SSCB’de yaşanan sosyalizm tarihinin beşinci evresini başlatmış ve kimi üst düzey parti yöneticilerinin Kızıl Ordu aracılığıyla giriştiği başarısız darbenin ardından iktidarı Yeltsin’e kaptırmış olan Glasnost ve Perestroyka hareketlerinin başlatıcısı Gorbaçov’un kimine partili, parıltılı gelen, kimine ise ihanet olarak görünen eylemi, şekillenişi itibariyle sosyalizm adına fazla bir başarıyı vaat etmiyordu. ÇHC’de Deng Şiao Ping’in başlattığı “reform” hareketi kadar da şansı yoktu. Deng yaptığı iktisadi reformlarla ÇKP’ne rakip yaratılmasına ve bürokrasinin gücünün sarsılmasına izin vermeyen bir açık diktatörlüğü sürdürürken, Gorbaçov aynı temellerde işleyen açık diktatörlüğün en büyük zaafının demokrasi yokluğu olduğunu söyleyerek devletin halk karşısında gücünün belli ölçülerde kırılmasına yol açan bir rota izledi. Ama iktisadi olarak gerçekleştirmek istediğinin Deng’inkinden pek de farklı olmadığı söylenebilir.
Perestroyka-yeniden yapılanma ile Gorbaçov, durgunluk içerisine sürüklenmiş olan planlı Sovyet ekonomisinin, özelleştirme/özerkleştirme, rekabet ve pazar sayesinde canlandırılabileceğinden umutluydu. Buna karşılık örgütlenme özgürlüğü tanınıp birçok siyasi ve sivil toplum örgütlenmesinin ortaya çıkmasına olanak sağlanmışken toplumun üstünde yükselmiş olan bürokratik devlet aygıtının halka karşı güç kullanma kabiliyeti yerinde durmaktaydı.
Gorbaçov SBKP genel sekreteri görevine geldiğinde Sovyet ekonomisi 3. Sanayi Devrimi’ni yakalayamadığı gibi, emperyalizmle içine girilen askeri rekabette kaynaklarını tüketerek ciddi bir ekonomik durgunluğa sürüklenmiş vaziyetteydi. 10 yıl sürmüş olan Afganistan işgali ülke kaynaklarını tüketmenin yanında, toplumsal çürümenin, mafyalaşmanın ve dünyada itibar kaybının da zirveye ulaştığı dönemi oluşturdu. Çürümenin iktisadi, siyasi, kültürel her türlü ifadesinin boy attığı bir dönemde geminin dümenine geçen Gorbaçov aynı biçimde daha fazla yol alınamayacağının bilinciyle radikal dönüşümler gerçekleştirmeye karar verdi.
Toplumun en önemli sorununun demokrasi yokluğu olduğunu, ancak açıklık sayesinde diğer alanlardaki durgunluğun, geriliğin ve çürümenin ortadan kaldırılabileceğini dile getirdi. Glasnost diye adlandırılan bu politika örgütlenme özgürlüğünün tanınmasıyla kısa zamanda hayata geçti; serbest tartışma ortamının oluşması ve düşünce özgürlüğünün varlığı Sovyet toplumunun üstü örtülen zaaflarının en hızlı bir biçimde ortaya çıkmasını gerçekleştirdi: Planlama yürümüyordu; üretkenlik son derece düşüktü; işletmelerde sahtekârlık, karaborsacılık, döviz kaçakçılığı akıl almaz boyutlardaydı.
