Herkesin haberdar olduğu gibi geçtiğimiz günlerde Ekrem İmamoğlu hakkındaki dava, cezayla sonuçlandı ve yerel mahkemeden hem hapis hem de siyasi yasak sonucu çıktı. Doğal olarak İmamoğlu’nun aldığı bu ceza, ülke siyasi yelpazesinin tüm kanatlarında büyük yankı uyandırırken, kaçınılmaz bir şekilde sosyalist hareketin gündeminde de hatırı sayılır bir yer buldu. Konu hakkında pek çok insan tarafından çeşitli değerlendirmeler yazıldı, çizildi. Şu ana kadar yazılanların olabildiğince tekrarına düşmeden tartışmayı derinleştirmek gerekmekte. Saraçhane meselesinden bağımsız, sosyalistlerin önümüzdeki süreçte izlemesi gereken taktiğe dair yaklaşım farklarının kristalize edilmesinden dolayı konu, önem arz etmektedir. Güncel yaklaşım farkları ve bakış açıları bir yana, politik tartışma alışkanlıklarımızın azaldığı da düşünüldüğünde bu tarz tartışmalara çok daha fazla ihtiyacımız olduğu aşikardır. Konu ile ilgili bakış açısı farklarının temelinde, ülkenin içinde bulunduğu nesnel durum ve faşizm tahlillerindeki farklılıklarının yattığı görülmektedir. Bunun sonucu olarak, yaklaşım farkları ülke konjonktürüne birbirinden çok farklı çözümler sunmaktadır. Mevcut yaklaşımların bu şekilde ortaya dökülmesi ve bunun üzerinden tartışmaların ilerlemesi, içerikten bağımsız şekilde sosyalist hareketin lehinedir.
Faşist bloğun seçime doğru saldırılarını arttıracağı ve bu durumun suni bir ekonomik refah yaratımı ile desteklenmeye çalışılacağı zaten hepimizin aklında olan bir senaryoydu. İmamoğlu’na verilen ceza meselesi, HDP’nin hazine desteğinin gasp edilmesi gibi tüm muhalefet unsurlarına karşı yapılan girişimlerle birlikte, yeni gelen asgari ücret zammı ve EYT düzenlemeleri gibi ekonomik “iyileştirmeler” aynı sürecin farklı yüzlerini oluşturmaktadır. İmamoğlu’na verilen ceza da doğal olarak bu sürecin içinde değerlendirilmelidir ancak mesele tüm bu değerlendirmenin vardığı yerdir. Evet, “yeni bir süreç başlamıştır” ancak bu yeni süreç, Millet İttifakı’nın tariflediği şekilde değildir. Rejim güçleri; muhalefetin restorasyoncu burjuva odaklarının bile payına düşeni aldığı, alacağı topyekûn bir saldırılar sürecini başlatmış bulunmaktadır. Görünen odur ki rejim, İmamoğlu cezasıyla seçime yönelik bir hamle yapmış, el yükseltmiştir. Ve rejimin, toplumun “mimli ötekileri” dışında kalan ve daha kabul edilebilir olan burjuvazinin kendi iç muhalefetine dahi el yükselttiği bu yeni durumda, ülkenin gerçek ötekilerine yönelik saldırılarını da giderek arttıracağı görülmektedir. Şüphe yok ki rejimin İmamoğlu’na ceza hamlesi, gerçek ötekilere karşı da yeni bir taarruza geçileceğinin habercisidir. Bu el yükseltmenin başta Kürtler olmak üzere tüm ezilenler cephesine yansıması ise elbette ki burjuva muhalefetine olandan çok daha beter olacaktır. Doğal olarak, içinden geçilen durumun ana karakterini saptamanın, bu ana karaktere göre taktiği ve bu taktiğe gösterilecek esnekliği belirlemenin de en elzem olduğu kesim yine ezilenlerdir.
Nispetçiliğe ve duygusallığa zaman yok
Konu ile ilgili ana tartışmalara girmeden önce bizim cenahta sıkça rastlanan ve nispetçilik olarak tarif edilebilecek; “Kürtler ve HDP’ye yapılırken ses çıkaracaktınız”, “O zaman sustunuz şimdi konuşmayın”, “Size müstahak” gibi çıkışlardan söz etmek gerekir. Bu argümanların ana tespitlerinin doğru olduğu su götürmez bir gerçektir. Elbette HDP ve Kürtlere sessiz kalınması bugünkü duruma yol açmış, eninde sonunda sıra onlara da gelmiştir. Şüphesiz HDP’nin temel anayasal hakların ihlal edilmesine karşı yalnız bırakılması, İstanbul’da kayyum riskini doğurmuştur. Faşizmin kayyumlar üzerinden olan saldırısı eğer vaktinde geri püskürtülebilseydi içinde yaşadığımız bu gelecek daha oluşmadan yok olacaktı.
