcamalarında bir artış gözlemlenmediği gibi, halka dönük sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi sosyal harcamalarda belirgin bir azalma var.
O halde bu artış nereden kaynaklanıyor? Bunun kaynağı aslında belli. Sırasıyla, neo liberal birikim stratejisinin temelini oluşturan inşaat – alt yapı ve üst yapı harcamaları (Marmaray, 3. Köprü, 3. Hava limanı, duble yollar ve TOKi), HES’ler ve güvenlik adı altında yapılan harcamalar.
Gezi’nin ardından bu ay Lice’de ortaya çıkan gelişmeler aslında son yıllardaki bütçe kaynaklarının önemli bir kısmının da nerelere harcanmakta olduğu gerçeğinin üstündeki örtünün kalkmasını sağladı.
Öyle ki, geri çekilmeden bu yana geçen bir yıl boyunca resmi açıklamalara ve gazete haberlerine göre sayıları 314 ila 402 arasında yeni “kalekol / karakol” inşaat ihalesi yapıldı. Bunlardan 102’si tamamlandı. 143’ünün yapımı sürüyor ve kalanı da ihale aşamasında. Bunların 21’i Dersim’de, 36’sı Diyarbakır’da ve 36’sı Bingöl’de yapıldı. Keza sınırda Şırnak hattında 11 ve Munzur / Dersim’de 4 “Güvenlik Barajı” yapılıyor. Bunlardan 7’si için hali hazırda 103,5 milyon TL harcanırken toplam maliyetin 207 milyon lirayı bulması bekleniyor. Ayrıca 820 km’lik bir güvenlik yolu yapılıyor. 2000 civarında yeni korucu kadrosu açıldı. Bunların 600’ü Bitlis, 960’ı Van ve 600’ü Batman’a verilmiş durumda.
Bunlara özellikle Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan muhalefetin bastırılmasına dönük polisiye harcamaları ve IŞİD başta olmak üzere Suriye’deki rejim karşıtı bazı İslamcı örgütlere verildiği iddia edilen desteklerin maliyetini de eklediğimizde % 4,3’lük büyümenin ardındaki önemli faktörlerden birinin neo liberal- neo muhafazakâr otoriteryan bir yönelimin güvenliğini ve bölgedeki yayılmacılığını sağlamaya dönük harcamalar olduğu söylenebilir (diğer taraftan bu harcamaların alternatif maliyetlerinin ne olduğu da sorgulanmıyor).
Hükümet, ana akım medya ve piyasalar ekonomide işlerin iyi gittiğini, bir kriz olasılığının bulunmadığını söylerken, sosyal demokrat ve bazı sol çevrelerin ısrarla “yakında göreceksiniz kriz çıkacak” biçimindeki yaklaşımlarını nasıl yorumlamak gerekir?
Solun bazı kesimleri içinde de kısa-orta dönemde bir ekonomik krizin patlak vereceği beklentisi mevcut. Böylece “tapelerin götüremediği iktidarı ekonomik krizin götüreceğine” olan inanç korunuyor. Kriz çıkıp çıkmayacağı, ya da içinden geçmekte olduğumuz sürecin kriz olup olmadığı tartışmaları bir yana, bu çevrelerin atladığı şey, kapitalizmin krizsiz (ya da normal) halinin de emekçiler için aslında bir çözüm olmadığı gerçeği.
Kriz olmaksızın da kapitalizme içkin konular olan işsizlik, yoksulluk ve emek sömürüsün emekçileri nasıl kölelik koşullarına mahkûm ettiğini, krizin bu koşulları sadece derinleştirdiğini kitlelere anlatmak gerekirken, sadece olası bir kriz üzerinden siyasal iktidara yüklenmek heveslerin kursaklarda kalmasına neden olabileceği gibi, dünyada özellikle de 2. Paylaşım Savaşı öncesinde görüldüğü gibi krizin sağı, faşizmi güçlendirip iktidar yapabileceğini, kitleleri hızla sağa doğru kaydırabileceğini unutmamak gerekir.
Şimdi gelelim büyüme konusunda durduğumuz yere.
