Sinan Gorgan ***
Yanan insan kemiklerinin, kimyasal bomba ile dökülen insan etlerinin çığlığı
Hacer Arıkan’ın yüzü ve yüzsüzlerin sahte suretleri.
“Hayata Dönüş Operasyonu“ ile berhava edilen genç hayatlar.
Ahmet Say’ın aydın olarak tek kişilik protestosu,
Orhan Pamuk’un aydın olmaktan kaçışı,
Tiksindirici kibarlık seromonileri ve elem.
…
Hiç aklından çıkarma İthaka’yı.
Oraya varmak senin başlıca yazgın.
Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
sonunda kocamış biri olarak demir at ada’na,
yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka’nın sana zenginlik vermesini ummadan.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.
Onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini.
Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini
İthakaların.
(Çeviren: Cevat Çapan)
Konstantinos Kavafis
ELEM:
“Acıya şerbetli olmak.“ Var mıdır böyle bir şey? Mümkün müdür?
İnsan acıya alışabilir mi?
Ölülerini ardında bırakanlar, ölümü kanıksayabilirler mi?
Arkadaşının kanına eli ile dokunanlar, yoldaşının soğuk bedenini kucaklarında taşımak zorunda kalanlar, ölüme karşı umursamaz ve bağışık olabilirler mi?
Olmaz sanırım. Becerilemez. En azından ben bunu beceremem.
Yitirmek insanları… Mesela ardı ardına. Bu hal, duyguları sıradanlaştırabilir mi?
Yitirilenlerin elemini harc-ı alemleştirebilir mi?
Soruyorum yeniden: Ölüm kanıksanabilir mi?
Ne zamandan sonra acının algısı, etkisi, sızısı azalır? Acının yürek buran eli hafifler bir nebze, zamanla?
YANILGI:
Ben, yaşını başını almış bir dostunuz olarak, acıya direnç kat sayımın daha yüksek olduğuna inanırdım. Sanırdım.
Öyle ya, ne çok, ne fazla sayıda sevgili, dost, yoldaş, devrimci bıraktık ardımızda.
Artık, acıların beni göğün 7 kat yüksekliğinden aşağıya, yere vuramayacağını varsayardım.
Ta ki… O resmi görene kadar.
O resmi önümde bulana kadar, acının yüreğimi bu denli burmasına artık izin vermeyeceğini, var sayardım.
Hacer Arıkan’ın resmini görene kadar.
ACI ve DEHŞET:
O resmi görene kadar…
Hacer Arıkan’ın resmini görene kadar. Bilmezdim, anlamazdım, kimyasal bombaların, kurşunların değil, yitirilenlerin acısının daha çok can yaktığını:
//”Bayrampaşa’daki yaralı mahpuslardan Hacer Arıkan’ın kafa derisi yüzülmüş, vücudu, saçları, kaşları yanmış, burnu erimiş, yok olmuştu. Operasyon sırasında Hacer’i merak edip koğuşundan çıkan kardeşi Erol bacağından yaralanırken, Bursa’daki ağabeyleri Erdal ölüm orucunda hafızasını yitirecekti.//
//O gün bir kadın görüntüsü hafızalarımıza kazındı. ‘Saçlarından tutuşan, yüzleri eriyip akan kadınlar’dan biri olan Hacer Arıkan, operasyon davasının 23 Kasım 2010’da görülen duruşmasında, birkaç gün önce aldığı peruğuyla kamuoyunun karşısına çıktı bu kez. 38 askerin sanık koltuğunda bulunduğu mahkeme salonunda peruğunu çıkardığında, tam on yıl önce toz duman arasında naklen seyre daldığımız katliam görüntüleri arasında “Diri diri yanıyoruz!” çığlıkları kulaklarımızdaydı. Öğrendik ki, kurşunlar, kurbanların bedenlerinden, atış mesafesi ve kullanılan silah tipi belli olmasın diye bıçakla kazınarak alınırken kimileri ölü, kimileri ise hâlâ diriymiş.//
//“Dokuz yıldır tutukluydum. 34 yaşındaydım. Sınıf öğretmeniydim. 146/1 ile yargılanıyordum. Adalet bakanı, uzlaşma sağlanacağı konusunda açıklamalar yapıyordu. Saat gece üç buçuk gibi içerden heyet çıktı. Abim C-15’de kalıyordu. Koridorda karşılaştık, ayaküstü konuştuk. Koğuşuma giderken gardiyanların olduğu odanın boş olduğunu fark ettim. Bir saat kadar sonra, uyur uyanık arası silah sesleriyle yataktan fırladım. Üstümü giyinmeye başladım. Tüm koğuş kalktık. Asker kapıda barikat kurmuştu.
