ECB’nin (Avrupa Merkez Bankası) yeni bir kurtarma paketi daha (kredi kolaylaştırıcı önlemler) açıklandı. Bunun üzerine başta Avrupa borsaları olmak üzere borsalar coştu, Türkiye’de BİST 80.000 puanın üzerine çıktı, Wall Street yeni bir rekor kırdı. Zira hem borsa hem de konut sektörü yatırımcıları faiz oranlarının düşürülmesine bayılıyor.
Alınan bu kararla birlikte, Banka, politika faizini 10 baz puan ile yüzde 0.25’ten yüzde 0.15’e ve bankaların kendisine yatırmış oldukları mevduata uygulanan faizi de 10 baz puan düşürerek eksi 0.10’a indirdi. Banka ayrıca borç verme faizini de bulunduğu yüzde 0.75 seviyesinden yüzde 0.40’a düşürdü.
Bankaların küçük işletmelere kredi sağlamaları koşuluyla onlara 4 yıllık bir süre boyunca ucuz kredi verilmesi ve miktarsal kolaylaştırma olarak da bilinen bankalardan doğrudan tahvil alımı gibi toplamda yaklaşık yarım trilyon avroyu bulacak olan bir finansal destek verilmesi de alınan kararlar arasında.
Bu kararların alınma nedeni olarak 2008 krizinden, özellikle de 2010 yılından, bu yana derin bir resesyon içinde bulunan Avro bölgesinin ekonomilerinin canlandırılması ve avronun dolar ve pound karşısında değer kaybederek, bölgenin ihracatta rekabetçi bir üstünlüğe kavuşturulması, kurum karlılığının ve enflasyonun canlandırılarak deflasyona sürüklenmenin önlenmesi hedeflerinin olduğu açıklansa da, asıl neden Avro bölgesinin ciddi bir “borç deflasyonu” ve “Minsky Anı” olarak adlandırılan bir deflasyona sürüklenme ihtimalinin ciddi bir biçimde artmış olması.
Kapitalist bir kriz biçimi olarak borç deflasyonu ilk kez 1929-1933 Büyük Depresyonu döneminde ve son olarak da 1990’lı yıllarda Japonya’daki resesyon döneminde yaşandı.
İlk kez 1930’lu yıllarda bir ana akım iktisatçı olan I. Fisher tarafından kullanılmış olan bu kavram[1], kapitalist bir ekonomideki borç düzeyinin yüksekliğinin neden olduğu deflasyonun bizzat borçların kendi değeri üzerindeki etkisini anlatır. Öyle ki, Avrupa örneğinden hareketle, ödenmemiş her bir avro daha büyük bir avroya dönüşür ve eğer başlangıçtaki borçluluk düzeyi çok yüksek ise, borcun likit hale getirilmesi, ödenmesi fiyat düşüşlerine (deflasyon) yetişemez. Başka türlü ifade edersek, borçlular borcunu ödemek için ellerindeki aktiflerini, varlıklarını sattıkça fiyatlar daha da düşer ve fiyatlar düştükçe geriye kalan borçlar, borç alındığı andakinden daha değerli durumdaki avro ile ödenmek durumunda kalırlar. Bu da daha fazla ödeme güçlüğüne, fiyatların daha da düşmesine böylece de deflasyonist bir sarmala yol açar.
Bu durum Hyman Minsky (1919-1996) tarafından 1982 yılında ortaya atılmış “Finansal İstikrarsızlık Hipotezi” olarak da bilinen bir tez[2] tarafından ele alınmış olan bir “Minsky Anı”’dır. Yani bir çeşit kontrolden çıkmış borç deflasyonu halidir. Buna göre:
Kapitalizmde uzun süren bir canlılık döneminin ardından ekonomideki finansal yapılar hızla istikrarsız yapılar olan hedging, spekülasyon ve Ponzi Finansmanı’na dönüşür. Canlılık dönemlerinde yatırımcılar risk alırlar. Canlılık dönemi ne denli uzarsa alınan risk de o denli artar. Bu durum, borçlanma yoluyla sahip oldukları aktiflerin, varlıkların nakit getirisi, bu varlıkları satın alabilmek için aldıkları kredi borçlarını ödemeye yeterli olmadığı noktaya kadar sürer. Bu anda spekülatif varlıkların zarar ettiğini gören kreditör kuruluşlar kredilerinin hemen geri ödenmesini isterler. Bu da paniğe yol açar ve borçlarını kapatmak için varlıklarını satışa çıkaran yatırımcıların varlıkları bir anda değer kaybeder. Satışlar zorlandıkça, piyasalar kilitlenir ve nakde hücum başlar. Bu noktadan itibaren Minsky Anı başlar.
Avro bölgesindeki hem deflasyon göstergelerine hem de toplam borçluluk düzeylerine bakıldığında borç deflasyonunun ciddi bir ihtimal olduğu da ortaya çıkar.
Öncelikle ECB, Avro bölgesi için ekonomik büyüme tahminini bu yıl için yüzde 1’e ve 2016 için, en iyi ihtimalle yüzde 1,8’e, çekti. Enflasyon ise bu yıl için binde 7 ve 2016 için yüzde 1,4 olabilecek[3]. Diğer taraftan NIESR adlı bir araştırma kuruluşundan Argus Amstrong’a göre Avro bölgesinde bu yılın 3. ve 4. çeyreklerinde enflasyon oranları sırasıyla binde 1 ve binde 2 olacak[4]. Bu durum ciddi bir deflasyon tehlikesine işaret ediyor. Nitekim İngiltere’deki Makro iktisatçılar Merkezi’nin bir anketinden çıkan sonuca göre, ankete katılan piyasa temsilcilerinin yaklaşık yarısı önümüzdeki iki yıl için Avro bölgesinde deflasyonu kaçınılmaz olarak görüyorlar[5].