Kriz örneğinde olduğu gibi, aslında büyüme konusuna olan yaklaşımımızı belirleyen şey sınıf perspektifimiz. Bu konuda asıl şu soru sorulmalı ve yanıtı aranmalı: Ekonomi yüzde 3 ya da yüzde 4 değil de, sürekli olarak, yüzde 10 büyüseydi bu, işçiler, emekçiler, yoksullar, ezilenler açısından ne anlama gelirdi? Ya da büyümenin ölçütü olarak burjuva iktisadının önümüze attığı kavram olan GSYH artışı, toplumun bir bütün olarak refahının artmasını anlatan iyi bir gösterge midir?
Öncelikle GSYH kavramından başlayalım. İktisatçılar iktisadi büyümeyi “bir ülkedeki belli bir dönemde (genellikle 1 yıl) üretilen mal ve hizmetlerin parasal ifadesi olan gayri safi yurt içi hasılada (GSYH) görülen artış”[9] olarak tanımlarlar. Böylece, büyüme, GSYH’deki (milli gelir) yüzdesel artışla ölçülür. Bu o ülkede yaşayan insan sayısı ile ilişkilendirildiğinde, büyümenin kişi başına düşen gelirin artması, genelde yaşam standardının yükselmesi, mutlak yoksulluğun azalması anlamına geldiği ileri sürülür.
Ancak bu tanım tatmin edici değil. Zira her ne kadar GSYH verilerinin üretilen ürünü ölçtüğü ileri sürülse de, gerçekte bu veriler sadece piyasalarda gerçekleşen işlemlerin sonuçlarını ölçer. Aslında piyasalarda üretim yapılmaz, üretim soyut mekânların ötesinde, dünyanın başka yerlerinde ve özel mülkiyetin denetimindeki üretim süreçlerinde gerçekleştirilir”[10].
Bir başka anlatımla GSYH büyümesi öncelikle insana ait maliyetleri ve faydaları, emek ve emekçilerin çalışma koşullarını göz ardı ederken ticari işlem değerleri üzerinde yoğunlaşır. Sadece belirli piyasa işlemlerinin değerini ölçer. Üretimi ya da örneğin özgün bir biçimde faydalı mal üretimini göstermez. Öyle ki, örneğin bugün “barış çabaları” silah üretmekten çok daha değerli olmasına rağmen, GSYH içinde, dolayısıyla da ticari işlemler arasında yer almaz.
İkinci olarak, günümüzde kapitalist büyüme bir yanılsamadır. Bu yönüyle de toplumdaki sömürü ilişkilerini ve ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından yaratıldığını gizlemeye hizmet etmektedir. Hem ülke içinde yaratılmış olan ‘artı değer’ hem de dış ticaret aracılığıyla çok uluslu şirketlerin el koydukları yarı sömürge ülke işçilerinin yaratmış olduğu ‘artı değer’, ‘katma değer’ olarak gösterildiğinden, hem tüm zenginlikleri yaratan gerçek kaynaklar hem de acımasız bir yerli ve emperyalist sömürü gizlenmektedir.
Üçüncü olarak, büyüme sorunu daha ziyade metropol kapitalist ülkelerin bir sorunudur. Özellikle 2008 krizine kadarki 30- 40 yıllık süreç gözlemlendiğinde gelişmiş ülkelerin büyüme hızlarının ortalama % 2–3 gibi seyrettiği ve azgelişmiş ülkelerden daha yavaş büyüdükleri görülür. Bunun nedenlerinin başında bu ülkelerdeki aşırı sermaye birikimi yığılması ve bunun sonucunda kâr oranlarının düşme eğilimine girmesiyle yeni yatırımların azalması ve eksik tüketim gibi olgular gelir.
Diğer taraftan azgelişmişler için büyümeden daha önemli bir sorun kalkınma ve sanayileşmedir. Çünkü bu ülkeler genelde gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de (örneğin Türkiye) kapitalist bir üretim tarzı içinde kalkınamamakta ya da sanayileşememektedir. Ya da Güney Kore örneğinde olduğu gibi en fazla “yarı- sanayileşmiş” bir ülke konumuna gelebilmekte ve ancak ABD ve Japonya’nın terk ettiği sanayilere yönelebilmektedirler. Bu nedenle de salt büyüme odaklı bir strateji, ekonominin büyümesini sağlarken, ülkenin kalkınma ya da sanayileşmesine her hangi bir katkı vermeyebilir, hatta bu çabaları önlerken, bu sorunların üzerinin örtülmesine de yardımcı olabilir.
