Mahir SAYIN yazdı – Bu ağır günahın simgesel ismi elbette ki Stalin’dir ama her şeyi onun becermiş olduğuna inanmak da saf idealizm olur. Bu bir nesnel temele de sahiptir. Burada nesnellikle iradecilik bir arada işlemektedir. Sosyalizmin kuruluşunda nesnellik temel olmaya devam etse de politik devrimin kesintisiz kılınması irade bir meseledir.
Uzun yıllar Bolşeviklerle çatışmasına rağmen Ekim Devrimi’nin en parlak yıldızlarından biri olmayı başaran, Lenin’in Stalin’e karşı duruş için vekalet verdiği Troçki’nin[1] katli sorununu sosyalizm mücadelesinin bütününden ayrı olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zira onun başını yaran balta ile sosyalist kuruluşun başını yaran balta aynı şeydir. Meselenin özü de, cinayetin kasıt unsurunu oluşturan sosyalizmin kuruluşu konusudur. Bu açıdan bu cinayet üzerine söz ederken cinayetin işleniş mekanizmasını da sosyalizmin kuruluşu konusundaki bakış açılarının somut ifadelerinden biri çerçevesinde görmek gerekir.
Troçki, Meksika’da Diego Riviera ve Frida Kahlo’nun evinde sürgün olarak yaşarken önce Meksika’nın en ünlü üç ressamından biri olan, İspanya iç savaşında tabur komutanlığı yapmış, dünyanın değişik üniversitelerinde dersler veren, ömrünü sosyalizm davasına adamış David Alfaro Siqueiros’un 24 Mayıs 1940’ta bir grupla yaptığı saldırıyla yüz yüze geldi. Saldırganlar, makineli tüfeklerle tarayıp el bombaları attıkları evde canlı kimsenin kalmadığına emin olarak oradan uzaklaştılar. Aslında Troçki’nin 13 yaşındaki oğlunun yaralanmasının dışında kimseye bir şey olmamıştı. Üzerinden çok zaman geçmeden 1940’un 20 Ağustos’unda İspanya iç savaşında savaşmış bir komünist olan ve evine röportaj yapmak bahanesi ile gelen Jaime Ramón Mercader del Río Hernández tarafından, kafasına bir buz kazması vurularak katledildi. Bu cinayeti uzun zamandır planlamakta olan katil Troçki’nin korumaları tarafından yakalandı ve 20 yıl hapis yatıp çıktı. Hapisteyken Stalin onu Lenin nişanıyla taltif etti ve SSCB’nin çöküşünden sonra açılan arşivlerden kendisinin bir NKVD ajanı olduğu da belgelendi. Dünyanın dört bir yanında sürdürülen bir sürek avı sonucu böylesine adi bir cinayetin işlenmesi, hangi suçu işlemiş olursa olsun izahı gayrı kabil, idama ve işkenceye insanlık onuru adına karşı olan sosyalistlere, sosyalist anlayışa sığdırılamayacak, bin kez lanetlenmeyi hak eden bir tutumdur.
Ama devir öyle bir devirdi ki, böyle ölüme gönderilen sadece Troçki değildi. 1934’den başlayarak, bir zamanlar Çarlık Rusya’sında yargıçlık yapıp Bolşevikleri yargılamış olan Vişinsky bu arada “Bolşevik” olmuş ve Buharin, Kamenev, Zinovyev, Radek, iç savaşın büyük kahramanı ve askeri dahi olarak anılan Voroşilov[*], Preobrajenski, Rakovski, Piatakov, Serebriakov, İ. Smirnov, Sarkis, Safarov, Lifşitz, Mdivani, Smilga, Sapronov, Boguslavski, Drobnis, Krestinski, Sokolnikov gibi devrim tarihinde ismini duyduğumuz duymadığımız ne kadar eski Bolşevik varsa hepsini “yabancı istihbarat servisleriyle Sovyet halkına karşı işbirliği yapan halk düşmanları” olarak ilan edip ölüme mahkum ediyordu. Elbette bağımsız mahkemenin yargıcı olarak değil Stalin’in başında durduğu “azınlık devletinin” sadık bir celladı olarak bunu yapıyordu.
