“Efendiler, yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz!”1
Cumhuriyetin kelime anlamı bir ülke içinde siyasi egemenlik hakkının belli bir kişi ya da aileye değil, o ülke içinde yaşayan halkın bütününe ait olduğuna işaret eder. Arapça, kalabalık, halk anlamına gelen cumhur kelimesinden türetilmiştir.2 Türkiye’nin idari şekli 29 Ekim 1923’den beri resmen cumhuriyet olup şu günlerde 99. yılını kutluyor.
Türkiye’de ideal yönetim tarzı üzerine yapılan tartışmalarda başlıca üç görüş öne çıkıyor. Bunlardan birincisi Cumhuriyet rejimi yerine saltanat rejimini özleyen İslamcı-Osmanlıcı çevreler. Bunların sesi özellikle son AKP iktidar döneminde çıkmaya başlamış olsa da nüfusun küçük bir azınlığını oluşturuyorlar.3
İkinci görüş cumhuriyet rejimini büyük bir kazanım olarak görüp, ona methiyeler düzen ve özellikle cumhuriyetin kuruluş dönemindeki aksaklıklara ve bu rejimin mağdur ettiği geniş halk kesimlerine hiç değinmeyen Kemalizan çevreler. Bunlar da çoğunlukla ana muhalefet partisi CHP ve İslamcı olmayan sağ partilerde temsil ediliyorlar.4
Üçüncüsü ise cumhuriyet rejimine ilkesel olarak karşı çıkmamakla birlikte Türk-Sünni İslam ideolojisi temelinde kurulan cumhuriyetin gerek kuruluş aşamasında gerekse sonrasında bu rejimin yanlış ve eksik yönlerini vurgulayan sol, sosyalist ve demokratik Kürt siyaseti etrafında toplanan kesimlerce temsil ediliyor.5 Bunların cumhuriyet rejimine getirdiği başlıca eleştiri cumhuriyetin kuruluşundan beri sosyal ve demokratik vasıflarının eksik kaldığı ve bu rejimin gerçekten halk egemenliğini değil, devletin halk üzerindeki egemenliğini zorla tesis etmeye çalıştığı yönündedir. Ben de bu üçüncü görüşe katılıyorum ve yazıda bu eksiklikler üzerinde duracağım.
Bu vasıfların eksikliği, Türkiye halklarının Türk-Sünni İslam halkasına ait olmayan kesimleri ile işçi sınıfının ve aydınların geneli itibariyle katliamlar ve büyük acılar çekmelerine neden oldu. Cumhuriyetin sosyal vasfının eksik olmasından kastımız sosyal devlet olgusunun oturmamışlığı ve emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan geniş halk kesimlerinin hakları için örgütlenmesi önünde konulan engellerdir.
Demokratik vasfının eksik olması ise, Türk-Sünni-İslam halkasının dışındaki nüfusun, ki bu en az yüzde kırka yakın bir halklar topluluğudur, yani Alevilerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin ve diğer Müslüman olmayanların ve Kürtler dışında Çerkezler, Araplar, Lazlar ve Romanlar gibi Türk olmayan halkların uğradığı katliamlar ve ayrımcılıklar ile kadınların, ve LGBTQ+ bireylerin siyasi rejim tarafından sistematik olarak ayrımcılığa uğramaları, ötekileştirilmeleri ve ezilmeleridir. Bunlara özellikle sosyalist solda siyaset yapan emekçilerin ya da fikir üreten aydınların maruz kaldığı büyük baskılar, işkenceler, idamlar da eklemlenmelidir. Bu durumun tarihsel nedenlerine bakıldığında ise üç önemli faktörün etkili olduğu görülecektir.