Yılan sonunda onlara bile dokundu ancak öte yandan bu meseleyi, “Onlar bize ses etmedi şimdi onlardan bize ne,” duygusallığıyla ele almanın faşizmin kurumsallaşmasına karşı verilen mücadelemizi geriletmekten başka bir işe yaramayacağı sonucu da ortada durmaktadır. Bu çıkışlar insanların içinde yıllardır biriken duygusallığın ifadesi olarak da açıklanabilir fakat duygusallıkla oluşan nispetçilik ile güncel durumun içerisinde yanlış odağa yönlendirilmiş kin, bizim hiçbir zaman yöntemlerimiz arasında olmamıştır, bundan sonra da olmamalıdır.
Şimdiki görevimiz, duygusallığa alan bırakmadan pozisyon almak ve restorasyoncu güçlerin vaatleriyle oyalanan ezilenlere tek gerçek ve doğru seçeneği göstermektir. Zaten temelinde hakikatin maddi varlıklar gibi zuhur etmemesinden kaynaklı siyaset yapılmıyor mu? Ödevimiz doğru seçeneği dünden daha görünür kılmaktır. Nispetçiliğe ve duygusallığa zaman yoktur, zira bugün doğru seçeneği görünür kılmanın dünden çok daha büyük bir ihtiyaç olduğu ve bunun kitlelerde hakiki karşılık bulduğu ortadadır. Bugün geçmişin hesaplaşmalarına düşmenin değil, yılana karşı bütün toplumsal güçleri ve dinamikleri yan yana getirmenin zamanıdır.
Steril siyasetle geleceğe kaçarsak sonumuz distopya
Sosyalist hareket içerisinde Saraçhane süreciyle başlayan yaklaşım farklarını ele aldığımızda, meselenin faşizm tahlillerinin farklı olmasından kaynaklandığı sonucu çıkmaktadır. Bu tahlil farklarının da, İkinci Dünya Savaşı öncesi Komüntern ve sosyalist hareketin yürüttüğü tahliller ile taktiklerle ilintili olduğunu gören bir yerden –aktüel siyasetle de bağımızı koruyarak– ilerlememiz gerekmektedir.
Bu yaklaşım farklarından biri, Siyasi Haber’de yayımlanan Devrimci Parti’nin Genel Başkanı Elif Torun Öneren’in röportajında görülebileceği gibi faşizmin bu topraklarda yeni bir şey olmadığı, zaten yıllardır süren bir olgu olduğu tahlilidir. Yine benzer bir bakış açısını Akın Toraman ETHA’da yayımlanan yazısında net olarak ifade etmektedir. Bu bakış açılarının sosyalist hareket içerisinde azımsanamayacak kadar savunucusunun olduğunu da unutmamak gerekmektedir.
Faşizm tahlili denklemde yeni bir şey olmadığı, faşizmin kurumsallaşma aşamasını tamamlamış olduğu şeklinde kabaca özetlenebilecek olan yaklaşımın Saraçhane sürecine bakış açısı ise, ‘’Bunlar egemen sınıfların kendi iç kavgalarıdır bizi ilgilendirmez ve alakadar etmez” şeklindedir. Bu bakış açısının ve düşünüş yönteminin vardığı sonuçlara gelmeden önce, düşünüş biçimindeki aksaklıklara bakmalıyız. Siyasal ve toplumsal alanda olan her şey, eşyanın doğası gereği birbirini etkilemeye mecburdur. Zaten bunun aksi de kaçınılmaz olarak bizi olguların birbirinden tamamen bağımsız olduğu bir ön kabul hatasına götürür. Dolayısıyla, ülkenin egemenlerinin kendi içerisindeki kavgaları gibi bizi doğrudan etkileyecek bir konu da “Bizi ilgilendirmez,” yaklaşımıdır ve bu yaklaşım düşünüş biçimi olarak hatalıdır.