Troçki erkenden sürgüne gönderildiği için, hakkında ölüm fermanı çıkarılmış olsa da bu cinayetler serisinden 1940 kadar kurtulmuş oldu. Ama Stalin ona da ölmeden evlat acısını, yakın arkadaşları olan iki sekreterinin acılarını yaşattı; hiçbir yerde can güvenliği içinde yaşamasına olanak tanımadı. Oğlu Leon (Lev) Sedov Moskova Duruşmaları’nın sahteliğini deşifre eden bir kitap yayınladığı için ve haliyle Troçki’ye de hem bir acı yaşatmak hem de tehditte bulunmak amacıyla 1938 yılında Paris’te katledildi. Bu cinayetler bile kendi başına bunları yapanları sosyalizm düşmanı olarak ilan etmeye yeter ama iş bu kadarla kalmamıştır.
1934’de yapılan 17. Kongre sosyalizmin kuruluşu açısından bir “zafer kongresi” olarak ilan edilmişken, sonraki süreçte parti üyelerinin bir milyonundan fazlası (bazı araştırmacılar iki milyondan da söz ediyor) tasfiye edilmiş, geriye 1,5 milyon üye kalmış (sayı ne olursa olsun ama aslında bu tam anlamıyla bir darbedir), 1966 kongre delegesinin 1108’i “halk düşmanı” olarak idam edilmiş, seçilen Merkez Komitesi’nin 139 üyesinden de 98’i gizli servislerle işbirliği yapan halk düşmanları oldukları “tespit edilerek” kurşuna dizilmişlerdir. Böyle bir fırtınada parti üyelerinin başına bunlar gelmiş ise acaba başka insanlara neler olmuştur? Rivayetler durduğu yerde çıkmış, “emperyalist iftiralar”ından ibaret değildir.
Böylesine bir kan deryasının üzerinde insanlığın geleceğinin yükseleceğini bekleyebilmek için ya dünyadan habersiz olmak ya da insanlık adına epeyce bir eksikliğe sahip olmak gerekir.[2] Üstelik bütün bu çekilen acıların sonucunda ortaya sahiden bir zafer çıkmış olsa, insanlar geriye dönüp baktıklarında, “çok kayıp verdik, çok eziyet çektik ama şu günleri de gördük!” diyebilselerdi bari!
Sovyet insanı ne gördü? Cenneti ararken bin bir eziyet çekerek kapitalist olmayan yoldan cehenneme/kapitalizme nasıl gidileceğini! Bunun için bunları yaşamaya hiç gerek yoktu. Zaten cehennemdeydiler. Çarlık yerinde kalsa da olurdu. Nasıl olsa başka ülkelerde olduğu gibi Rusya’da da kapitalizm gelişecek ve şimdi ulaşılan kapitalizm düzeyine çoktan ulaşılmış olacaktı. Çarlıktan çıkıp sosyalizmden geçip yeniden kapitalizme varmanın bedeli çekilen bunca acı olurken bir de bunların hepsi kapitalist zulmü ortadan kaldıracağını, insanın insan üzerindeki egemenliğine son vereceğini ilan eden sosyalizme fatura edilmiş oldu.
Elbette her şey boşuna olmuş değil. Belki Rusya halkları yaptıkları fedakarlıkların karşılığını yeniden kapitalizme dönmek olarak aldılar ama dünya halklarının bugün elde ettikleri özgürlüklerin de en önemli temelini oluşturdular. Burjuvazi sosyalizm korkusundan siyasal gericilik peşindeyken demokrasinin gelişmesinin önüne geçemedi.
Cehenneme giden yollar
Bu ağır günahın simgesel ismi elbette ki Stalin’dir ama her şeyi onun becermiş olduğuna inanmak da saf idealizm olur. Bu bir nesnel temele de sahiptir. Burada nesnellikle iradecilik bir arada işlemektedir. Sosyalizmin kuruluşunda nesnellik temel olmaya devam etse de politik devrimin kesintisiz kılınması iradi bir meseledir.
Rusya’da politik devrimin gerçekleşmesiyle egemen sınıf olarak örgütlenen işçi sınıfı ve yarı işçi karakterli yoksul köylülük Sovyet örgütlenmesi sayesinde egemen sınıf konumuna yükseldiğinde, emperyalist dünya sisteminin ağırlıklı katkısıyla gelişen karşı devrimin ülkeyi içine soktuğu üç yıllık savaş dönemi toplumun üzerinde yükselen denetleme ve şiddet kurumlarının kurulmasına da icazet tanınmasına zemin hazırlamıştır.
