Meriç GÖK yazdı: “Faşist Hitler rejiminin karakteristik bir unsuru olan toplama kampları, sadece muhalif yetişkinler için değil, aynı zamanda bu yetişkinlerin çocukları için de gerçek bir cehennemdi. Çoğunluğu ailelerinden koparılarak toplama kamplarına atılan çocukların ancak çok azı bu kamplardan sağ çıkabilmiştir.”
Savaşlar sadece savaşan ülkelerin veya tarafların (iç savaş) silahlı güçleri arasında geçen ve sadece bu ülke ve tarafların üniforma giydirilmiş (askerler) insanları arasındaki çatışmayla sınırlı bir olay değildir: Her yaştan sivil insan, özellikle de kadınlar, çocuklar ve gençler savaşların ve silahlı çatışmaların kurbanları arasındadır. İkinci Dünya Savaşı da sayısız çocuk ve gencin öldüğü, yaralandığı, yakınlarını ve evlerini kaybettiği trajik bir olaydır. Çocuklar Avrupa’nın birçok ülkesinde, yaşadıkları şehirler bombalanırken veya savaştan kaçarken, toplama kamplarında veya cephede doğrudan faşizmin ve savaşın yol açtığı vahşeti tüm acımasızlığıyla yaşadılar. Anne babalarıyla yuvalarında olmaları gerekirken çoğu kez ailelerinden ve yurtlarından ayrılmak, açlıktan ölmek ve hayatlarından endişe etmek zorunda kaldılar. Toplama kamplarındaki tutsakların arasında çocukların ve gençlerin de olduğu ve bunların oraya nasıl geldikleri biliniyor. Faşist Hitler rejiminin karakteristik bir unsuru olan toplama kampları, sadece muhalif yetişkinler için değil, aynı zamanda bu yetişkinlerin çocukları için de gerçek bir cehennemdi. Çoğunluğu ailelerinden koparılarak toplama kamplarına atılan çocukların ancak çok azı bu kamplardan sağ çıkabilmiştir.
1944 yılının Ağustos’unda Krakov’dan avukat Yahudi Zacharias Zweig, üç yaşındaki oğlu Stefan ile birlikte Buchenwald toplama kampına getirilir. Kamptaki illegal direniş örgütü, çocuğu koruma altına alma kararı verir; çocuk güvenliği için babasından ayrılacak ve örgütün üyelerince korunacaktır. Buchenwald’da bulunan tutsakların Nazi barbarlığına direnişini örgütleyip yöneten bu örgüt, 1943 yılında İLK ‒Uluslararası Kamp Komitesi /Internationale Lagerkomitee ‒ adıyla kampın revirinde kurulmuş ve toplantılarını revirde yapmıştır. Örgütün önde gelen üyeleri Alman, Fransız, İtalyan, Çekoslavak ve Polonyalı komünistler ve sosyalistlerdir. Örgütün bu kararı, çocuğunu daha önce de Getto hayatı boyunca yıllardır zekice ve beceriklice korumayı başarmış olan babası tarafından da kabul edilir. Baba Zacharias’ın küçük Zweig’la buraya kadar olan ilişkisi, bir ölçüde Roberto Benigni’nin ‘Hayat Güzeldir’ filmindeki baba-çocuk ilişkisini andırıyor. Ancak toplama kamplarındaki tüm çocuklar, küçük Stefan kadar şanslı değildir; örneğin onunla aynı kampta bulunan yaklaşık aynı yaşlarda olan küçük Willi… Mahkûmlar imha kampına gönderileceklerin listesinde bulunan Stefan’ın yerine Willi Blum adlı bir roman çocuğunu koyarak onu kurtarırlar, fakat küçük Willi, Auschwitz’de ölür. Stefan’ın kurtarılması, ancak Willi’nin trajik sonuyla mümkün olabilmiştir. A. Pakula’nın Sophie’nin Seçimi’nde de bir annenin buna benzer bir trajedisi anlatılır. Mahkûmlar için Stefan’ın saklanması ve korunması faşist-kıyıcı kamp düzenine karşı verilen bir hayatta kalma mücadelesidir; daha doğrusu henüz dört yaşındaki Stefan, kamptaki tutsakların zulme karşı verdiği bu mücadelenin bir simgesidir. 2002 yılında Nobel Ödülü verilen Kadersizlik, Fiyasko ve Kültür Olarak Holokost: Üç Ders’in yazarı Imre Kertesz de henüz on dört yaşındayken Buchenwald toplama kampına atılır. Budapeşte’den Imre’yle birlikte aynı trenle Buchenwald’a gönderilen on yedi çocuktan sağ kurtulan sadece Imre olmuştur. Buchenwald revirindeki antifaşist mahkûmlar, SS (Schutzstaffel-Muhafız Alayı) birliklerinin elinden onu, adını yaşayanlar listesinden çıkararak kurtarırlar.
