Ayşe Çavdar ile söyleşi
Röp: Elif Key
Fonda hüzünlü bir müzik, İstanbul’un keşmekeşi, trafik, korna sesleri, hızla çarpan bir kalp ve biri bize şunu soruyor: ‘Sizce bu bir yaşam olabilir mi?’ Bu bir belgeselin giriş repliği değil. Sorunun muhattabı da muhtemelen biz değiliz, zira bu soruya cevap verebilmek için cebimizde en az bir milyon dolarımızın olması lazım. Yatay ve dikey yaşam modelleriyle hayatın tadını çıkarmak isteyen, paralı vatandaşlarımız için seçeneklerimiz arasında Fikirtepe’den Brooklyn, Büyükçekmece’den Toskana, Maslak’tan Manhattan, Bayrampaşa’dan Venedik, Okmeydanı’ndan Şanzelize var! Gel vatandaş gel! 4 gün 3 gece değil, ömür boyu Venedik! Adalar’dan Brooklyn’i de göreceksin!
Reklam filmlerinde modern kentler vaad ediliyor bize, yeşili bolmuş, bulvarları genişmiş, hızlı tren geçiyormuş evimizin önünden. Helikopter pistleri, marinalar, deniz uçakları, her siteye bir AVM, bir ‘Square’. Sandalların yerini gondollar, kebapçıların yerini Uzakdoğu’nun en güzel mutfakları alacak. Sıcakla soğuk suyun bir türlü doğru bağlanamadığı memleketimde, Toskana tarzında tasarlanmış villalarımızın bahçesinde taşlanmış kot giyen arkadaşlarımızla sohbet ediyoruz. Elbette konu kot kumlama atölyelerinde çalışan işçilerin yakalandığı silikozis hastalığına gelmeyecek! Pazar sabahı geleneksel köy kahvesinde kahvaltımızı edip, akşamüstü de yatımıza atlayıp yengemlere çaya gideceğiz. Bunları ne Hong Kong’da, ne Dubai’de, ne Tokyo’da, ne de New York’ta göremeyeceğimiz söyleniyor. Neden acaba?
Şu akbillerimizi (pardon İstanbulcard) doldurduğumuz makinadaki kadının sesi geliyor kulağımıza: ‘Sadece kağıt para girişi yapın, sadece kağıt para girişi yapın!’ Filmin sonunu henüz kimse bilmiyor. Ya kafamızı İtalyan mimarisinden feyz alan taş duvarlara ya da Truman Show’daki gibi dekora vuracağız! Gazeteci, akademisyen Ayşe Çavdar’la bu janjanlı site isimleriyle bize vaad edilen hayatı, masum isimli apartmanlarımızdan sitelere taşınırsak ne kazanıp ne kaybedeceğimizi, kendi şehirlerimizi başka şehirlerin imgelerinin altına gömerek göstere göstere yürütülen soylulaştırma operasyonunu, patlaması muhtemel inşaat krizini, mahalle kültürümüzün nereye kaybolduğunu konuştuk.
Bize benzer insanlarla yaşamak
Masum apartman isimlerimiz vardı. Bir de en fazla, sitelerimize Gazeteciler Sitesi, Spor Sitesi derdik. Şimdi bu havalı site isimleri nerden başımıza çıktı?
O masum gibi görünen isimler, bugünün işaret fişekleriymiş meğerse. Bize hiç tuhaf olmayan şekillerde başlayan inşa süreçleriyle, kendileri normalleştikçe bildiğimiz hayatı anormalleştiren yapılara dönüştürdü siteler. Şimdi bu yeni isimler sözüm ona kendini tehdit altında hisseden üst orta sınıfın, ürküntülerini dünya standartlarına kavuşturma çabası kanaatimce.