Bu yeni durumun en açık ifadesini Kronstadt Sovyeti’nin bastırılmasında gördük. Onlar da Stalin’in kurbanları gibi emperyalistlerle işbirliği yapma suçlamasına kurban gittiler. Karşı devrimi bastırmak için kurulan Kızıl Ordu merkeze bu imkanı sunduğu için Kronstadt’ı da bastırabildi. Nasıl Stalin’in katlettikleri için “belgeleri” vardıysa, Kronstadt’ın “işbirliği belgeleri” de oldu! Bu günahın işlenmesine katkıda bulunanlar aslında bir anlamda kendi geleceklerini de kurgulamış oldular. Bir kısım Troçkistler ise Ekim Devrimi’nin batış sinyallerini vermeye başlayan bu eylemi Troçki’nin duhlü olduğu için savunmaya çalışmaktadırlar. Aslında Kronstadt’ta bastırılan sadece oradaki Sovyet değil tüm özerk Sovyetlerdi. Hangi Sovyet özerk davranmaya kalkışırsa başına aynı şeyin geleceğinin dersini burada görmüştü. Bunlar olurken muhtemeldir ki, sosyalistlerin çoğunluğu bunların hep olağan dışı, zaruretten kaynaklanan uygulamalar olduğunu ve bir daha gerçekleşmeyeceğini düşünmekteydi.
En başta Lenin, daha Ekim Devrimi’nden bir buçuk ay önce Devlet ve İhtilali yazmış ve Sovyet kurumlarının nasıl özerk ve doğrudan demokrasi temelli olduğunu, toplumun üzerinde denetim kurmaya yarayacak hiçbir aparatın oluşturulmasına izin verilmeyeceğini ve eski devletin bu tür aparatlarının hepsinin PARÇALANACAĞINI ilan etmişti.
Kızıl Ordu zaruretti;[3]
Çeka-NKVD zaruretti;
Kaynakların merkezi-rasyonel kullanımı, dolayısıyla işçi denetiminin sınırlanması zaruretti;
ve acil durum aşıldıktan sonra teorinin gösterdiği yola yeniden dönülecekti.
Zeminin düzeltilmesi amacıyla, toplumsal gerilimlerin düşürülmesi için NEP başlatılıp toplumsal çelişkiler yumuşatılmaya, çoğunluk ittifakının yeniden kurulmasının şartlarının yaratılmasına ve bu sayede demokrasiye işlerlik kazandırmaya girişildi. Bu hemen gerçekleşmedi. Doğabilecek olan kaostan çekinildiği için önce iki adım geri çekilindi, NEP’in ilan edildiği tarih olan 1921’de gerçekleşen 10. Kongre’de parti içi platformlar yasaklandı, denetim tedbirleri artırıldı ve savaş komünizmi döneminde kümesteki tavukları da devlete bağlayan ipler gevşetilip köylüyü, küçük burjuvaziyi rahatlatacak ve yeniden ittifak ilişkisi içerisine çekecek bir yol döşenmeye başladı. Ne var ki, bu yolun projesini oluşturan NEP kurgusunun mimarı olan Lenin’in vurulması ve bir zaman sonra enerjisinin aşağılara düşmesi ve nihayet 1924 başında ölümüyle bu politikaya karşı zayıf olan itirazlar güçlenmeye ve kapitalizmin geri gelmekte olduğu endişelerinin artmaya başladığı görüldü.[4]
Beka sorunu ve toplumun üzerinde yükselen azınlık devleti
1918’in başında Alman Devrimi’nin uğradığı büyük yenilgi Rus devrimcilerini de devrimin nasıl sürdürüleceği konusunda bir beka sorunuyla yüz yüze getirdi. Yeni bir Avrupa devrimi gelinceye kadar ayakta kalmanın yolları daha önce savunulmuş olan her şeyin önüne geçmeye başladı ve bunu yukarıdan aşağıya yapabilmek için de iç savaş gerekli ve yeterli koşulları hazırladı. İç savaşın yarattığı olağanüstü durum olağanüstü tedbirler alınmasını gerekli kılmaktaydı. Bu tedbirlerin de yukarıdan aşağıya tüm topluma dayatılabilmesi için henüz elde Kızıl Muhafızlar dışında bir baskı aygıtı olmasa da başta Kızıl Ordu olmak üzere iç savaşın sürdürülmesi için oluşturulan aygıtlar bu yeterli şartın da yerine gelmesini sağladı. İç savaşa paralel olarak Sol Sosyalist Devrimciler’le (Sol SR’ler) olan ittifakın yıkılması da Bolşevikleri her anlamda bir beka sorunuyla yüz yüze getirdi ve iç savaşı kazanmak için yapılması gereken işler işçi demokrasisi kaygılarının büyük ölçüde bir kenara konulmasını zorladı.