“Bizi ilgilendirmez” yaklaşımının düşünüş tarzı olarak hatalı olması bir yana, mesele egemenlerin kendi iç kavgalarından ve bu çelişkilerden sosyalistlerin yararlanamayacağı/yararlanmaması gerektiği gibi bir varsayımı da içermektedir. Tarihe baktığımızda defalarca kez görebileceğimiz gibi egemenlerin iç kavgaları her zaman doğrudan bizi ilgilendirmektedir. Ekim Devrimi, 2. Dünya Savaşı öncesi Fransa’da faşizmin geriletilmesi, İspanya’da CEDA’ya karşı Halk Cephesi kurulması gibi birçok örnekte bu durum kaşımıza çıkmaktadır. Egemenlerin iç kavgaları hep sosyalistlerin meselelerinden biri olmuştur ve bundan sonra da olmayı sürdürecektir. Buradaki asıl mesele bu çatlaklara nasıl müdahale edileceği, buradan bütün ezilenler adına nasıl faydalar sağlanacağıdır. Sosyalist hareket elbette ki kendi bağımsız siyasetini oluşturmalı ve kendi yolunu açmalıdır ancak bağımsız siyaset ihtiyacı ve gerekliliği hiçbir zaman egemenlerin iç çelişkilerine müdahil olmamıza engel değildir. Bu çelişkilere girmek ve faydalanmaya çalışmak gerekmektedir.
Güncel örneğimiz olan Saraçhane sürecine dönecek olursak, ezilenler adına buradan çıkarılabilecek faydalardan biri daha şimdiden Saraçhane mitinginde su yüzüne çıkmıştır. Demirtaş’ın sözlerinin en büyük alkışı alması, restorasyoncu çevrede toplanan kitlelerin de bu ülkenin gerçek ezilenleri ile empati bağlarının genişlediğinin göstergesidir. Bu kitleler ile kurulan bağların daha da genişletilmesi ve güçlendirilmesine çaba harcanmalı ve daha fazla insanın hakikati fark etmesini sağlamaya çalışılmalıdır. Burjuvazinin temsilcilerinin kendi iç kavga sürecini, kitlelerin gözünde belediyelere kayyum atanması gibi saldırıların gerçek yüzünü ortaya çıkaracak ve HDP ile Kürt halkının siyasi tercihlerinin meşruluğunu bir kez daha tartışılamaz hale getirecek bir sürece çevirmek, bu iç kavgadan ezilenler lehine çıkarılabilecek kazanımlardan biridir. Sadece HDP ve Kürt halkının siyasi tercihlerinin kitlelerin gözünde meşruluğunu sağlanmak için olsa bile bunları denemeye çalışmalı ve ellerimizi “kirletmekten” çekinmemeliyiz.
“Bizi ilgilendirmez,” bakış açısının bizi götüreceği yer fazlasıyla steril bir siyaset yapmaktan fazlası değildir. Bu steril siyaset bakış açısı Komintern’in bir dönem yaptığı ‘’sosyal faşizm’’ tanımı ile düştüğü hataya düşmektedir. Komintern’in o dönemki sosyal faşizm tanımı üzerinden izlediği yolla, diğer herkes ile faşistleri eşitleyerek, faşizmin inşasına karşı kurulacak olan cepheyi bırakın genişletmeyi daraltmıştır. Hatta Nazi’lere karşı Almanya Sosyal Demokratları ile bir cephe kurulmasını savunan Almanya Komünist Partisi üyeleri partiden ihraç edilmiştir. Komintern’in izlediği bu yol tartışılabilir olsa da bunları “Devrimci Hücum’’ döneminde oldukları tahlili ile beraber yaptığını da unutmamak gerekmektedir. Günümüzde var olan durum pek çok şekilde yorumlanabilecek olsa da bunlardan hiçbirinin “Devrimci Hücum’’ olmadığı aşikardır. Komintern’in “sosyal faşizm”’ ile yöneldiği yol, akan mücadelelerle ve hayatla uyuşmadığı için Almanya’da steril bir siyasete dönüşmüştür. Bu bakış açısının da büyük pay sahibi olduğu bir sürecin sonucu olarak Nazi’lerin yükselişine karşı kurulabilecek olan en geniş cephe başarısız olmuştur. Komintern’in VII. kongrede faşizmin yükselişine dair “sosyal faşizm” tanımı ile kurduğu; II. Enternasyonal üyesi partiler başta olmak üzere diğer herkes ile faşistleri eşitlemeyi terk ederek benimsediği Halk Cephesi taktiği kendi içerisinde pek çok sorunu barındırsa da Fransa’da faşizmin yükselişini engellediğini tekrar hatırlamak gerekmektedir.
İstanbul’a kayyum atanması durumu, halkın seçim iradesinin gaspından başka bir şekilde değerlendirilemez ve olanlara tutarlı bir demokratizm mücadelesi gereğince karşı çıkılmalıdır. Nasıl HDP’nin 65 belediyesinin gasp edilmesine karşı çıkmamızın sebebi bizim HDP’li olmamız dışında halkın yerel yönetimi için sandığa yansıyan oyunun, yani bu demokrasinin kötü ve kadük biçiminin bile, AKP tarafından gasp edilmesi ise, yine o zamanki tutarlılıkta devam etmek gerekmektedir.