Nitekim son 10 yıldır ortalama yüzde 5-6’larda büyümesine rağmen Türkiye’nin kalkınmakta ve sanayileşmekte olduğunu ileri sürmek mümkün değil. Türkiye, daha ziyade emperyalizme bağımlı bir yarı sömürge, yarı-sanayileşmiş ülke ve ekonomi konumunda olup standart sosyal kalkınmışlık özelliklerine de sahip olmayan bir ülke konumunu sürdürüyor. Bu nedenle de özellikle AKP iktidarının hızlı büyüme oranlarının arkasına sığınarak yaptığı “gelişme” ya da “refah artışı” iddiaları gerçekçi değil.
Dördüncü olarak, günümüzde iktisadi büyüme yeterli düzeyde ve güvenceli istihdam yaratmayan bir büyümedir. Çünkü kapitalizm, geldiği nokta itibariyle, sadece kriz dönemlerinde değil, krizde olmadığı dönemlerde de yeterince iş ya da istihdam yaratan bir sistem olmadığını ortaya koymuştur. Son dönemlerde görüldüğü gibi yarattığı istihdam istikrarsız-geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam niteliğindedir (prekarya). Bu anlamda kapitalizm bir yandan vahşi bir emek sömürüsü sürdürürken, diğer yandan milyonlarca insanı işsiz bırakmakta ve potansiyel emeği israf etmekte ve iş kazaları adı altında bu insanların ölümüne neden olmaktadır. En son Soma katliamı sırasında ölen 301 işçi ve sonrasındaki Şırnak’ta bir madende ölen 3 işçi ile birlikte yılda ortalama 1200-1300 işçinin iş cinayetine kurban gittiği gerçeği kapitalizmin emek üzerinde yarattığı tahribatın en yakıcı, en çarpıcı örneğidir. Büyüme ise asıl olarak mevcut emek gücünün daha verimli ve yoğun çalıştırılmasıyla sağlanmaktadır.
Bu bağlamda, Türkiye ekonomisinin büyümesinin yeterli istihdam yaratmamasının ise temel yapısal nedenleri var. Örneğin toplam yerli (iç) tasarruf hacmi çok düşük ve 2002 yılından bu yana dış kaynakla büyümeye yönelen AKP iktidarı bu oranı daha da düşürerek 2002’de yüzde 18,6’dan 2011’de yüzde 12’ye geriletti. Öyle ki Türkiye 2005’ten önce tarihsel olarak yılda ortalama 20 milyar ABD dolarının altında dış kaynak kullandı. Bu kaynakların çok büyük kısmı uzun vadeli kaynaktı (2007’de yüzde 95). 2005’ten itibaren dış kaynak kullanımı hızla arttı ve 50 milyar ABD dolarının üstüne çıktı. 2010’da kullanılan dış kaynağın sadece yüzde 6’sı uzun vadeli, yüzde 94’ü kısa vadeli kaynak niteliğindedir. Bu durum kaçınılmaz olarak cari açığın artmasına neden oldu. Öyle ki cari açığın döviz kazandırıcı işlemlere (ihracat + turizm gelirleri) oranı hızla arttı ve 1994 ve 2001 krizlerindekine benzer bir oranda 2010 yılında yüzde 30’un üzerine çıkarak ekonominin krize karşı duyarlılığını artırdı[11]. Yani Türkiye ekonomisinin büyüme dinamikleri krizleri de sürekli canlı tutmaktadır.
Ayrıca büyümenin motoru konumundaki dış ticaret sektörü istihdamsız büyümeye neden olmaktadır. Çünkü ihracat ithalata, özellikle de ara malı ithalatına bağımlı. Aramalı ithalatının toplam ihracat içindeki payı yüzde 90 civarında. Böylece büyüme Türkiye’deki değil, daha ziyade ihracatçı ülkelerdeki istihdama katkı sağlamaktadır.
Beşinci olarak, iktisadi büyüme kavramı pratikte toplumdaki sınıfsal eşitsizlikleri açıklayamadığı gibi bu tür eşitsizlikleri gizlemek, perdelemek için kullanılmaktadır. Örneğin birkaç banka ya da sınai tekel kâr ettiğinde ortalama, kişi başına düşen gelir de büyümekte, iktisadi büyüme de hızlanmaktadır. Bu anlamda İktisadi büyüme gerçekte, sermayenin, servetin büyümesidir. Öyle ki iktisadi büyümenin hızlandığı yıllarda servet ve sermaye sahiplerinin varlık stoklarının da çok hızlı büyürken, ücretlilerin ya da küçük üretici, esnaf ve köylünün gelirlerinin yerinde saydığı ya da çok az arttığı görülmektedir. Bu sonuca neden olan faktörlerden biri de kuşkusuz kapitalist hükümetlerin emek aleyhine uyguladıkları, ücret, gelir ve vergi politikalarıdır.