O zaman hemen herkes için bunlar, Avrupa devrimi gelinceye kadar başvurulan geçici tedbirlerdi. Nitekim Lenin savaşın bitimiyle birlikte, üretimi artırmak, toplumsal gerginlikleri düşürebilmek ve işçi köylü ittifakını yeniden kurup çoğunluk iktidarının oluşmasını sağlamak için Yeni Ekonomi Politika (NEP) adı altında, savaş komünizmi döneminde devletleştirme doğrultusunda atılan adımları geri alma ve özel üretimle pazara mal çıkarılabilmesine olanak sağlayan bir adımın atılmasını önerdi ve bu kabul gördü. Bankalar, dış ticaret, büyük işletmeler toplumsal mülkiyet olarak kalmaya devam edeceklerdi. Lenin bu proje çerçevesinde, “oluşturulmuş olan devletin de çarlık bürokrasisini devralmış olduğu” tespitiyle bu alanda da değişikliklerin gerçekleştirilmesinin gerekliliğine işaret etti.
Unutulmaması gereken gerçek Ekim Devrimi sırasında tüm nüfus içinde zaten azınlık olan Bolşeviklerin iç savaşın başlaması ve müttefiklerinden kopuşla iyice azınlığa düştükleridir. Bu çoğunluk egemenliği/diktatörlüğü/demokrasisi kurma iddiasında olanlar için altından kalkılabilecek bir çelişki değildir.
Ekim Devrimi gerçekleştiğinde Bolşevikler işçi sovyetlerinde çoğunluğa sahiptiler ancak geneldeki çoğunluğu sağlayabilmelerinin imkanı SR’lerle yaptıkları ittifak sayesinde olmuştur. Ekim Devrimi’nin hemen ardından 25 Kasım’da yapılan ve katılımın ancak %48 olduğu Kurucu Meclis seçimlerinde Bolşevikler kullanılan 42 milyon oyun ancak %24’ünü alırken SR’ler %40’ını aldılar Menşevikler ise ancak %3,3’de kalmışlardı. Aslında Bolşeviklerin müttefiki olan Sol SR’ler diğerlerinden daha kalabalık olmalarına rağmen listeler SR partisi içinde ayrılık çıkmadan önce hazırlandığından çok az milletvekili çıkarabildiler ve meclis çoğunluğu, iktidarı elinde tutan Sovyet hükümetini tanımayı reddedince onlar da, hala ciddi bir tartışma konusu oluşturan Kurucu Meclisi feshettiler.
Ancak Alman Devrimi’nin 1923’teki ikinci yenilgisiyle birlikte bu yoldan yürünmesinin zorlukları NEP’e karşı çıkışları artırmaya başladı ve nihayet 1928’de bu politikanın kararlı ve son savunucusu Buharin’in de Stalin’in yeniden devletleştirmelere başlanması görüşünü kabullenmesiyle toplum iç savaş döneminde içine sürüklendiği toplumsal gerilimlere sürüklendi; bunu bastırmak için de toplum üzerinde yükselmiş olan devlet aparatının güçlendirilmesi yönetime egemen olan bürokrasinin egemenliğini devam ettirebilmesi açısından kaçınılmaz bir ihtiyaç haline geldi. Öyle olmasa, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü olsa idi büyük ihtimalle yapılacak olan ilk seçimi SBKP kaybedecekti. Bu durumda devrim tümden sona mı ererdi, yoksa kendisine yeni bir yol mu açardı, kestirmek zor. Ama Ekim Devrimi’nin tecrübesine sahip bir halkın yeni bir çıkış yolu bulacağına inanmak daha makul görünüyor.