Sosyalist hareket egemenlerin yedekleme çabalarından mutlak olarak kaçınmalı ve bu saldırılara karşı uyanık davranmalıdır ancak kendi cephemizi yedeklenenler gibi yaftalar ile daraltmak da kolaya kaçarak meseleyi kadükleştirmek olacaktır. Güncel konjonktürde elimizi zorlaştırmak dışında bir işe yaramayacaktır. Çevremizde akan hayata ve mücadelelere karşı “Bizi alakadar etmez” tavrı, kendini korumaya almak ve yalıtmak anlamına gelmektedir. Bu siyasi yönelim mücadeleden koparak geleceğe kaçmaktan başka bir şey değildir. İçinden geçtiğimiz kritik bir süreçte bu, yapılabilecek en büyük hataların başında gelerek bizi distopyaya daha da fazla yaklaştıracaktır.
Aslolan sosyalist hareketin bütün paydaşlarının geçmişin gulyabanilerinin sebep olduğu bu steril siyaset anlayışlarını terk ederek; en geniş demokrasi cephesini kurup, faşizmi kurumsallaşamadan bu topraklardan ilga etmek ve en geniş demokrasi cephesinin bulutsu ittifakından ezilenlerin tarihsel bloğuna kalıcı bakiyeler koparmaktır.
Utangaçlık ve Fluluk
Yukarıda bahsettiğim “Bizi ilgilendirmez” tavrının dışında, egemenlerin ilişkilerini ve bizi ilgilendirme meselesini doğru okuyan, faşizmin kurumsallaşmasını henüz tam olarak tamamlanmamış olduğunu kabul eden ancak devamında kolaya kaçan eğilimler görülmektedir. Bu tip bakış açıları, meselenin çevresinde dolanmak ve boşa zaman geçirerek oyalanmaktan fazlası değildir. Hem faşizmin burada başarılı olursa daha hızlı ve güçlü darbelerle ilerleyeceğini, başarısız olursa zayıflayacağını kabul edip hem de ne yapılacağına flu cevaplar vermek tutarsızdır. Eğer tespitimiz bu ise, bu mevzi canla başla savunulmalıdır. Konu nettir, egemenlerin arasındaki çelişkileri gördükten sonra, “Biz bu çelişkilerden yararlanacak mıyız? Yararlanmayacak mıyız?” sorusunu sormak bizi doğru taktiklere yöneltecektir. Bütün netliği ile ortada duran bu soruya kaçamak cevaplar vermek ise meselenin etrafında dolanıp, oyalanmaktan fazlası değildir.
Yine bu meseleye karşı gösterilen benzer bir eğilim de ana tahlilleri doğru yaptıktan sonra “Mecbur değiliz!” ile meseleyi burada kesip, “Sokak,” diyerek kolaya kaçmak ile tutarlı şekilde devam etmek arasında da çok büyük bir fark vardır. Ne anlattığı ve ne önerdiği belli olmayan bir biçimde, “Sokak” siyaseti yapmayı öğütlemek kulağa şekli olarak “devrimci” gelen sözler söylemekten fazlası değildir. Bu tür muğlak tahliller gelecekte oluşacak sonuca göre her durumda haklı çıkmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Meselemiz kimin daha en “devrimci” sözü söylediği ve günün sonunda haklı çıkacağından çok daha ötededir. Bunda anlaştıktan sonra elbette siyasetin sokağa nasıl taşınacağı ve 2023 seçimleri ile sokağın diyalektiğinin nasıl kurulacağı, bizim temel meselemiz haline gelmektedir. Bunu vurgulayamayan ve Emek Özgürlük İttifakını görmeden yola devam eden her değerlendirme, “Umudu seçimde mi görüyorsunuz?” eleştirilerini almamak için gösterilen bir tür utangaçlıktan öte bir şey değildir ve ezilenlerin tarihsel ittifakına bir yarar sağlamak kenarda dursun, geleceğe kaçıştan başka bir noktaya da tekabül etmemektedir. Aslolan en geniş demokrasi cephesiyle birlikte faşizmin lağvedilmesidir.