Bir süre sonra tavan delindi. O tavan iki ay önce tadilat yapılıyor diye delinmişti zaten, demek hazırlıkmış. Oradan gaz bombaları atılmaya başladı. Askerlerin yüzünde gaz maskeleri vardı ve sürekli koğuşa bomba atıyorlardı, yuvarlak, silindir şeklinde bombalar. Savunmasızdık.
Sadece içeri atılan bombaları havalandırmadan dışarı atmaya çalışıyorduk. İstem dışı hareketler yapmaya başladık, kaslarımızı kontrol edemiyorduk, nefes alamıyorduk. Sinir gazı bombasındanmış tüm bunlar. ‘Çıkıyoruz’ diye bağırdığımız anda tavandan bir hortum sarkıtıldığını gördük. Yatağın üzerine bir alev topu düştü. Hortumdan siyah bir gaz verilmeye başlandı. Her taraf simsiyah oldu. Şebnem önümde yanarak öldü.
Nilüfer ‘Yanıyoruz!’ diye bağırıyordu. Gözlerimi kapattım. Yanarsam gözlerim kör olmasın diye düşünüyordum. Yumuşak bir şeye bastım. Bomba diye düşündüm, meğer Gülser’miş. Şefinur’un ise yüzü dökülüyordu. Akıyordu yere. Kalçama bir darbe aldım, bir bombaydı sanıyorum. Kalkamadım.”//
//“Bizim bulunduğumuz koğuşta bir isyan yoktu. Dokuz yıldır nasıl yaşıyorsak öyle yaşıyorduk. Operasyon yapıldı. Beni yakan maddenin ne olduğunu bilmek istiyorum. Arkadaşlarımın yandığı gördüm. Nilüfer camın altında, kalkamamış. Seyhan başına isabet eden bombayla öldü. Şefinur da oradaydı. Özlem kurşunla öldü, duvar dibinde yatıyordu. Yazgülü vardı. Gülser kapıdaydı.”//
(Hacer Arıkan’ın kaleminden: http://www.demokrathaber.net/kitap/hacer-arikanin-kaleminden-19-aralik-h14149.html)
Bir yıldır, o resim gözümün önünden gitmiyor.
Artık bakmamam gerektiğini kendime söylüyorum. Olmuyor.
Kaçılan bir noktaya, bir şartlı refleksle hep geri dönercesine, arayıp yine onu buluyorum, Bakıyorum, yüreğim acıyor yeniden. Her defasında.
Ürktüğüm, korktuğum başıma geldi. Bu yıl da. Her yıl olduğu ve olacağı gibi.
19 Aralık 2000’in yıldönümü yaklaşınca, “Hayata Dönüş Operasyonu“nda yitirdiğimiz ölülerimiz, o genç insanlar, o yiğit yoldaşlar, mezarlarından doğrulup odalarımıza, mekanlarımıza doluşuyorlar.
Onlar, yanık bedenleri, belirsiz bir kimyasalle erimiş ve dökülen etleri, kurşun deliklerinden görünen kemikleri ile aramıza dönüyorlar.
Sesleri yok. Ama çığlıkları ve haykırışları, sloganları duyuluyor.
Haykırışlar ve sloganlar, kulaklarımı dolduruyor.
Kulaklarımı tıkayamıyorum. Tıkamıyorum.
O çığlıkları duymam lazım. O haykırışların manalarını anlamam lazım.