***
Yaşanmış tarihe alternatif olarak akla hep, “öyle değil de şöyle olsaydı ne olurdu?” düşüncesi gelir. Kimileri bu meraklı yoldan ilerleyerek yeni dünya tasavvurları oluştururlar. “Stalin egemenliği yerine Troçki egemenliği olmuş olsa idi (veya bir başka önderlik) tarih nasıl akardı?” sorusunu sormayan olmamıştır. Bunun gibi konularda, var olan verilerden hareketle belli bir noktaya kadar gerçeğe paralel ilerleyen bir kurgu yapmak mümkün olsa da, özellikle toplumsal hayat konusundaki tasarımları bir duvarın birbirini izleyen taşlarının yaratacağı durum gibi görebilmek imkansızdır. Zira atılan her adımın mevcut durumun bütününde bir değişikliğe yol açacağı gerçekliği bir müddet sonra zihinsel kurgunun gerçeklikle olan bağını kaybedeceğini bize anlatır. Aslında basit bir duvar yapımında bile bunu görmek mümkün olur. Üst üste yığılan taşların zemin üzerinde yarattığı basıncın bir noktada zemini çökertme ihtimali her zaman vardır. Duvar küçük iken bu görülmez ama belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra beklenmeyen durumlarla karşılaşmak mümkün olur. Onun için duvar yapımı bile taşların üst üste konulması ve aralarına tutucu bir malzemenin eklenmesi basitliğinden çıkar jeoloji, tektonik vs. ilimlerinin verilerine ihtiyaç duymaya ve dolayısıyla karmaşıklaşmaya başlar.
“Troçki SBKP’de Stalin’e galebe çalabilseydi, ne olurdu?” sorusunun bütünsel bir yanıtını oluşturmak mümkün olmasa da var olan tutumların işaret ettiği muhtemel doğrultular konusunda elbette ki, bir şeyleri, mutlaklaştırmamak kaydıyla bir yere kadar söylemek mümkündür.
Troçki Stalin’i işçi sınıfının iktidarını gasp eden bürokrasinin temsilcisi olarak niteleyerek ele alır; Tamamen doğrudur. Ama bu bürokratik egemenliğin yaratılması acaba esas olarak maddi temellere bağlı kaçınılmaz bir iş midir yoksa burada iradecilik ve benimsenen ideoloji tam tersinden bir belirlenme mi yaratmaktadır? Bana göre ikincisi. Bu demek değildir ki, Troçki’nin de işaret ettiği maddi koşullar önemsizdirler. Rusya’nın iktisadi ve sosyal olarak geriliği, savaşın yarattığı iktisadi ve insani yıkımlar, kapitalist kuşatmanın yol açtığı imkansızlıkların hepsi sosyalizmin ilerleyişinin karşısına devasa güçlükler yığan faktörlerdir. İktidarda kim olsa bunların yarattığı sıkıntıların zorladığı doğrultulara eğilim göstermek zorunda kalırdı. Kim bilir belki de aynı şeyleri yaptırırdı.
Lenin’in Devlet ve İhtilal’de anlattığı eski aparatın tepeden tırnağa parçalanması ve yerine halkın üzerinde denetim kuramayacak, tersine halkın denetimini mümkün kılacak bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi düşüncesinin yerini milis ordusunun yerine profesyonel bir Kızıl Ordu’nun ve yanında diğer profesyonel denetim mekanizmalarının kuruluşunun alması ve Troçki’nin bunu bir şeref madalyası alarak göğsünde taşıması ve takipçilerinin de sürekli buna işaret ediyor olmaları ve bu aparatın varlığı sayesinde Kronstadt Sovyeti’nin bastırılması ve giderek bütün Sovyetlerin erklerinin elinden alınması konusuna hiç değinilmeden geçilmesi, Kronstadt’ın bastırılmasının bugün hala savunulmaya devam edilmesi, zorunlulukların dayatması durumunda Troçki’nin de teoriden kopup pragmatizme yönelebileceğine/yöneldiğine işaret ediyor. Onun böyle bir eğilime sahip olduğuna Lenin de işaret etmiştir ve sendikaların devlet denetimi altına alınmaları görüşü de bu anlayışına işaret eden bir kanıt gibidir. Diğer yandan NEP’in bitirilmesini savunanlar bunun toplumda nasıl bir yeni gerilimler dizisini peşinde sürükleyecek olduğunu hiç dert etmediklerinde Stalin gibi denetimi elde tutabilmek için yukarıdan denetim araçlarının her türlüsünü sonuna kadar geliştirmek ve kullanmak yoluna gitmekten kendilerini kolay kolay alamazlardı.