İkinci olarak, Avro bölgesinde borç stokları hiç olmadığı kadar yüksek düzeyde seyrediyor. Toplam borçlar, örneğin İspanya ve Portekiz’de GSYH’nin yüzde 500’üne, Yunanistan’da yüzde 300’üne ve İrlanda’da yüzde 1000’ine ulaşmış durumda[6] ve bunların en az üçte ikisi borç deflasyonunun ana dinamiğini oluşturan özel sektör borçlarından oluşuyor.
1929 Büyük Depresyonu’ndan ders çıkartmış olan kapitalist devlet ve finans kapital, merkez bankalarını “son borç verici” olarak kullanmak suretiyle 6 yıldır büyük bir depresyona gidişi önleyebilmiş olsa da elindeki politika araçları giderek ömrünü doldurmaya başladı.
ECB, en azından açıklanmış bir hedef olarak, bankaların özellikle kobi ölçeğindeki sınai kuruluşlara yönelmelerini sağlamak olarak hedefini açıklasa da, şu ana kadar İngiltere ve Japonya’da uygulanan benzer parasal genişletici politikalar sonucunda bu sektöre yönelen kredilerde beklendiği gibi bir artış olmadı. Artışlar sadece borsa, bono ve emlak piyasalarındaki gelirlerle sınırlı kaldı.
Ana akımın hem Monetarist hem de Keynesyen kanadının, düşük faiz oranlarının kapitalist ekonomiyi canlandıracağı inancının doğru olmadığı şu ana kadar kanıtlandı. Çünkü sermaye şirketleri için önemli olan satışların ve kârların önerilen yatırım artışlarını ve borçlanmayı haklı çıkartacak kadar artıp artmayacağıdır.
Nitekim sanayi sektörüne yönelmek yerine büyük çok uluslu şirketler nakitlerini vergi cennetlerinde tutmayı tercih ediyorlar. Öyle ki 2012 itibariyle bu tür merkezlerde tutulan servetin miktarı 32 trilyon dolar olarak açıklandı[7]. Ya da kendi şirket hisselerini “buy back” yöntemiyle geri alıp, böylece şirket hisselerinin değerlerini yüksek tutmak ve ödenen kâr paylarını artırabilmek için bu nakitleri kullanıyorlar.
Küçük işletmeler krediye ihtiyaç duysalar da buna erişemiyorlar, zira krizden kaynaklı olarak kötü bilançoları nedeniyle bankaların riskli grup alanında yer alıyorlar. Bankalar ise mevcut batık kredilerini kurtarma derdinde olduklarından yeni riskler almak istemiyorlar[8].
ECB aldığı bu önlemlerle borç deflasyonu sarmalını çözebilir mi? Zor gözüküyor. Zira sorun kredi arzının yetersizliğinden ziyade ona olan talebin sorunlu olmasından kaynaklanıyor.
Düşük kâr oranlarının, kemer sıkmanın ve reel gelirlerin düştüğü bir ortamda daha fazla kredi boşa kürek çekmek demektir. Şirketlerin önemli bir kısmı kârlılığın kriz öncesindeki düzeyden çok düşük olduğu bir ortamda yeni yatırım yapmak istemiyor.
Kaldı ki bu önlemler işe yarar da enflasyon artarsa, avronun değeri düşerse, Avrupalı emekçiler bundan fayda değil zarar görürler. Örneğin Japonya’da bu önlemlerle enflasyon yükseldi ama işsizlik azalmadı ve “Japon Izdırap Endeksi” son 30 yılın en yüksek düzeyine çıktı[9].
Avronun değerinin düşmesine gelince, bu da gerçekleşmedi. Zira ABD ve İngiltere sırasıyla dolar ve poundun değerini düşürerek buna cevap verdiler. Yani döviz kuru savaşları şimdiden devreye girdi bile.
AMB kararlarının Türkiye üzerine yansımaları
Bollaşan paranın bir kısmının Türkiye’ye girmesi ile cari açık üzerindeki baskı azalabilir, faiz oranları düşebilir, inşaat ve konut sektörü rahatlayabilir ve Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken bu durum siyasal iktidar için bir hayat öpücüğü olabilir.
Ancak, böyle bir rahatlama olsa bile bu hem geçici olacaktır, hem de patlamak üzere olan konut balonunun daha da büyüyerek, daha sonraki bir aşamada daha büyük hasarla patlamasına neden olabilecektir.
Çünkü hali hazırda konut balonunun patlamak üzere olduğu görülüyor (Bunu IMF Başkanı Lagarde de vurguladı). Son beş aydır reel konut fiyatları düşmeye başladı. Bu süreci son dönemdeki faiz oranlarının yükseltilmesi daha da hızlandırdı. Bunun ardından Arz –Talep Kanunun adeta geçerliliğini sorgulatacak bir biçimde 2013 yılı Nisan ayına göre 2014 Nisan ayında Türkiye’de konut satışları %12,3, ipotekli konut satışları ise % 42,5 azaldı[10]. İnşaat sermayesinin sıkıntısı kendini Merkez Bankası’na yöneltilen suçlamalarda buldu ve Başbakan Merkez Bankasının bağımsızlığından (!) şikâyet ederken, son 10 yılın bütün bir sermaye birikim modelinin artık tıkanmasının faturasını da Merkez Bankası’na keserek sorumluluğu her zamanki kıvraklığı ile başkalarına atmasını becerdi.