SAHNE BİR:
YAŞLI ADAMIN PRELÜDÜ
Dizi dizi, koltuklara kurulmuş, sakin, edilgin insanlar.
Bir sinema veya konferans salonu olmalı.
Bir yükseltilmiş sahne. Konuşmacılar. Önlerinde mikrofonları ve birer bardak su.
Kuruyan boğazlarını açmak için.
Konuşmacıların suratları ifadesiz. Demokrasi üzerine konuşuyorlar.
Aralarında biri tanıdık. Hikmet Sami Türk. Eski Adalet Bakanı.
Gerilerden sahneye doğru gelen yaşlıca bir adam. Mikrofonsuz. Sesi güçlükle duyuluyor.
“77 yaşındayım“ diyor. “Adım Ahmet Say“
Söyledikleri net anlaşılmıyor.
Protesto ediyor.
Konuşmacılar heyetinden ve salondan ona tepkiler var.
Ahmet Say, toplantının huzurunu kaçırmamalı. Üstelik o davetsiz misafir.
Parmakla gösterilen ve suçlanan adam, eski Adalet bakanı, adı batasıca Hikmet Sami Türk, bir soğuk gülümsemeyle, ses çıkarmadan dinliyor yaşlı adamı.
Ahmet Say, derdest edilip salondan uzaklaştırılıyor.
“Yaktılar“ diye bağırıyor o, salondan çıkarılırken.
Haykırmayı sürdürüyor yaşlı adam: “Hikmet Sami Türk, Adalet Bakanı olarak, siyasi sorumluluk taşımaktadır, suçludur“.
İlgili video: https://www.youtube.com/watch?v=yLyOPJAydOQ
KAN ve IZDIRAP, SURİYE:
Bianet’in 26 Kasım 2014 tarihli haberi şöyle:
“BM İnsani İşlerden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Valerie Amos Suriye’de 12 milyon 200 bin insanın yardıma ihtiyaç duyduğunu, Temmuz ayında bu sayının 10 milyon 800 bin olduğunu açıkladı.
Amos’un rapora dayanarak verdiği bilgilere göre Suriye’de 2011 yılından bu yana ekonomi yüzde 40 oranında küçüldü; 2011 sayımına göre yaklaşık 18 milyon nüfusu olan Suriye’de insanların üçte biri yoksulluk içinde yaşıyor; okula devam edenlerin sayısı yüzde 50 oranında düştü, 7 milyon 600 bin kişi ülke içinde yerlerinden oldu ve 3 milyon 200 bin kişi başka ülkelere kaçtı.“
Radikal’in bir kısa haberi ise şöyle:
“Suriye resmi haber ajansı SANA’da yer alan habere göre, Humus’un Akrame semtindeki iki okulun yakınında kısa aralıklarla iki patlama meydana geldi.“
“İki olayda, Yeni Akrame Okulunun önünde bomba yüklü aracın infilak ettiği, Akrame el-Mahzumi Okulu’nun önünde ise intihar eylemcisinin üzerindeki bombayı patlattığı ifade edildi. Saldırılarda çoğunluğu çocuk olmak üzere 45 kişi yaşamını yitirdi, en az 70 kişi de yaralandı.“
(Radikal, 01/10/2014)
SAHNE İKİ:
MADRABAZIN TİRADI
“Orhan Pamuk’tan Esad’a: Kaddafi gibi olursun“
“Aralarında Orhan Pamuk’un da bulunduğu dünyaca ünlü altı yazar ve aydın, Suriye lideri Beşşar Esad’a açık bir mektup göndererek, ‘İstifa et, yoksa sonun Saddam ve Kaddafi gibi olacak’ uyarısında bulundu.“
(Kayhan Karaca, ntvmsnbc, 10 Aralık 2012, Pazartesi)
Yayınlanan bildirinin diğer bölümleri şöyle:
“Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk, İsrailli yazar David Grossman, İtalyan yazar Claudio Magris, Cezayirli yazar Bualem Sansal, Alman yazar Martin Walser ve Alman kökenli Fransız siyaset ve toplum bilimcisi Alfred Grosser imzasıyla Fransız Liberation gazetesinde bu sabah yayımlanan mektupta, Beşşar Esad’a ‘Suriye halkını kurtarması için’ istifa etmesi ve çatışmakta olan tarafları BM çatısı altında müzakereye davet etmesi çağrısında bulunuldu.“
‘CEZAYİR’E SIĞIN’
“Mektupta, ‘Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih gibi ailenizle beraber gidişinizi müzakere edebilirsiniz. Ruslar ve Çinliler sizi misafir etmeyi kabul etmezlerse Cezayir’e gidin. Cezayirliler bellek sahibi insanlardır. Kahramanları emir Abdülkadir’e Suriye’nin kucak açtığını unutmadılar. Emir Abdülkadir Fransa tarafından yenildiğinde dostu haline gelen 3’üncü Napolyon tarafından Suriye’ye gidip yerleşmesine izin verilmiş, Fransız sömürgesinden kaçan binlerce Cezayirli de kendisiyle birlikte oraya gitmişti’ ifadelerine yer verildi.“
‘İSTİFA DIŞINDA TEK YOL VAR’
“İstifanın ‘Esad’ın kendisi, ailesi, dostları, bölge ve dünya için tek gerçek çözüm yolu’ olduğu görüşünün dile getirildiği mektupta, ‘İstifa dışında ne yazık ki sizi ve ailenizi bekleyen tek yol var: Saddam Hüseyin veya Kaddafi gibi ölüm. Ya da La Haye’de mikropsuz bir hücrede ömür boyu hapis’ ifadeleri kullanıldı.“
‘RUSYA VE ÇİN’E FAZLA GÜVENME’
“Suriye konusunda ‘büyük devletlerin’ hesaplarını, Birleşmiş Milletler’in ise ‘tereddütlerini’ eleştiren aydın ve yazarlar, Esad’a kendisini şimdilik destekleyen Rusya ve Çin’e fazla güvenmemesi tavsiyesinde de bulundular.“ (ntvmsnbc)
SAHNE ÜÇ:
PERDE KAPANIRKEN
“Orhan Pamuk çok iyi romancıdır.“ “Nobel ödülü var.“
“Orhan Pamuk dilimizi kullanmayı bilmiyor.“ “Kötü yazar.“
Yorumlar muhtelif.
Edebiyatçı olarak, onun düzeyinin ve kalitesinin tartışılması, ayrı bir konudur.
Ama, Orhan Pamuk’un aydın olarak duruşu (duramayışı) bu makalede ele alınmaktadır.
Aydın olmak için iyi yazar, iyi sanatçı, iyi mühendis, iyi … olmak zorunluluğu yoktur.
İlgili aydın, kendi alanında, mesleğinde de iyi ise, bu sevindirici bir durumdur.
Fazlası değil. Ek bir anlam taşımaz.
Velev ki Orhan Pamuk iyi yazardır. Velev ki Orhan Pamuk AKP’yi yalayan, sisteme “rıza üreten“ beyanatlarına rağmen edebiyatçı, sanatçı olarak kaale alınabilir, ama savaş kışkırtıcı olarak, “kan çağırıcısı“ olarak aldığı pozisyon, onun “aydın olmaktan kaçış“ıdır. Bu da onun yüzüne söylenmelidir.
Orhan Pamuk veya başka dolayımlar içinde benzeri açıklamalar yapan, dünyanın iyi tanıdığı, Suriyeli hikaye yazarı Rafik Schami, barışın sesi olma fırsatını ellerinin tersi ile itmişlerdir.
Bu durum; “kurtlarla birlikte ulumak“, “egemenlerin savaş dili ile konuşmak“, “bağlı oldukları ideolojik aygıtlara, yayın kuruluşlarına yaranmak“ ve benzeri olarak adlandırılabilir. Ancak, tüm bunların ötesinde, her yetişkin kişi, sonrasında bir demokrat ve bunun üstünde bir sanatçı “savaş çağrısının“ kan dökmeye devam anlamına geleceğini, bilinci / birikimi / kavrayışı ile ve hatta “güdüleri“ ile bilebilir.