Gorbaçov bu toplumsal çürümüşlükten çıkışın yolunun Perestroyka -yeniden yapılanma- olacağını söyledi. Ancak bu mesele birincisi kadar yalın değildi. Birincisinde düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün tanınması yığınların yollarını seçmeleri için yeterli olabilirdi ama yeniden yapılanmanın tek bir kriteri yoktu. Esasında sosyalist bir toplum olmak açısından elbette vardı ama uygulanan “sosyalizm” toplumda öylesine bir uzaklaşma yaratmıştı ki, gerçekten işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütleneceği bir sosyalizm türünün savunucusu son derece azdı. Ya liberal görüşlere ya da bürokratik görüşlere yaslanarak formüle edilen yeniden yapılanma düşünceleri egemendi. Ne var ki bürokratik olan da liberal olan da hastalığın tedavisinde ilacın aynı olduğu kanaatindeydi: Durgunluğa, denetimsizliğe, tembelliğe, düşük üretkenliğe karşı rekabet ve pazar ilişkilerinin hâkimiyeti. Liberallerin böyle düşünmesine karşın bürokrasinin temsilcisi olarak Gorbaçov da kendisine Lenin’i yalancı tanık yapıp NEP benzeri bir politikanın uygulanacağını anlatmaktaydı. Gorbaçov’un bu iddiaları Batı tipi bir kapitalizme dönüşe mi, yoksa ÇHC gibi yeniden totaliter bir devlete mi evrilirdi? Bunu peşin olarak söylemek, bir zamanlar kuyrukçusu olan kimileri gibi hainlikle damgalamak o kadar da kolay değil. El çabukluğuyla SSCB’nin varlığına son verenin Gorbaçov olup olmadığı hiç sorgulanmadan sanki bir veriymiş gibi öne sürülmektedir. Olayın üzerinden 31 yıl geçmiş olmasına karşın hala bu sorun berraklığa kavuşturulmuş değil ama bununla ilgili dağlar kadar yığılmış malzeme ortada durmaktadır. Süreci SSCB’nin kuruluşundan itibaren izlemeyen bir mantığın bunu anlayabilmesi de olanaklı olamaz.
Gorbaçov’un iktidar basıncını biraz azaltmasıyla birlikte kaynama noktasını çoktan geçmiş olan SSCB tenceresi birden fokurdamaya başladı. İşçi sınıfının başlattığı grevlerin hızlı yayılışına zorla birlik içinde tutulan federal cumhuriyetlerde başlayan ayrılık hareketleri eşlik etmeye, işgallerle SSCB hegemonya alanında tutulan Doğu Avrupa ülkelerinde de sistemden kopmaya yönelik hareketler güçlenmeye başladı. Siyasal baskının azaltılmasıyla ortaya çıkan bu olgular esasında sistemin ne kadar çürümüş ve kitleler tarafından istenmez duruma gelmiş olduğunun da apaçık göstergeleriydi.

Örgütlenme özgürlüğünün tanınmasıyla birlikte doğan siyasal rekabet ortamında iktidar erkini kaybedeceğini hemen anlayan bürokrasinin bir kanadı iktidarı devralmak üzere harekete geçti ama tankın üzerine çıkan bir sarhoşun attığı nutuklara yenilmekten kurtulamadı. Aslında bu, sosyalizm adına reel sosyalizmin on yıllarda biriktirdiğinin sisteme nefretten başka bir şey olmadığını göstermeye yeterliydi. Bunların verdiği ders, sosyalizmin kurtuluşu için doğrusal bir ilerleme değil yeni bir devrimci hareketin başlatılmasının zorunlu hale geldiğiydi. Gorbaçov’un bunu idrak edecek bir bilinci ya da niyeti olmadığı yaptıklarıyla görülüyordu. Daha o zaman yaptığımız eleştiriler bu hareketin sosyalist demokrasinin yokluğu, bürokrasinin egemenliğinin varlığı gibi kimi olumlu eleştirilerine karşın başarısızlığa mahkûm olduğuydu.
SSCB’nin yıkılışını onun tarihinden bağımsız ele almak, sıkça içine düşülen, koşulları olmadan bireylerin tarihi yarattığı idealizm anlayışını tekrarlamaktan başka bir şey değildir. Birçoklarının Stalin, Kruşçev, Deng ve nihayet Gorbaçov üzerine yaptığı değerlendirmeler böyle idealist bir zeminde yükselir. Elbette tarih kişilerin iyiliği, kötülüğü noktasından değerlendirildiğinde de o kişilerin bireysel nitelikleri tarih anlatımının en önemli öğesi haline gelir. Kahraman, fedakâr, inançlı, inançsız, hümanist, zalim, diktatör vs. diye iş artık tarih anlatımından çıkıp ajitasyon nutkuna dönüşür.