Bir başka anlatımla, iktisadi büyüme sonucunda gelir ve servet dağılımındaki adaletsizlik düzelmemekte, daha da artmakta, servet hem ülke içinde hem de uluslararası boyutta olmak üzere az sayıda zenginin elinde toplanırken toplumun kalan kısım giderek yoksullaşmakta, mülksüzleşmektedir, Milyarlarca insan yoksulluk içindeyken az sayıda insan dünyadaki zenginliklerin çok büyük bir kısmına el koymaktadır. Kapitalist ekonomiler büyürken ve servet zenginliği hızla artarken, bu refah ve zenginliklerin dağılımı hem servet hem de gelir dağılımı bağlamında son derece adaletsiz gerçekleşmektedir. Emekçi sınıflar ile sermaye sınıfı arasındaki uçurum ise giderek daha da büyümektedir. Keza bu eşitsizlik bir kerelik olarak kalmamakta, piyasalar ve kapitalist devlet bu eşitsizlikleri hem yeniden üretmekte hem daha da derinleştirmektedir. İktisadi krizlerse bu eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırmaktadır.
Diğer taraftan tarih, bize, sosyal devletin sona ermesinde görüldüğü gibi, kapitalizmi reforme etme çabasının sadece kısa bir süre için işe yarayabildiğini göstermiştir. Çünkü bu çaba sistemin egemenlerince yok edilmektedir.
Dünyanın en büyük finans kuruluşlarından olan Credit Swiss’in 2013 yılında yaptığı küresel servet dağılımı araştırmasına göre[12] Türkiye’de 2013 yılında 102,000 dolar milyoneri var. Bu sayının 2018 yılında yüzde 55 oranında artarak 158,000 olması bekleniyor. Yine çalışmaya göre Türkiye’de serveti 50 milyon dolar ila 500 milyon dolar arasında olan 1,210 ultra servet zengini var (Forbes geçen yıl Türkiye’deki 1 milyar ABD dolarının üzerindeki servet sahiplerinin sayısını 41 olarak açıklamıştı). Bu veriler yaklaşık 10 milyon ailenin yoksulluk yardımlarıyla geçiminin sürdürmeye çalıştığı ve bu yoksulluğun giderek arttığı Türkiye’de son 10 yıldır övünülen ekonomik büyümenin aslında bir servet büyümesinden başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır.
OECD’nin “Sosyal Adalet Göstergeleri” açısından da Türkiye’nin durumu son derece kötüdür. Öyle ki 31 OECD ülkesinde 6 sosyal adalet göstergesinin ağırlıklı ortalaması OECD genelinde 6.67 iken Türkiye 6 göstergenin hepsinde 5 puanın altında kalarak 4.19 ile son sırada (31.sırada) yer alıyor. Böylece Türkiye OECD’nin en sosyal adaletsiz ülkesi olarak tescillenmiştir. Türkiye’nin 10 üzerinden aldığı bu puanlar altı gösterge için şöyle: Yoksullukla mücadele: 4.26; eğitimde eşitlik: 3.67; istihdam imkânı: 4.86; sosyal bütünleşme: 3.22; sağlık: 3.79 ve kuşaklararası adalet: 5.05. Genel olarak yoksulluk oranı OECD ortalaması yüzde 10,8 ve çocuk yoksulluğu oranı OECD ortalaması yüzde 12,3. Raporda genel yoksulluk oranının en yüksek olduğu ülkeler, G. Kore, Türkiye, Avustralya ve ABD olarak belirtilmektedir. Bu ülkelerde nüfusun yüzde 17,3’ü yüzde 50’lik medyan gelirin altında gelir elde ediyor. Diğer taraftan çocuklar arasında yoksulluk oranları Danimarka için yüzde 3,7; Şili için yüzde 23,9; Meksika için yüzde 25,8; ABD için yüzde 21,6 ve Türkiye için yüzde 23,5[13] .