Orhan Pamuk’un bu bildiriyi imzalamakla gönüllü olarak sırtladığı, yüklendiği “sıradan kötülük“ün, Arendt’in aktardığı Eichmann’ın doğrudan sorumluluğundan kaç kilometre, kaç metre, kaç santimetre, kaç milimetre uzakta durduğuna, siz karar verin.
Bu konuda, bu yazıda da değerlendirilmeye alınabilecek bazı tezleri aşağıda linkleri yer alan iki ayrı makalemde tartıştım.
“Polis, simit sat, onurlu yaşa” sloganının büyük değeri, Hannah Arendt’in “Banaliaet des Bösen” kavramı yani “Kötülüğün sıradanlığı” tezi, “kolektif suç / suçluluğa” karşı bireysel sorumluluk tezini anlamak yolu ile daha iyi anlaşılabilir, hissedilebilir.“
Polisleri kovma eyleminin felsefi ve ahlak normu olarak değeri:
http://www.sendika.org/2014/08/polisleri-kovma-eyleminin-felsefi-ve-ahlak-normu-olarak-degeri-sinan-gorgan-siyasihaber-org/
Rafik Schami ve Suriye masalları:
http://siyasihaber.org/yazilar/rafik-schami-ve-suriye-masallari-sinan-gorgan
Son söz yerine:
Hikmet Sami Türk veya Orhan Pamuk’un suçlarının sıradanlaştırılması için gönüllüler güruhu üzerine:
(O zaman) 77 yaşındaki Ahmet Say’ın protestosunda, salondan çıkarılmasında rol alanlar ve onun girişiminden rahatsız olanlar, kimlerdir?
“Hayata Dönüş Operasyonu“nun vahşetinden “bihaber“ olanlar mı idi onlar?
Yoksa söz konusu kişiler “empati yoksunları“ mıydılar?
Bu kişiler, bu masum protestoyu bile, bir tür “rahatsızlık konusu“ olarak nasıl algıladılar?
Ne tür faktörlerle, saiklerle açıklayabiliriz, onların bu tavırlarını?
Az bilgi?
Az duyarlılık?
Az bilinç?
Bu sorulara sonsuza kadar devam etmek mümkün.
Bu soruları sormaya devam etmeye de mutlaka gerek var.
Yoksa o salondan Ahmet Say’ı kapı dışarı edenler az mı “uyan“mışlardı?
Uyanmışlar, okumuşlar farklı bir tavır mı gösteriyorlar? Gösterebilirler mi?
Bu konuyu bu yönü ile anlamak için, “vaka aktarımı“ usulüne bir kez daha baş vuralım.
Yer Boğaziçi Üniversitesi. BÜ Nazım Hikmet Araştırma Merkezi’nin açılışı töreni.
Nilüfer Kuyaş T24’de yazıyor: Orhan Pamuk’u neden dinleyemedik?
http://t24.com.tr/yazarlar/nilufer-kuyas/orhan-pamuku-neden-dinleyemedik,10829
Yazarımız, Boğaziçi Üniversitesi’nden anıları ve manzaraları da aktarıyor:
“Eskiden sigara dumanı dolu bu kirli, karanlık bodrumda saatlerce devrim ve kurtuluş nutukları dinlerdim.“
(1978-81 yıllarında kampüse yüksek topuklu ayakkabılar, geniş kenarlı şapkalar ve şık paltolarla gittiğim için bana Fransız Komünist Partisi lakabı takıldığını çok sonradan öğrenmiştim.)
“Az karamel konmuş leziz latte kahvemle oturduğum masaya iri bir sarman kedi yatmıştı ve hemen yanında, az önce pankartı hazırlanan bildiri duruyordu.“
“Vaka aktarımı“na devam edelim:
“Girişte bir genç adam elime bir bildiri daha tutuşturdu. Bu da Fikir Kulüpleri Federasyonu’ymuş. Sonra okurum diye cebime koydum. Hemen okusaydım daha çabuk bilgilenecektim, ama olaylara Fransız kalmanın sınırlarında dolaşıyordum hala.“
(Nilüfer Kuyaş, Orhan Pamuk’u neden dinleyemedik? T24 İnternet gazetesi, 14 Aralık 2014)
“Komünist Gençlik” diye bir grup, Suriye meselesinde emperyalizmin yanında yer aldığı iddiasıyla, Orhan Pamuk ne yüzle Nazım Hikmet hakkında konuşur, bu bir müsameredir gibi şeyler yazıyordu. Hah, dedim kendime, galiba eğlence olacak.