SSCB’nin kuruluşunda rol oynamış olan faktörler ve bu faktörler karşısında alınan tutumlar ve oluşturulan yapılar bize yıkılışa giden yolun da genel bir çerçevesini verir.
İşçi köylü ittifakıyla çoğunluk olarak iktidara gelen işçi sınıfı bekleneceği gibi kendisini bir iç ve dış karşıdevrim saldırısı altında buldu.
“Glasnot ihaneti” ve sosyalizm
Gorbaçov’un değişim için iki başlığı vardı: biri glastnost ve diğeri de perestroyka; glasnost olmadan perestroyka mümkün değildir derken bunu şöyle gerekçelendiriyordu: Glastnost bilindiği üzere açıklık demek. Açıklıktan kasıt çoğulcu bir demokrasinin gerçekleştirilmesiydi. İşte bu mesele Sovyet Devrimi’ni en çok sıkıştıran sorun olmuştur.
Çoğulculuk içerisinde ve nispeten barışçı denilebilecek koşullarda gerçekleşmiş olan Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği tarihten itibaren başlayan iç savaş ve dış saldırılar, Rusya’yı milyonlarca insanın kaybına yol açan 1. Paylaşım Savaşı’nın yıkımlarının ardından ikinci bir felakete sürüklemiştir. Bolşeviklerin önemli bir kesiminin kaybı ve proletaryanın da en tecrübeli unsurlarının yok olması buna eklenmiş, 1913’teki üretim düzeyine ancak 1926’da yeniden ulaşılabilmişti.
Lenin bu açmazdan kurtulabilmenin yolunu bir anlamda bir adım geriye atarak, toplumsal çelişkileri yumuşatma, köylülüğü yeniden ikna ederek çoğunluğu kazanma amacına yönelik olarak NEP ile aşma planını gündeme getirdi. Kendi ifadeleriyle artık Sovyet Devleti bürokratik bir aygıta dönüşmekte ve çoğunluğu temsil etmez hale gelmekteydi. Ne var ki Lenin’in 1924 başındaki ölümü, zaten partiye oldukça zorlukla kabul ettirilmiş olan bu planın onun beklediğinden çok kısa bir sürede, şartların da zorlamasıyla birlikte, terkedilmesini ve toplumsal gerilimlere yeniden dönülmesini getirdi. Azınlık haline gelen bir iktidarın devamının iki yolu vardır; diktatörlük ya da koalisyon. NEP bir tür, Komünist Partisi şahsında koalisyona dönme politikasıydı. Ama partinin tercihi, azınlık iktidarını olduğu gibi korumaktan ve savaş komünizmi politikalarına yeniden dönmekten yana oldu. Partinin bu tercihi tek başına Stalin’in tercihi değildi. Troçki bile tasfiye edilmiş olmasına rağmen bu dönüşü, “Stalin ilk kez kafasını sağdan sola döndürdü” diye övgüye layık görmekten kendisini alamamıştı. İşte böylesine kahredici bir sürecin içinden ama hemen hemen tasfiye edilenlerin tümünün de onayıyla 30’lu yıllarda artık proletaryanın da üzerinde bir diktatörlük olarak yükselen SSCB ortaya çıkmıştı. Zorunluluklar denilerek sosyalist teorinin savunduğu ne kadar değer varsa zıtlarıyla yer değiştirir hale gelmişti: Proletarya demokrasisi, burjuva demokrasisinden bin kat daha demokratik olacakken burjuva devletlerin en totaliterlerine benzer bir yapı ortaya çıkmış ve bu yapının kaçınılmaz ürünü olarak da gidişata itiraz eden, farklı yollar önerenlerin hepsi işçi sınıfı düşmanları, emperyalistlerin ajanları olarak ilan edilip yargılı ya da yargısız olarak infaz edilmişlerdi.
