Ezilen Türkiye halklarının ”makus” tarihini paranın efendileri için tersinden yazan politik bir aktörün yarım asırlık serüvenini kaleme alırken belleğimin sancılı raflarında kendimle cebelleştim, durdum. Bu yazının başlığı tam da acı çeken o ‘’kırık çekmeceler’’in dibinde, kendiliğinden bir imge gibi patlayıverdi.
Göründüğü kadarıyla, bir iki kalem hariç, karartılmış medyanın baş rol oyuncuları, Merinosçu ”babamızın” o anlı şanlı politik serüvene bir tür kahramanlık ve masumiyet yedirmeye çalışmışlar (Hazret politik serüvenine başlamadan önce, ABD’li Merinos Firması’nın Türkiye temsilciliğini yürütüyordu). ‘’Altı kez gitti, yedi kez döndü. ’’O, halkının babacan çobanıydı vs.’’
Gel gör ki gerçek masumiyet unutmaz ve o sadece kaybedenlerindir. En soylu kahramanlıksa kaybedenlerin selameti için verilen kavgada çoğalır; efendilerin parasını bekleyerek değil!… Bu iki tarihsel önermenin altını aşağıda doldurmaya çalışacağım, ama önce ”babacan” başkanımızın politik geçmişine ışık tutan kısa bir anekdotu aktarayım.
Yıl 1977; ben Kırıkkale lisesinde öğrenciyim. Okuldan çıktıktan sonra Cumhuriyet meydanındaki gazeteciden bir Milliyet alıp kitaplarımın arasına saklıyorum. İnanılması zor ama, o dönem ‘’babanın’’ ”suç işlemeyen” komando tosuncukları, milliyet gazetesi okuyucularına da linç girişiminde bulunuyorlar. Dolmuşta arkama yaslanıp, rahmetli Abdi ipekçinin babayla yaptığı söyleşiyi okumaya başlıyorum. Yazının sonlarına doğru, zattı muhterem, kovboyların arka bahçesindeki değirmenine çomak sokan bir yiğit devrimciye yönelen zehirli hıncını belli ediyor. Soruyor Abdi İpekçi: ‘’sayın başbakan! Şili’deki darbeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?… yanıtlıyor baba: ‘’ eyii oldu.’’ Ama’’ diyor duayen gazeteci, ‘’Söz konusu olan kişi özgür seçimlerle iktidara gelen biri; konuya bu açıdan bakarsak, bu darbe aynı zamanda demokrasiye de yapılmış olmuyor mu? Baba geri adım atmıyor; hiç eğip bükmüyor lafı: ‘’eyi toparladılar, eyi toparladılar.’’
Şunu demeye getiriyorum. Masumiyet çoğun, alçaklıkla çaresizlik arasında bir yerde durur. Çoğumuz, bu iki lanetli uç arasında yer alan masumiyete uğramadan geçer, gideriz. Bu yüzdendir ki, orada herkes kendi tarafını seçerken, büyük çoğunluk kirlenir; kimse masum kalamaz. Ömür denen serüvende masumiyeti , o tekinsiz alanda kucaklayabilenler sadece bilge kahramanlardır. Burada hemen bir soru akla gelebilir! Peki, yoksulların günahı ne? Onlar neden kirlenir?… yoksullar ve kaybedenler, yaşamı kontrol eden efendilerce icat edilen bir tanrıya iman getirip, birbirlerini boğazladıkları için günahkar olurlar. Bir tanrı ki, şeytanla aynı özgürlük alanını paylaşıp, yoksulların ödülünü sürekli ahrete erteleyen…
Alçaklıkla çaresizlik arasında, hileli bir rulet masası gibi örgütlenmiştir hayat. Orada herkes kumar oynar. Ne var ki paranın efendileri hep kazanırken, yoksullar durmadan kaybeder. Bu öylesine hayasız bir soygundur ki, masanın sahipleri, yoksullardan çaldıklarını allayıp, pullayıp onlara yeniden satarlar. Bu kirli dolaşımda satılanlar sadece nesneler değildir. Örneğin, televizyon, deterjan ve çocuk mamasıyla sınırlı kalmaz bu kirli alış-veriş. ‘’büyük birader, ‘’ yoksulların Tanrısını, bilincini, rüyalarını, hayallerini, hüznünü, çaresizliğini, ırzını, dahası, hastalığını dahi çalar; sonrasında, bütün bunları, kendi lanetli iştahına uygun olarak süsleyip onlara yeniden satar.