Sitede yaşayanlara ‘Niye yapıyorsunuz böyle bir şey?’ diye sorduğunuz zaman size söyleyecekleri birkaç şey var: ‘Daha güvenli, daha planlı, hem “bize benzer” insanlarla yaşıyorum burada.’ Siteye para vererek satın aldıkları şeyler de bunlar. Bu arada sitelerin çoğu kaçak inşaattır ya da tanınmış inşaat haklarını ihlal ettikleri için plansızdırlar, sizi dışardaki tehlikelere karşı korur ama kapı komşunuz olabilecek bir seri katile karşı hiçbir şekilde işe yaramazlar, üstelik sürekli kendine benzer insanlarla haşırneşir olan insan aşırı sıkıntıdan ölüm tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Tüm bunlara rağmen insanlar niye buralara taşınır?
İşin aslı şu: Şehirden her türlü hizmeti esirgeyen devletin sevgili vatandaşı olmak için. Bir şehirde yaşayan herkesin sahip olması gereken altyapıyı kendileri için bir ayrıcalık olarak gördükleri için.
Mekan hafıza demektir
Yılların Fikirtepe’sine Brooklyn dendiği vakit, bu; yaşadığımız hayatları asilleştirmek ve kestirmeden bir sınıf atlama operasyonu mu?
O isimler ne kadar cafcaflıysa şehre karşı hem bu sitelere gidenlerin, hem bu siteleri inşa edenlerin, hem de o siteleri inşa edenlere zemin hazırlayan devletin suçu o kadar büyüktür. Birlikte şehri öldürür, kentsel mekanı bir lamekana (olmayan mekana ya da mekan olmayana) dönüştürürken bu tür isimlerle suçlarının üzerini örterler. Çünkü mekan hafıza demektir. O beton yığınlarında olmayan şeydir hafıza. İstediğiniz kadar reklam yapın, taklit çinilerle bezeyin, saçma sapan kimlikler uydurun, o mekanlar insanların birlikte ürettikleri yaşam alanları değiller.
Buralarda da bir hafıza oluşmayacak mı?
Elbet oluşacak, yani buralar da zamanla mekanlaşacaklar. Ama sürekli dillenen bir güvenlik ihtiyacı ile şekillenen bu mekanlardan nasıl bir hayır beklenir bilemiyorum. Hani eskiden ütopya diye bir şey vardı ya, düşü kurulmuş ama olmayacak yer demekti ütopya. Kanaatimce o sitelerde yaşayanların da, o siteleri yapanların ve bütün bunlara zemin hazırlayan devletin de düş kuracak cesaretleri yok. Yeni mekanlar düşleyecek hayal gücüne de sahip değiller. Şehrin orasına burasına dinamit gibi yerleştiriyorlar bu yapıları ve başka şehirlere ilişkin imajları da çaldıkları minarenin kılıfı olarak kullanıyorlar.
Başka şehirlerin isimlerini, markalarını almak ne işe yarıyor?
Kültürel anlamda alabildiğine içeriksiz bir toplumsal sermaye söz konusu, zaten bu yüzden başka şehirlerin cadde ve semt isimlerini alıp kendince bir toplumsal sermaye devşirmeye çalışıyor. Oysa gerçekte, yaşam bilgisi, beton sevgisine ve bağımlılığına indirgenmiş durumda bu alanlarda. Çok acıklı, çünkü kendilerinin çakması haline geliyorlar böylece. O siteler birer araf! Bu insanlar satın alınarak edinilemeyecek bir etik ve estetik olgunlukla, başka bir deyişle hep dahil olmak istedikleri ‘medeni’ cennetlerle, kendilerinde gördükleri ve asla aşamadıkları ‘değersizlik’ cehennemi arasında bir arafta yaşıyorlar. En muhafazakarlar, kendilerinden en çok kaçmak isteyenler. Başka bir şeye dönüşmek istedikçe, varoluşlarında hissettikleri değersizliği ele veriyorlar.
Rezidanslar yaşadığımız çağı ortaçağlaştırıyor
İtibar ve kredibileteyle süslenen bu yaşam rezidansları neyi yok edecek?