Kendisi de Buchenwald toplama kampında sekiz yıl kalıp sağ çıkabilmiş Doğu Almanyalı yazar Bruno Apitz’in 1958 yılında yayımlanan Kurtlar Arasında Çıplak adlı romanında da toplama kampında mahkûmlar tarafından saklanan ve korunan Jerzy adında küçük bir çocuğun hayatı anlatılır. Roman bir hayli heyecanlı fakat aynı zamanda mutlu bir sonla biter. Romanın bu son sahnesinde aylarca komünistler tarafından SS’lerden saklanan dört yaşındaki çocuk, bir mahkûm tarafından kamptan çıkarılır. Kısa bir süre önce de mahkûmlar silahlanıp ayaklanmış ve SS muhafızlarını bozguna uğratmışlardır.
Bruno Apitz’in romanında kuşkusuz gerçekte olanlardan farklı yönler de bulunmaktadır. Bunları İngiliz yazar Bill Niven “Buchenwald çocuğu: Hakikat, Kurmaca ve Propaganda” adlı kitabında ayrıntılı biçimde ele alır. Kısaca bu farklar şunlardır: Romanda Jerzy adındaki çocuk kampa babasız gelir ve dolayısıyla gerçekte çocuğu gizlemek ve kurtarmak için babanın yaptığı birçok zekice buluş/hile tutuklulara mal edilir. Çocuk romanda Yahudi değil, Polonyalıdır. Özellikle Yahudilerin toplama kampındaki ölümleri ve çektikleri büyük acılara yer verilmezken komünist tutsakların cesur direnişleri öne çıkarılmaktadır. Niven, roman yazarının edebi özgürlüğünü kabul etmekle birlikte, politik mülahazalarla söz konusu özgürlük arasında fark olduğuna da işaret ederek şu eleştirel değerlendirmeyi yapıyor: “Kurtlar Arasında Çıplak, milyonlarca okuyucuyu, Nasyonal Sosyalist dönemi deyim yerindeyse ayakları anti-faşizmin cesur eylemleri olan bir köprüden geçmeye davet ediyor; gerçekte Holokost uçurumuna bakmak için de bir neden yok. Sonunda çocuk de facto siyasi bir tutuklu olup çıkıyor.”