Bunlardan birincisi, Türkiye coğrafyasının nüfusunda yaşanan olağanüstü değişimdir. Cumhuriyetin ilanından önceki son on senede ve cumhuriyetin ilanının akabinde Müslüman olmayan halkların yaşadığı büyük katliamlar, kırımlar, zorunlu göç ettirme politikaları ve buna mukabil Balkan ve Kafkasya’dan gelen büyük Müslüman halk göçü nüfusun yapısında çok ciddi bir değişime yol açtı. 1915 Ermeni Soykırımı ve Süryani Soykırımı, 1914’de başlayan ve 1919-22 arası Ege ve Karadeniz bölgelerinde Rum Pontus Soykırımları ve 1923-24 yıllarında Rumların zorunlu göçe tabi tutulmaları sonucunda nüfusun yaklaşık yüzde otuzu yok olmuştur.6
Bu nüfus Osmanlı’nın en ileri kesimini teşkil ediyordu. Hem Osmanlı burjuva sınıfının, hem işçi sınıfının hem de aydınlarının büyük bölümünü içinde barındıran nüfusu bu yok edilen, köklerinden kopartılan Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler oluşturuyordu. Buna ilaveten yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk sermayedar sınıfı, soykırıma ve zorunlu göçe tutulan bu halkların sermaye birikimlerine yeni kurulan devlet tarafından el konulup kendilerine aktarılmasıyla ortaya çıktı.
Avrupa’da yüzyıllar içerisinde ve çoğunlukla da devlet gücünü elinde tutan aristokratlara karşı ortaya çıkan burjuva sınıfı 17. ve 18. yüzyıllar boyunca güçler ayrılığı, hukuk devleti, bireysel özgürlükler gibi ilerici kavramların bayraktarlığını yapmış ve ancak 19.yüzyılda işçi sınıfının çıkışıyla beraber muhafazakârlaşıp, ilerici vasfını yitirmişti. Oysa, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet yardımıyla oluşturulan milli burjuvazi daha en başından beri devletin karşısında başı eğik, korkak ve batılı muadilleri gibi ilerici hiçbir burjuva değerine sahip çıkamayan bir sınıf konumundaydı. Sonraki yıllarda da bu durum çok fazla değişmeden devam etti. Her askeri darbede cuntacıların karşısında büyük burjuvaziyi temsil eden TÜSIAD hazırola geçip selam duruyor ve örneğin 12 Eylül 1980 cunta yönetimi sırasında dönemin en etkili iş insanlarından Vehbi Koç, cuntanın lideri Kenan Evren’e mektup yazarak yakalanan sol görüşlü eylemcilerin mahkemelerinin uzatılmaması, cezalarının süratle verilmesi, polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânların genişletilmesi tavsiyelerinde bulunuyordu.7
Türkiye’de örgütlü işçi sınıfının ortaya çıkışı için ise 1960’ları beklemek gerekecekti. Ermeni, Rum, Yahudi isçilerin Osmanlı’nın son döneminde örgütlediği grevlerin sayısına, ya da özellikle Ermeni aydınlarının kurduğu sosyalist partilerin örgütlülük düzeyine nüfusunun en az yüzde doksanı köylü olan Müslüman halklar gene 1960’lara kadar erişemeyecekti.
İkinci faktör ise, Kurtuluş Savaşı yıllarında Milli Mücadele’yi yürüten kadroların Anadolu’daki eşraf ve toprak sahipleriyle kurduğu ittifaktı.8 Bu durum Cumhuriyet kurulduktan sonra toprak reformunun yapılmasının önünde en büyük engel olacaktı. Nüfusunun çok büyük bölümü yoksul eğitimsiz köylülerden oluşan Türkiye halkları toprak ağalarına bağımlı konumdaydı ve bu da onların kendilerini geliştirmelerine, hak arama bilincinin oluşmasına engel oluyordu.