O rezidanslar ve siteler şehri yok ediyor. Çevreden merkeze doğru taşınarak yaşadığımız zamanı ortaçağlaştırıyorlar. İnşaat şirketleri, mesela Ağaoğlu da -ismiyle müsemma- bir derebeyine dönüşüyor bu çerçevede. Artık hayatlarımız bu ultra-modern, neoliberal feodallerin elinde. Hayatlarımızla ilgili her türlü kararı tek taraflı olarak onlar veriyorlar. Aidat adı altında haraca bağlıyorlar site sakinlerini. Eviniz sizin ama evinizin üzerinde olduğu toprak onların. Evinizi sırtınıza alıp taşıyamayacağına göre, ömrünüz oldukça bağımlı olacaksınız bu şirketlere. Yani kendi paranızla bağımlılık satın alıyorsunuz böylesi bir yaşam alanına yatırım yaptığınızda. Hayırlı olsun.
Bugüne kadar yaşanan ve içimize sindirdiğimiz mahalle kültürü nereye gidiyor yok mu oluyor?
Mahalle kültürü heterojen yapısıyla, her yaşam alanında var olan eşitsizlikleri yumuşatıyor, geçişkenliği kolaylaştırıyor ve dolayısıyla aslında hayatımızı içine doğduğumuz koşullardan başka yönlere evriltmemize imkan sağlıyordu. Elbette mükemmel değillerdi, ama namükemmel oluşları ile dönüşüme açıklardı. Sitelerin ve rezidansların sundukları yaşam ise sizi önce bir suçlu olarak görüp daha kendilerine temas ettiğiniz anda sınırlamaya ve o sınırları bedeninize, hareket alanınıza indirdikleri darbelerle acı bir şekilde hissetmenize uğraşıyorlar sürekli. Onları şikayet edebileceğiniz bir merci ise bulunmuyor. Sitelere yerleşen arkadaşlarıma şaşıyorum doğrusu. Kim hayatını ve itibarını bir Türk müteahhide emanet etmek ister ki…
Alçak binalardan yüksek binalara taşınan insanları nasıl bir hayat bekliyor?
Yüksek bina demek insani olandan kendini izole etmek ve bağımlılık demek. Örneğin elektriğe ve enerjiye bağımlısınız. 20′nci katta oturuyorsunuz, evinize geldiniz, elektrik kesik… Vallahi, hakettiniz, ne diyeyim? Bu yalnızca bir örnek, gerisini herkes hayal edebilir. Ayrıca, Türkiye gibi yasaların, yönetmeliklerin inşaat şirketleri tarafından hükümete yakınlıkları oranında esnetilebildiği bir deprem ülkesinde o kadar yüksek bir binada yaşayarak kendimi güvende hissedebileceğimi zannetmiyorum.
İstanbul’da tüm yolları Brooklyn’e çıkması madem dahiyane bir fikir, niçin Brooklynliler bir New Fikirtepe projesi üretmiyor? Ya da bizden bir semtse şayet, niçin İstanbul’da Kreuzberg evleri yok?
Türk dediğin şey, sürekli kendinden başka bir şey olmak isteyen tuhaf bir şey. Sürekli dönüşüm halinde ve dönüşümün hiçbir aşaması onu tatmin etmiyor. Onca şişinmesine rağmen kendinden o kadar rahatsız ki, ona değen, temas eden, içinden geçtiği her şey bir anda değersizleşiyor. Kreuzberg fazla Türk, Türkiye için. İşin ironisi bir yana, Kreuzberg olmaz, çünkü Kreuzberg Berlin’de bir dışlanma mekanıydı. En uzun süre dışlanmışlar fırsat bulur bulmaz Kreuzberg’den kaçtılar. Böylece Kreuzberg’in dönüşümünden hasıl olacak uzun vadeli faydayı da elden kaçırmış oldular. Fikirtepe’de de aynı şey olacak. Bir dışlanma mekanı olduğu için insanlar ilk fırsatta kaçıyorlar oradan. Fikirtepe’nin oluşturacağı rantı da elden kaçırmış oluyorlar böylece.