Demokrasinin ortadan kalkması ile örgütlenme özgürlüğünün en ufak bir ifadesinin bile olmadığı bir yerde, her şeyin iktidara hâkim olan partinin belirlemesine göre gerçekleşmesi kaçınılmaz hale gelir. Böyle bir yapıda parti içi demokrasinin yaşaması da olanaksızdır. Ülkedeki durum partinin içinde de tekrarlanır ve partinin tümü değil her şeye hâkim konuma baskı aygıtları aracılığıyla yükselmiş olan dar bir elitin hâkimiyeti kaçınılmaz olur. Böyle bir dar elitin de demokratik ilişkiler içeresinde değil diktatoryal ilişkiler içerisinde var olmaya devam etmesi içinde yaşanan dünyanın zorunlu gereğidir.
Stalin’in simgelediği sistem işte budur. Bunun adı proletarya diktatörlüğü değil, burjuvazi yok edildikten sonra devleti oluşturan bürokrasinin proletarya ve köylülük üzerindeki totaliter diktatörlüğüdür. Hiçbir yanı sosyalizme benzemeyen böyle bir yapının sosyalist insanı üretmesi nasıl mümkün olacaktı? Bu parti övgülere layık komünistlerin iradi birliği olarak nasıl şekillenecekti? Böyle bir imkân yoktu. Burjuva partilerinde olduğundan daha dar nefes borularına sahip bir partinin elemanlarının sağlıklı olmasını beklemek katırın doğurmasını beklemekten farklı değildir. Zaten hayat da bunu yıkılışa gidinceye kadar adım adım doğrulamıştı.
Birçokları Stalin öldüğünde bir karşı devrimin, bir revizyonist darbenin gerçekleştiği ve işlerin bundan sonra Kruşçev’le birlikte bozulduğunu iddia ederek kendisini rahatlatır ve Stalin’in mirasını sürdürmeyen herkesi hain ya da revizyonist görür. Ama bunda asla haklı değildirler. Eğer sorun mirası sürdürmekse tam anlamıyla sürüp gitmiştir o miras: Bürokratik devlet aygıtında sadece takibatların ve sürgünlerin sayısı azalmıştır ama partinin ve devletin eski yapısı aynısıyla korunmuştur. İktisadi alanda da farklı bir yol izlenmemiş, Stalin’in kurduğu binanın üstüne kat çekilmeye devam edilmiş, askeri alanda ABD ile denge sağlanmıştır. Barış içinde bir arada yaşama tezi de Stalin’in uygulamalarından çok farklı işlememiştir. Kruşçev ve Brejnev de aynı Stalin gibi emperyalistlerle anlaşmalar yapmaya, bir arada yaşamaya devam ederken ve kendi hegemonya alanlarını titizlikle korurken, yakaladıkları her fırsatta da karşı cephede delikler açmaktan ya da açılmasına katkı sunmaktan geri kalmamışlardı. Vietnam, Küba, Angola Devrimleri ve birçok ulusal bağımsızlık mücadelesi “barış içinde bir arada yaşama” tezine rağmen gerçekleşmiştir. Stalin zamanında olduğu gibi Yunanistan’ın veya İran’ın İngilizlere bırakılmasından daha büyük bir günah işledikleri de söylenemez.
‘Evet, Gorbaçov örgütlenme özgürlüğünü kabul ederek tek parti tekeli geleneğine bu noktada ihanet etmiştir’
Peki, Gorbaçov bunlardan hangi açılardan temelde bir farklılık göstermiştir? Glasnostla (açıklık politikası) gerçekten eski geleneği kırmış olduğunu kabul etmek gerekiyor. Belki de birçok eski SBKP takipçisine ihanet gibi gelen de budur. Zira kimileri ÇHC’nde geliştirilen kapitalizme memnuniyetle bakmakta, hatta övgüye layık görmekte ve ÇKP’nin iktidar tekelini elinde tutuşunu sosyalizm için gerekli ve yeterli şart olarak görmektedirler.