1946’ya gelindiğinde toprak reformuna cesaret etmek isteyen liderliğini İsmet Paşa’nın yaptığı CHP bunun bedelini partinin bölünmesiyle ve kendi içinden Demokrat Parti’nin çıkmasıyla ve 1950’de de seçimleri yitirmesiyle ödeyecekti. Demokrat Parti’nin yönetici kadroları toprak ağalarına dayanıyordu. Partinin on yıl başkanlığını yapan Adnan Menderes’in kendisi de bir toprak ağasıydı.9 Sınıfsal konumu itibariyle demokrasi bilinci son derece kısıtlı olan Menderes ve Demokrat Parti sadece seçim kazanmaya odaklanıyor ve milli iradenin tecellisini sağlamanın dışında her türden demokratik hak ve özgürlüğe iktidarda kaldığı süre boyunca köstek oluyordu. Bunun bir geleneğe dönüştüğü görülüyor. DP’nin ardılı olan sağ partiler de, o tarihten beri seçimlerin çoğunu kazanıyor ama milli iradeyi temsil etme dışında her türden demokratikleşmenin çoğunlukla karsısında duruyordu.
Üçüncü faktör ise, Cumhuriyeti kuran kadroların ideolojilerinin her türden demokrasi ve sosyal hakların gelişmesine karşı olmasıydı. Bu kadrolar İttihat Terakki`nin devamı olup, onun ideolojisini benimsemişlerdi. İdeolojinin politik boyutu etnik Türk milliyetçiliği ve otoriter modernizmdi. Uygulamada, Türkiye`de homojen Türk-Müslüman bir nüfus yaratmaktı. Nüfus sadece etnik anlamda değil, inançsal anlamda da tek bir kalıba girecekti. Bunun için gerekirse soykırım dahil her türlü yol mubahtı ve 1. Dünya Savaşı’nda İttihat Terakki’nin yaptığı soykırımların benzeri Cumhuriyet kurulduktan sonra da on binlerce insanın katledildiği 1937-38 Dersim Alevi Soykırımı ile tekrarlandı. Bu kadroların asker kökenli oluşu da onları oldukça otoriter yapıyordu. Devlet kuruluşundan beri halkından gelen demokratik talepleri zor yöntemleri ile bastırdı ve aydınlarına çok büyük bedeller ödetti. Örneğin Cumhuriyetin kuruluş yıllarında varolan kadın örgütleri kapatıldı, onun yerine devletin resmi kadın örgütü kuruldu ya da Nazım Hikmet yıllarca hapis yattı, Sabahattin Ali ise öldürüldü. İlerleyen yıllarda da devletin denetimi dışında demokratik hak talepli ortaya çıkan örgütlü yapılara hep kuşkuyla bakıldı ve yasalar bu yapıların gelişmesinin önünde engel oldu. Demokratik ve sol cenahtaki aydınların büyük bölümü de çoğunlukla ya öldürüldü ya hapsedildi ya da yurt dışına kaçmak zorunda kaldılar.
İdeolojinin ekonomik-sosyal boyutu ise kurucu kadroların asker-sivil bürokrat kesimden gelip toprak ağalarıyla ittifak halinde olmaları hasebiyle her türden sosyalist düşünceye karşı olmalarıydı. Devletin denetiminde bir kapitalist sınıf yaratmak ana düsturdu. İşçi sınıfının ise kendi öz örgütlenmesine izin verilmiyordu. Her türden sendikal hareket 1925’de çıkarılan Takrir-i Sükun kanunuyla yasaklanmıştı.10 Devletin son tahlilde denetleyici ve düzenleyici olduğu, kapitalist sınıfın sermaye birikimine cevaz veren ama işçi sınıfının her türden hak talebini yasaklayan bir tür korporatist ekonomik model benimsenmişti. Sınıflar vardı ama sınıf siyasetine izin yoktu. Sermaye sınıfı 1950’lerden itibaren palazlanmaya başlayınca devletin denetleyici ve düzenleyici rolü de azalacak ama 1960’lardan itibaren sınıf hareketinin ortaya çıkması ve gelişmesine karşın oldukça hoşgörüsüz olacak ve gerek 12 Mart 1971’de gerekse 12 Eylül 1980’deki askeri darbenin asıl nedeni işçi sınıfını tekrar zapturapt altına almak olacaktı.