Roman tüm dünyada bir milyonun üzerinde satar; DEFA (genellikle ‘Doğu Almanya’ denilen Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde –DDR’de‒ devlete ait film kurumu) tarafından yapılan filmi yüz binlerce insan izler ve dünyanın her yerinde gerçek adı Stefan, takma adı Jerzy olan çocuğu tanıma arzusu ve bu çocuğun Kurtuluş’tan sonraki yaşamını büyük bir ilgiyle izleme isteği boy verir. Baba ve oğul 1963’te önce İsrail’de ardından Stefan’ın okuduğu Fransa’da ortaya çıkar. Stefan daha sonra birkaç kez DDR’e gidiyor ve hatta yükseköğrenimini orada tamamlıyor. Buchenwald kampındaki başını komünistlerin ve sosyalistlerin çektiği efsanevi antifaşist direniş hareketinin, DDR’in kuruluş mitleri içinde önemli bir yeri vardır ‒Almanya Komünist Partisi (KPD) Genel Sekreteri Ernst Thӓlmann da on bir yıl hücre hapsinde tutulduktan sonra getirildiği bu kampta 1944 yılında Hitler’in emriyle öldürülmüştür. Buchenwald’ın canlı kanıtı olarak DDR’de hürmet edilip yüceltilen Zweig, burada evlenir de. Sekiz yıl sonra Avusturya’ya yerleşmesine rağmen Doğu Almanya’ya ve komünistlere her zaman minnettar kalır. Her vesileyle Nasyonal Sosyalizm döneminde ailesiyle birlikte kendisinin de çok küçük yaşta paylaştığı Yahudilerin meşum kaderini dile getirir.
Romanya’nın Karpatlar bölgesi, Nasyonal Sosyalistlerce 1944 yılı ilkbaharında işgal edildiğinde, henüz on beş yaşında olan Elie Wiesel için de huzurlu çocukluk dönemi sona erer. Yahudi Wiesel, ailesiyle birlikte önce Auschwitz’e getirilir. Henüz çocukken getirildiği Auschwitz-Birkenau’da daha kampa gelir gelmez tanık olduğu dehşeti ve kitlesel kıyımları yıllar sonra kaleme aldığı Gece’de anlatır. Belleğinde en küçük ayrıntısının yer ettiği bu ölüm yolculuğunda annesi ile küçük kız kardeşini şöyle anlatıyor:
“Annem ifadesiz, tek kelime etmeden, düşünceli bir biçimde yürüyordu. Güzelce taranmış sarı saçları, kolundaki kırmızı paltosuyla küçük kız kardeşim Tzipora’ya bakıyordum: yedi yaşındaki küçük kız. Sırtında onun için fazla ağır bir sırt çantası. Dişlerini sıkıyordu: Şikâyet etmenin bir işe yaramayacağını çoktan anlamıştı. Jandarmalar coplarıyla oraya buraya vuruyorlardı: “Daha hızlı!” Gücüm kalmamıştı. Yolculuk henüz yeni başlamıştı ve ben şimdiden kendimi çok zayıf hissediyordum…”
Wiesel kampa geldikten kısa bir süre sonra kendisini “ [d]iğer subayların arasında, elinde orkestra şefini andıran değneğiyle tam ortada” duran ünlü Doktor Mengele’nin karşısında bulur. “Monoklu ve zekâdan yoksun olmayan acımasız suratı ile tipik bir SS subayı” olan Mengele ancak birkaç saniye kadar konuştuğu karşısındaki kişiyi elindeki çubuğu sağa ya da sola sallayarak ya fırına gönderiyor ya da şimdilik ölümünü erteleyerek zindana. Mengele’nin değneği hem kendisi için hem de babası için sola doğru gitmiştir. Ancak annesi ve küçük kardeşi için ise sağa doğru gitmiştir. Wiesel anlatmaya devam ediyor:
“Bizden çok uzak olmayan bir yerde, bir çukurdan alevler yükseliyordu, devasa alevler. Orada bir şey yakıyorlardı. Bir kamyon çukura yanaştı ve yükünü boşalttı: Küçük çocuklar. Bebekler! Evet, bunu görmüştüm… Alevlerin içinde çocuklar. (O zamandan beri uykunun gözlerime uğramıyor olması şaşılacak şey mi?)