Yapılması gereken kimsenin gölgesine girmeden siyaset yapılacak bir odağı inşa etmektir. Bu odağın kendisi de asli olarak HDP ve 3. Kutup siyasetinin kendisidir. Devrimciliklerine halel getirmek korkusuyla utangaçlık yapmanın ve somut durumu işaret etmekten kaçmanın, verili durumu düzeltmek şöyle dursun daha beter hale getirmesi kaçınılmazdır. Hali hazırda ezilenlerin tarihsel bloğuna en yakın girişim olan ve içinde ezilenlerin tarihsel ittifakının nüvelerini büyüten Emek Özgürlük İttifakı ve HDP siyaseti yokmuş gibi siyaset yapmaya ve tahlil oluşturmaya çalışmak, odadaki fili görmezden gelmektir.
Gerçek umut, faşizmi defedip restorasyonun da ötesine geçebilir
Mevcut iki kutup dışında bir siyasi öbek olarak ortaya çıkan Emek ve Özgürlük İttifakı olarak henüz net bir strateji ortaya koyulamadığı, ittifakın seçimlerle kısıtlı kaldığı doğrudur. Türkiye’de faşizmin ilga edilmesi meselenin yalnızca seçim meselesi olmadığı noktasına ise konu ile ilgili bütün yazılarda ortak payda olarak rastlanmaktadır. Sosyalist hareketin hemen hemen tamamının ortaklaştığı paydayı da bu coğrafyada siyaset yapan herkes tasdikleyecektir. Buradan ilerlememiz gereken temel yol bizleri, önümüzdeki süreçte Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçim denklemine sıkışmış bir ittifak görüntüsü ve bu halinden kurtulması için yapılması gerekenleri arama uğraşına çıkarmaktır. Tek gerçek demokrasi talebinin sahibi olan HDP ve Emek Özgürlük İttifakı’nın kitlelerle bağının genişletilmesi için yapılması gerekenlerin neler olduğudur.
Sonuç olarak bugün durduğumuz noktada 2019 seçimlerinde HDP siyasetinin güttüğü taktik ile faşizmin kurumsallaşmasına karşı kazanılan mevzi kaybedilmek üzeredir, başka tehlikeler de kapıdadır. Ertuğrul Kürkçü’nün Yeni Yaşam gazetesinde yayımlanan yazısında HDP ve kitleler arasındaki bağa dair yaptığı tespit çok yerindedir: ‘’Halk, bir kez daha kendi 31 Mart taktiğine sahip çıkmış, “no pasaran” ruhunda sürdürmüş ve kendi rengini sürece katmıştır.’’ Tam bu noktada bizim hatırlamamız gereken 2019 yerel seçimleri sürecinde sergilenen siyasi aklın ve ferasetin kendisidir.
Yeniden ana konumuza dönersek, ortada faşizmin kurumsallaştırılması için iktidar bloğu tarafından yapılan güncel bir hamle vardır. AKP-MHP bloğunun bu yeni olası kayyum hamlesini ve kozunu, faşizmin kurumsallaşma sürecindeki olağan ve normal bir işleyiş gibi düşünmemek, olacakları yeni bir taarruz dalgasının ilk hamlesi olarak ele almak gerekmektedir. Faşist blok bütün bu hamleleri seçim için yapmaktadır. Meşruluğunu tazelemek ve rejimini bu topraklarda kalıcılaştırmak için 2023 seçimlerine ihtiyaç duyduğu da bariz şekilde göz önündedir. Bu tespitler bizi kaçınılmaz olarak AKP’nin bütün planlarını seçim ekseninde kurduğu gerçeğine çıkarmaktadır. Tam da bu noktadan tutarlı bir şekilde ilerlendiğinde muhalefetin ve ezilenlerin de karşı hamlelerini yaparken seçimi denklem içinde tutmaları gerektiği sonucuna varılması gerekmektedir. Seçim denklemini işin içine katmayan her değerlendirme güncel konjonktürü anlamak ve yorumlamaktan çok uzaktadır.
Restorasyoncu güçlerin olağan bakış açısı olan “Seçimlerle göndereceğiz,” kısıtına takılmanın karşısında alınması gereken tavır, steril siyaset yapmak, seçimler yokmuş gibi davranıp, ne anlattığı belli olmayan öneriler getirmek ya da flu sözler söylemek değildir. Zincirin kavranacak halkası ortadadır. Yapılması gereken restorasyona karşı gerçek demokratik dönüşüm talebini en güçlü siyasi argüman haline getirmek ve bu süreci HDP ve Emek Özgürlük İttifakı’nın siyaseti fabrikalara, okullara, sokağa ve evlerin içine taşınacak, hayat ile hemhal olacak ve tüm mücadele alanları ve renkleriyle karılarak, ezilenlerin tarihsel ittifakının bütün görkemiyle var olmasına katkı sunacak hale getirmektir.