Evet, Gorbaçov örgütlenme özgürlüğünü kabul ederek tek parti tekeli geleneğine bu noktada ihanet etmiştir. Geleneksel çizgi ilk kez burada kırılmıştır. Peki örgütlenme özgürlüğü sosyalizmin zıddı da, tek parti diktatörlüğü mü sosyalizmin olmazsa olmaz şartı? Gorbaçov bir kat daha hain ve revizyonist olur. Neden? Çünkü SSCB onun döneminde yıkılmıştır. Bu inancın ipe sapa gelir yanı yoktur. Tarihin içinden taşınıp gelinen bütün bagajları bir kenara koyup, görünen günahları da Gorbaçov’un sırtına yükleyerek çöle salan İsrail oğulları esasında lafını ettikleri günahlardan daha büyük günahların taşıyıcısı olmaya devam ederler.
Gorbaçov’un gelenekten koptuğu bir başka “ihaneti” de silahlanma konusundaki tutumuydu: Gorbaçov yanlış bir yolda ilerlemesine rağmen yaptıklarıyla sosyalizme yönelik sempatiyi dünya çapında artırmış biriydi. Bunu iki şeye borçluydu. Biri, gerekli ama yeterli olmayan bir yoldan sosyalizme yeniden demokrasiyi kazandırmak için gösterdiği çaba, diğeri de dünya barışı konusundaki ısrarlı tavrıydı. Ronald Reagan 1980 yılında SSCB’ye karşı askeri üstünlük kazanmak üzere “yıldız savaşları” adlı bir projeyi hayata geçirmek için talimat vermişti. Bundan amaç uzaya yerleştirilecek savaş araçlarıyla SSCB’nin füzelerini havada avlayarak onu savunmasız halde bırakıp, bir darbede yere serecek bir silahlanma idi. Haliyle bunun getireceği nokta, zaten nükleer dehşet dengesi içinde, ne zaman patlayacağı belli olmayan bir barut fıçısı üzerinde oturan dünyanın daha da kritik bir konum kazanmasıydı. Gorbaçov Reagan’ı bu projeden vazgeçirebilmek için bir dezavantaj oluşturmasına rağmen, Sovyetler’in elindeki nükleer başlıkların önemli bir kısmını imha etmeyi kabul etti. Onun verdiği bu askeri taviz SSCB’ye politik üstünlük olarak geri döndü.
Gorbaçov SBKP’nin yetiştirdiği bir bürokrat olarak açıklık politikasının sağladığı imkânlarla SSCB’deki durgunluk ve çürümeyi pazar mekanizması aracılığıyla aşabileceğini düşünmekteydi. Sosyalizm teorisi tarafından çoktan dışlanmış olan bu seçeneğin olmadığı tarihen de görüldü. Burada devrimci tek seçenek, genel bir çoğulculuk ve örgütlenme özgürlüğüyle yetinmeyip işçi sınıfının yeniden Sovyetler içerisinde egemen sınıf olarak örgütlenmesini sağlamak üzere bütün iktidarın yerel Sovyetlere aktarılmasını savunmak olabilirdi. Bunu olayların seyri sırasında da Gorbaçov’dan bekleyemeyecek olduğumuzun kanıtlarını o zaman öne sürdüklerimizde ifade ettik.
Ancak bol keseden Gorbaçov laneti okuyanların kulağında sallandırmak istediğimiz birkaç küpeyi de takmadan geçmek hakkaniyetli olmaz. SSCB gibi muazzam bir yapının yıkılışının sorumlusu olarak ilan edip kolayca lanetledikleri Gorbaçov’a edilen laflara bir başka perspektiften bakıldığında da bu lanetçilerin nasıl bir sapmanın savunucuları olduğunu görmek mümkün olabilir.
Gorbaçov, birliği oluşturan cumhuriyetlerin eski biçimde bir arada tutulmasının gittikçe zorlaştığını görerek, daha fazla rızaya dayanan yeni bir yapılanmanın ifadesi olarak yeni bir birlik anlaşması önerisi hazırlamıştı. Anlaşma 20 Ağustos günü imzalanacaktı. Yapılacak anlaşmanın SSCB’nin dağılmasına neden olacağını ve ayrılmaya eğilimli görülenlerin zorla birlik içerisinde tutulmasını savunanlar 17 Ağustos’ta bu anlaşma imzalanmadan “sosyalizmi darbeyle korumak üzere” müdahaleye karar verdiler; Moskova dışında olan Gorbaçov’a gönderdikleri temsilcileri onu da darbe saflarına katmak istediklerini bildirdilerse de Gorbaçov buna yanaşmadı. Darbeciler 19 Ağustos günü iktidara el koyduklarını ilan ettiler.