(Nilüfer Kuyaş, Orhan Pamuk’u neden dinleyemedik? T24 İnternet gazetesi, 14 Aralık 2014)
“Tabii bir yandan da, içimden, o anda yaşamakta olduğumuz ironiye gülümsedim. Aynı tabular ve yasaklar, tam o sırada salonun dışında, hem de bir üniversite kampüsünde canlı şekilde karşımızdaydı.“
“Falanca kişi şu yazar hakkında konuşamaz, filancaya şu konuda söz söylemek düşmez gibi yaklaşımlarla, tam da şu sıra ülkeyi zavallı duruma düşüren basın ve ifade özgürlüğü yasaklarıyla nasıl mücadele edeceğiz? Anlamak mümkün değil.“
(Nilüfer Kuyaş, Orhan Pamuk’u neden dinleyemedik? T24 İnternet gazetesi, 14 Aralık 2014)
“Sonra İnternet’e girip bakınca, beş gün önce Üniversiteler Konseyi Derneği diye bir kuruluşun, Orhan Pamuk’un Nazım hakkında konuşmasını protesto ederek, üniversiteye girmesine karşı çıktığını öğrendim.“
“Bize yapılmasını istemediğimiz muameleyi, başkasına yapmamayı ne zaman öğreneceğiz? Hukuğun, demokrasinin, söz hakkının ve ifade özgürlüğünün hepimize ait olduğunu anlamak bu kadar mı zor? Orhan Pamuk’u savaş çığırtkanı, emperyalist uşağı ya da AKP yandaşı diye tanımlamak hangi mantığa sığar?“
(Nilüfer Kuyaş, Orhan Pamuk’u neden dinleyemedik? T24 İnternet gazetesi, 14 Aralık 2014)
Bu yazıda her şey var. Tarifler, tasvirler var. Kediler var. Kahvenin tadı var. Geniş kenarlı şapka var.
Ama ölüler yok. Suriye’de kömürleşen cesetler yok. Kimyasal silahlarla eritilen insan gövdeleri yok. Sarin gazı yok.
Okul bahçesinde bombalanan 45 çocuğun izleri, sesleri yok.
Bu ikinci dereceden aktarılanlar yazının içinde olmadığı için: savaş, ölüm ve dolayısıyla suç yok.
Yazıda, Orhan Pamuk’u protesto edenler hakkında kesinleşmiş bir gazeteci yargısı var.
Ama, Nilüfer Kuyaş’ın yazısında mazlumların acısı ve elemi yok.
YARGISIZLIK:
Mezarlardan çıkarak, taşarak gelen sorular muhtelif.
Suriye halkını doğrudan kana boğanlar, kelle kesenler ile, bu kan dökücülere silah, lojistik, para, siyasal / diplomatik destek sunanlar arasında ne fark vardır?
Hangisi daha suçludur?
Hangisinin “kötülüğün üretilmesindeki sorumluluğu“ daha azdır?
Hangisinin kötülük katsayısı daha fazla?
Bu söz konusu edilen gruplarla, savaşı kutsayan ve savaşın yoluna istekle harç dökenler arasında fark ne kadardır? Fark var mıdır?
Sorumluluklar taşınması ve suçun paylaşılması, suçun hesabının sorulması açısından aralarında ne kadar mesafe ve açı farkı vardır.
Hannah Arendt’in, Eichman üzerinden sürdürdüğü beyin burgulayıcı tartışmaları, bu soruları cevaplamakta bize ne denli yardımcı olabilir?
Yardımcı olabilir mi?
18 Aralık 2014