İşte bu yaman soygunu gizlemek gerekir; gerekir ki, yoksulların çaresizliği, bir intikam duygusu üretmesin. Diğer bir deyişle, soyulanların zihninde meydana gelebilecek birtakım kuşkuları giderip bilinçlerini karartmak gerekir. İşte tam da burada, yoksulların yerine düşünüp, onlar yerine karar veren uzmanlar (soyguncuların fedaileri) devreye girer. Rulet masasının etrafını saran kötü kokular yok edilip, (ironiye bakın ki, bu efendilerden biri terki-dünya eylerken,tabutu ve kabri gül suyuyla yıkanmıştır. Bu ne titizlik böyle! sakın hileli tezgahın kötü kokusu, hazretin
o ‘’mübarek’’ bedenine sinmiş olmasın!) hırsızların olay mahallinde bıraktığı ayak izleri silinir. Yeri gelmişken söylemiş olalım! Bizimkiler bu hizmeti, çok acemice icra ediyorlar. Rüşvet ve yolsuzluğun, hırsızlık olmadığına dair fetva veren zat-ı- muhteremi hatırlayın bir. (peki bu, yoksulların imanını çalıp, hayatı yönetenlerin çıkarlarına uygun olarak işlemden geçirdikten sonra, onlara yeniden satmak değilse, nedir?) dahası var; duyduğuma göre, bu fedailerden biri, soygun üssünün güvenliğini sağlamak için kursun da biriktiriyormuş.
Hakkını teslim etmek gerekir! Süleyman’ın adamları bu işi daha iyi kıvırıyordu. Öyle ya! ‘’babamız’’ Anadolu’yu kovboyların refahı için bir merinos koyunu gibi sağarken, uzmanları, onu barajlar kralı ve yakın tarihimizin demokrasi kahramanı olarak sunabildiler yoksullara. İşte onun içindir ki, soyguna uğrayanların, hileli bir tezgahta mayalanan hıncını örgütleyen Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının cenazeleri üç beş kişi tarafından gömülürken, çarkına çomak soktukları için onları astıran hazretin ölüsü, binler tarafından uğurlandı anıt mezarına.
Efendim, bu uzman fedailer mangasının üyesi bir hanımefendi ‘’aydın’ımız’ Alev Alatlı da, bütün bir entelektüel birikimini kirli paranın lanetli utkusu için seferber ederken, yoksulların ve kaybedenlerin, toprağını, imanını, ve ırzını talan eden emperyal süslü, gizli laboratuarlardan sesleniyor sanki. Türkiyeli çaresizlerin alkışları kesmemiş olacak ki, deniz aşırı bir kadavraya müracaat ediyor hanımefendi. Haram bir ganimeti temize çekerken, İngiliz gizli servisine ısmarlama kitaplar yazan, sosyalizmin yeminli düşmanı bir hergeleyi mezarından çıkartıp, bir kadının çok aydınlık kahkahasına frengi bulaştıran yeşil cemiyettin adamları için alkışa durduruyor.
Ne denir ki! ‘’aydın’’ bilincini kirli paranın açlığına yem edenler, çağlar boyunca faşizmin sırtındaki uyuzu kaşıyan sosyal demokratları da yayan bırakmıştır vesselam.
Mustafa Eroğlu, 1957 Varto doğumludur.
1983 yılında ODTÜ’den mezun olmuştur. Yayınlanmış 6 şiir kitabı ve iki romanı mevcuttur. İzmir’de yaşıyor