Kentler hep böyle mi dönüşür? Bu mudur işin raconu, varolanı yok ettiğini anladık da koca bir geçmişi yok saymak… O nasıl olacak?
Kentler her dönemde başka şekillerde dönüştüler. Kentsel dönüşümün her dönemde ve coğrafyada geçerli bir kuralı yok. Ama kural olarak bütün kentlerin bir şekilde dönüştüklerini, dönüşemeyen kentlerin ortadan kalktıklarını biliyoruz. İşin kötü tarafı ben bu ülkede “kentsel dönüşüm” dediğimiz şeyin dönüşüm olduğunu düşünmüyorum. Bunun adı kentsel yıkım, yapılan her şey kentsel mekana karşı işlenmiş bir suç niteliğinde. Kentsel mekanı, üzerinde hayat bulan insan ve doğa varlığından ve etkinliğinden koparmak o kenti bir ucubeye dönüştürmek demektir. Çok uzak olmayan bir gelecekte, muhtemelen deprem sonrasında İstanbul’un dünyanın en çok yatırım yapılmış harabelerinden birine dönüşeceğini düşünüyorum. Çünkü geri dönüşü olmayan o yola gireli çok oldu. Bunun günahı vebali kimin üzerine, varsın buna tarih karar versin.
Satamadığınız inşaatın altında kalırsınız
İnşaat krizine gelelim. 17 Aralık operasyonunda ilk duyduğumuz isimler Ali Ağaoğlu, Erdoğan Bayraktar, Fatih Belediyesi’ydi. Ve aslında inşaatçılığa dair bir kriz işaretiydi. Şimdi bu insanlar aklandı, paklandı. Lakin kimi araştırmalara göre İstanbul’da 400 bin konut fazlası var. İnşaat krizinin altında kim kalır, kimler yine yara almadan çıkar?
Satılamayan konut sayısının 600 bini bulduğu söyleniyor. Ama tabii her şeyi bilen devletimiz bu konuda güvenilir bir istatistik yayınlamayı düşünmüyor bile. İnşaat krizinin altında hepimiz kalırız. Sadece biz de değil, Türkiye’ye bir şekilde yatırım yapmış herkes kalır. Çünkü şu anda inşaat demek Türkiye demek, inşaat krizi demek de Türkiye’nin uzun soluklu bir krize girmesi demek. Çünkü inşaat krizi başka krizlere benzemez. Satamadığınız inşaatın altında kalırsınız. Satamadığınız müddetçe de çıkamazsınız oradan. Hadi bu inşaatları yıkalım desek, inşa maliyetinin neredeyse 1.5 katı kadar bir maliyet çıkar karşımıza. Bu yüzden Allah gecinden versin, ama galiba korkunun ecele faydası yok. Zaten bizi AKP’nin neden olduğu bu inşaat krizinden bir tek Allah koruyabilir, bu konuda hükümetin tedbir almayı akletmesi bir manda sürüsünün topluca ağaç dallarında yaşamaya karar vermesi kadar olasılık dahilinde görünüyor…
Ayşe Çavdar kimdir?
Ayşe Çavdar, gazeteci ve akademisyen. Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yaptı. 1992 yılından itibaren Yeni Şafak, Ülke, Yeni Yüzyıl, Nokta, Atlas, Aktüel gibi yayınlarda muhabir ve editör olarak çalıştı. “Müslüman Ailenin Mahalleden Siteye Taşınma Macerası” başlığını taşıyan doktora tezini Avrupa Viadrina Üniversitesi’nde Kültürel Antropoloji dalında hazırladı, sundu, bitirdi. Halen Kurtuluş’ta oturuyor.
Diken.com.tr’den alındı