Ne var ki, Meclisi işgale gönderdikleri tanklar saf değiştirip Rusya Cumhurbaşkanı Yeltsin’in emrine girdiler.
21 Ağustos günü Rusya Federasyonu Yüksek Sovyeti Cumhurbaşkanı Yeltsin’e yerel yöneticileri görevden alma yetkisi vererek darbe yanlılarının tasfiyesi hareketini başlattı ve darbecilerin hemen hepsi tutuklandı. Ertesi gün Meclis aldığı bir kararla da Kızıl Bayrak’ın yerine beyaz-mavi-kırmızı bayrağı Rusya bayrağı ilan etti.
24 Ağustos günü Yeltsin bütün SBKP mallarına el koyduğunu ilan ettikten sonra Gorbaçov da sekreterlikten istifa ettiğini ilan etti. Yerine gelen ise ancak beş gün dayanabildi. Daha sonra da SBKP tümden yasa dışı ilan edildi.
Bunlardan Gorbaçov’un SSCB’yi nasıl tasfiye etmiş olduğunu çıkarmak zor ama asıl müsebbiplerin darbeyle (bunların bir versiyonu da Polonya da Jaruselski adıyla zuhur edip sosyalizmin askeri diktatörlük biçimini ilan etmişti) sosyalizmi kurtarma ameliyesine girişenlerin olduğunu görmek zor değil.
Bir başka önemli soru da, Gorbaçov, eğer sahiden sebep olduysa, sosyalizmin mi yıkılmasına sebep olduğudur. Eğer buna olumlu yanıt veriliyorsa zaten ortada tartışılacak pek bir şey kalmaz. Gorbaçov işçi sınıfının egemen sınıf olduğu, halkın rejimden gayet memnun yaşadığı bir durumda çıkıp “sosyalist demokrasi yok, ekonomi berbat” diyerek “reform” yapmaya kalkmakla zaten komünizm düşmanı olduğunu ilan etmiş ve başarıya ulaşmış demektir. Böyle iddia sahipleriyle sosyalizmin ne olduğu konusunda temelden ayrı düştüğümüz için, bu noktada zaten tartışacak bir şeyimiz yoktur. Onlarla Marksizm konusunu baştan ele alıp tartışmak gerekiyor; gerisi boş laf.
Eğer Gorbaçov, yine şayet sahiden SSCB’nin yıkılmasına neden olduysa, sosyalizmin yıkılmasına değil de demokrasiden yoksun, işçi sınıfının üzerinde bir diktatörlük olarak işleyen bürokratik bir yapının yıkılmasına neden olmuştur, o zaman neyin hainidir bu adam? Sosyalizmin mi yoksa bürokratik totaliter devletin mi? Eğer o, işçi sınıfı üzerinde bir diktatörlük olan bürokratik devletin yıkılmasına neden olduysa, nedir bu sosyalizm kılığına büründürülmüş öfkenin böylesine derin olmasının nedeni? Yeltzin’den esirgenen bu kadar büyük bir öfkenin işaret ettiği “işçi sınıfı üzerindeki diktatörlüğün savunucusu olmak” değilse başka nedir? Bu “ihanet korosuna” SSCB yandaşlarının yanında SSCB’ye revizyonist diyenler de katıldığına göre “bürokratik totaliter devletin” yıkılmasının hırsını çıkaracak yer arıyorlar demek ki. Hani bunu Sovyet bürokratları yapsa anlaşılır. Onlar bile Gorbaçov’u “Batının dost olabileceği konusundaki romantik görüşleri”yle eleştirirken, ne büyük bir adam olduğunu söylüyorlar!
Bizim ne dediğimiz ise olaylar cereyan ederken sosyalist demokrasi perspektifinden yaklaşarak yaptığımız eleştirilerde ve bizatihi o işi yürütenlerin yüzüne söylediklerimizde kayıtlıdır.