Annesini ve en küçük kızkardeşini Auschwitz’de kaybeden Wiesel ve babası bir akşam oldukça geç bir saatte yüzlerce mahkûmla birlikte Buchenwald’a götürülmek üzere Auschwitz’den üzeri açık hayvan vagonlarından oluşan bir trene bindirilir. Bu ölüm yolculuğunun başında her vagona, tam anlamıyla bir deri bir kemik yüz mahkûm bindirilmiştir. Buchenwald’a vardıklarında onların vagonundan baba oğulun da içinde olduğu sadece on iki kişi sağ olarak inebilmiştir. Buchenwald’da da babasını açlık, hastalık ve şiddet yüzünden yitiren Wiesel, nihayet 1945 yılının 11 Nisan günü kampın silahlı direnişçiler tarafından SS muhafızlarından kurtarılmasıyla özgürlüğüne kavuşur. Wiesel’in anlatımına göre o gün kampın çocuk bloğunda 600 tutsak çocuk bulunmaktadır.
Bu kitabın yeni baskısı için yazdığı önsözde “unutmak tehlike ve hakaret demektir. Ölenleri unutmak, onları bir kez daha öldürmek olur” diyor Wiesel. Ona göre bu insanlık suçu asla unutulmamalıydı. Her kuşak bunu algılamalıydı; bu nedenle herhangi bir zaman sınırı olmaksızın tüm kuşaklar bunu öğrenmeliydi. Zira Holokost ona göre insanlığın Menetekel’iydi. (Eski Ahit’te Daniel Kitabı’nda geçen ‘duvardaki elyazısı’; Daniel 5: 5-28.) Wiesel, kimi ayrıntılarda kendisine yöneltilen eleştirilere rağmen her zaman Auschwitz’den kurtulanları temsil eden bir figür olarak görülmüştür.
1986 yılında şiddet ve soykırıma karşı yaptığı çalışmaları nedeniyle Nobel Barış ödülü verilen Elie Wiesel, 2009 Haziran’ında Buchenwald toplama kampını ziyaret eder ve burada düzenlenen anma töreninde yaptığı konuşmada insanlığın kampların dehşetinden hiçbir şey öğrenmediğini açıklıyordu: Yoksa başka nasıl Darfur, Ruanda ve Bosna-Hersek katliamları olabilirdi. Wiesel belirli yıldönümleri vesilesiyle yapılan anma törenlerinde sadece geçmişin anılarında saplanıp kalınmaması, aynı zamanda bugünün sorunlarıyla da yüzleşilmesi gerektiğini vurguluyordu. Ayrıca aradan geçen bunca yıla rağmen Holokost’un nasıl olabildiğine kendisi de bir cevap bulamıyordu.
“Çocukken beni en çok etkileyen şey, sistemin işlemiş olmasıydı. Katiller öldürdü, kurbanlar öldü, işkenceciler işkence yaptı; diğerleri açlık çekti ve gökyüzü masmaviydi. Özel bir dil ve özel kanunlar icat etmişlerdi; yaratılışın ötesinde bir yaratılıştı; paralel bir evrendi; zamanın dışında yaşadık, yaşam ve ölümün ötesinde, ama Allah aşkına, neden böyle işledi, bugüne dek bilmiyorum. Sorularım cevapsız kaldı.”
( Devam edecek )
Kaynakça
Apitz, Bruno (2021) Kurtlar Arasında Çıplak, çev. Alaattin Bilgi, Yordam Edebiyat, (1. Basım).
Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, 1974.
Ortner, Helmut (2019) Acımasızca Alman, çev. Emrah Cilasun, Tekin Yayınevi, (1. Baskı).
Semprun, Jorge (1985) Büyük Yolculuk, çev. Nedim Gürsel, Can Yayınları, (2. Basım).
Wiesel, Elie( 2015) Gece, çev. Dila Balça Öğün, Koridor Yayıncılık, (1.Baskı).
https//taz. de; 31 Mart 2022, ‘Die Historikerin Diana Gring spricht über Kinder im KZ Bergen-Belsen.’
https: www.deutschlandfunk.de