Bu üç faktör cumhuriyetin kuruluşu sürecinde birbirleriyle de etkileşim halinde oldular. Örneğin, egemen milliyetçilik ayni zamanda işçi sınıfına ve sosyalistlere karşı kullanıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Müslüman olmayan halklara karşı uygulanan nüfus mühendisliği sonraki yıllarda Türklerden sonra en büyük halk olan Kürtlere karşı uygulandı ve binlerce Kürt bu politikalar sonucu yaşamını yitirdi. Devletin hiçbir itirazı kabul etmeyen otoriter yüzü en son 2013 Gezi Ayaklanması’nda da görüldüğü gibi yaşamını yitiren yirmi iki kişinin çoğunun güvenlik güçlerince öldürülmesine, binlerce insanın yaralanmasına neden oldu. Son olarak şu günlerde de LGBTQ+ bireyler devletin hedef tahtası olmuş durumda ve kendilerini ifade edebilmelerinin ve yasam alanı oluşturabilmelerinin önüne bin bir türlü engel çıkarılıyor.11
Sonuç olarak cumhuriyet rejimi kavrama sadık kalınacaksa, halkın bir kesiminin değil tümünün egemenliğinin önündeki engelleri kaldırmanın yaşama geçirildiği siyasi bir düzen olmalıdır. Bunu yapmanın yolu, statükoyu savunan iktidardaki ve muhalefetteki siyasi partilerin yerine, bu statükoyu değiştirmeyi talep eden düzene karşı siyasi hareket ve partilerin egemen hale gelmeleriyle mümkün olur. Bunun da günümüzde öznelerini, milliyetçiliğe bulaşmamış insan haklarını merkezine koyan demokratik sol ve sosyalist siyasi örgütlerin ezilen en büyük halkı oluşturan Kürtler ve diğer etnik kimliklerle son dönemde giderek güçlenen kadın hareketi ve ekolojik hareketlerle beraber ittifak eden kesimleri oluşturuyor. Bu özneler güçlendikçe eksik kalan Cumhuriyet projesi tamamlanacak, ve ortaya sosyal ve demokratik cumhuriyet çıkacak.
1 Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhuriyetin ilanını yakın çalışma arkadaşlarına 28 Ekim 1923’de bildirmesi.
2 cumhuriyet – Nişanyan Sözlük (nisanyansozluk.com)
3 Cenazesine bizzat Cumhurbaskanı Erdoğan’ın katıldığı Kadir Mısırlıoglu’nun cumhuriyete ilişkin söylediği sözler için bakınız: Ben Osmanlı’yım! – Kadir Mısıroğlu | Cumhuriyet Türkiyesi | Kemalizm Narkozu – YouTube
4 Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçen seneki Cumhuriyet Bayramı’nda cumhuriyet rejiminden büyük bir övgüyle bahsettiği demeci: CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN CUMHURİYET BAYRAMI MESAJI – Cumhuriyet Halk Partisi
5 Olacaksa, Bir “Sosyal Cumhuriyet” Olacak – Ertuğrul Kürkçü (ertugrulkurkcu.org)
6 Minorities (Ottoman Empire/Middle East) | International Encyclopedia of the First World War (WW1) (1914-1918-online.net)
7 4 Nisan’da TÜSİAD da Yargılanmalı – Rojda Duygu Yeşilgöz – bianet
8 Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e Geçişte Büyük Toprak Sahiplerinin Sınıfsal Rolü ve Dönüşümü (The Role and Transformation of Large Landowners in the Transition from Ottoman Empire to Turkish Republic) | Önal | METU Studies in Development
9 Taner, Timur. 1991. Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991, s. 11.
10 Dünden bugüne sendika hakkı: Sendikalar nasıl dönüşecek? – Evrensel
11 Cumhurbaskanı Erdoğan’n 22 Ekim 2022’de LGBT’li bireyleri yok sayan konuşması: Erdoğan: LGBT diye bir şey olabilir mi? – Dailymotion Video