Son olarak, kapitalist büyüme, daha fazla üretim ve tüketim doğayı tahrip etmektedir. Zira kapitalist üretimin doğrudan amacı insan ihtiyaçlarının ya da toplumsal ihtiyaçların karşılanması değil, kâr, daha fazla kâr ve en fazla kâr elde etmek. Daha fazla kâr için daha fazla üretim ve tüketim yapılıyor. Bunun sonucunda ekonomi büyüyor ancak böyle bir büyüme sırasında hem emek hem de çevre daha fazla sömürülüyor, daha fazla tahrip ediliyor. Türkiye’de nükleer santrallere ilave olarak, hali hazırda, Trabzon’da 135, Rize’de 84, Artvin’de 21 ve Bingöl’de 26 adet HES yapılması planlanmış durumdadır ve bunların bazılarının inşaatı yöre halkının muhalefetine ve aleyhteki mahkeme kararlarına rağmen sürdürülmektedir. Son döneme damgasını vuran ve bir kentsel talana dönüşen TOKİ – özel sektör işbirliği ile gerçekleştirilen konut ve AVM inşaatları ise bir yandan rant üzerinden servet birikimini hızlandırırken diğer yandan da kent ve çevre felaketlerine neden olmaktadır.
Kâr amacı diğer amaçların üstüne çıktığında çevre üzerindeki olumsuz etkiler de kaçınılmaz hale gelmektedir. Su, hava, toprak kirliliği kâr amaçlı bir üretim sisteminin yan ürünleridir. Diğer yandan kapitalist üretim ve değişim tarzı altında, sermayeyi, çevre üzerindeki olumsuz etkilerini minimize edecek yöntemleri bulup kullanmaya teşvik eden kalıtsal mekanizmalar mevcut değil. Örneğin sanayide kullanılmak üzere üretilen yeni kimyasallar, insan ya da doğa üzerinde ne tür etkileri olacağı konusunda hiçbir araştırma yapılmaksızın takdim edilmektedirler. Aşırı kalabalık ve sağlıksız koşullarda beslenen hayvanların yemine katılan antibiyotikler de rutin olarak kullanılmakta ve bütün bunlar antibiyotiğe karşı dirençle ortaya çıkan hastalıkların gelişip yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Otomotiv sektörünün neden olduğu devasa çevresel felaketler ise ortadadır.
Yani iktisadi büyüme fetişizmi başta iklim değişiklikleri ve bunun neden olduğu, Türkiye’de son yıllarda görülmekte olan sel felaketleri gibi, ciddi ekolojik, ekonomik ve sosyal sorunlara neden olmaktadır. Buna karşılık egemenlerin bugüne kadar üretebildikleri çözümler büyük çaplı sosyal maliyetlere neden olan bu faaliyetleri sadece meşrulaştırmakta, insanları bu felaketin sorumlusu olarak göstererek gerçek sorumlular olan kapitalizmin çevre ile uyuşmayan yapısını ve kâr güdüsünü gizlemeye hizmet etmektedir.
[1] TÜİK, Düzeltilmiş Haber Bülteni, Sayı: 16192, 10 Haziran 2014.
[2] World Bank, Global Economic Prospects, Shifting Priorities, Building for the Future, June 2014.
[3] Agr., s. 46.
[4] Mustafa Durmuş, “Avrupa Merkez Bankası (ECB) borç deflasyonuna gidişi durdurmaya çalışıyor!” www. Siyasihaber.org.,
[5] Borç deflasyonu için bkz. Agm.
[6] Michael Roberts, “Draghi fights the drag”, http://thenextrecession.wordpress.com, June 6, 2014
[7] Angus Armstrong, Francesco Caselli, Jagjit Chadha, Wouter den Haan, “Eurozone deflation could derail UK recovery: Results of the second Centre for Macroeconomics survey”, http://www.voxeu.org, 13 May 2014.
[8] Armstrong vd.
[9] Muhteşem Kaynak, Kalkınma İktisadı, 3.Baskı, 2009, Gazi Kitabevi, s. 55.
[10]John Smith, “The GDP Illusion – Value Added versus Value Capture”, Monthly Review, (July-August 2012), Vol.64 No.3 s. 96.
[11] Sarp Kalkan, Cari İşlemler Açığında Neler Oluyor? Bu Defa Farklı mı Yoksa Aynı mı ?, TEPAV Değerlendirme Notu (Şubat 2011), http://www.tepav.org.tr.
[12]Credit Swiss, Global Wealth Report 2013,
[13] OECD, Social Justice in the OECD – How Do the Member States Compare? Sustainable Governance Indicators, 2011.