Eğer “sosyalizmi korumak için”[5] toplumu yukarıdan denetleyebilecek aygıtlar bir kez yaratılır (çünkü mücadele insanları bir çok durumda teoriden kopup pragmatizme kaçınılmaz olarak sürükler) ve kısa sürede ortadan kaldırılmayıp tersine konsolide edilirlerse, sıkıntıların yükselmeye başladığı durumda bunların halka/işçi sınıfına karşı kullanılmasının da önüne geçecek tek şey ancak yeni bir politik devrimin gerçekleştirilmesidir. Burada artık yapısal determinizm iradenin işlevini neredeyse tümüyle ortadan kaldırır.
Meselenin özünü oluşturan nokta, hiçbir merkezin elinde topluma yukarıdan müdahale edecek uygun aygıtın bulunmamasıdır. Bunu içindir ki, Marks, proleter devrimine kadar olan devrimlerin azınlık çıkarlarını korumak üzere kurgulanmış olan eski devlet aygıtını yetkinleştirmekle sonuçlandığını, buna karşılık proleter devriminin bu aygıtı parçalayıp yerine devlet olmayan devleti, Engels’in deyimiyle “Gemeinwesen”’i geçirmeyi amaçlar der. Bunun somut anlamı her türlü devlet işlevinin tabandaki meclislere taşınması ve merkezin eline verilecek olan erkin bu meclisler tarafından sürekli denetlenebilir halde olduğu bir politik ilişkiler dizgesinin yaratılmasıdır. Merkezin kullanabileceği güç böylece her zaman toplumsal rızaya dayalı olarak kalır ve hiçbir merkez toplumsal rıza oluşmadan güç kullanma imkanına kavuşamaz, çünkü böyle bir aygıt yoktur.
Meseleye bu çerçeveden baktığımız zaman Ekim Devrimi’nin ya da SSCB’nin başına gelenin bir çok faktörün birlikte işlemesiyle ortaya çıkan yapısal durum olduğunu tespit etmek gerekir. Örgütlenme özgürlüğünün olmadığı, ortaya çıkan devletin eski azınlık devletleri gibi toplumu yukarıdan aşağıya denetleme kabiliyetini içinde barındırdığı durumda, bu durumu normal kabul eden kim öncülük ederse etsin varacağı yer Stalin’in ve SBKP’nin varacağı yer olduğu neredeyse tayin edilmiş gibi bir durumdur. Bunun en iyi kanıtını da, her ne kadar SBKP’yi kopya ettikleri söylenebilecek olsa da, birbirleriyle apayrı yerlerde dururken de (SSCB-ÇHC-Yugoslavya) diğer ülkelerin aynı yapıyı farksız biçimde tekrarlamış olmaları oluşturur.
SSCB’ye kaybettiren ekonomizm ve çoğulculuk yasağı
Ekim Devrimi gerçekleştiğinde Şubat Devrimi’nin eseri olarak muazzam bir çoğulculuk ve dünyanın en demokratik cumhuriyeti mevcuttu ve Lenin devrimin önderliğine 2. Enternasyonal ekonomizmine karşı verdiği mücadele içerisinden yükselmişti. Rusya gibi geri bir ülkede sosyalizmin kurulması bütün sosyalistlerin endişeyle baktıkları bir durumdu. Ama Lenin’in yüreği bu konuda rahattı. “Biz başlayacağız Almanlar tamamlayacaklar!” dedi. Dolayısıyla devrimin yüz yüze geleceği geçici sıkıntıların aşılması Avrupa devrimi sayesinde kolayca gerçekleşecekti. İki Alman devrimi de ard arda yenilgiye uğradıktan sonra SSCB’de her şeyin yeni baştan düzenlenmesi ve kavramların bu yeni durum içerisinde yeniden ele alınması gerekti. Bu yapılırken de birçok durumda atılan adımlar sağlam temellere oturtulamadan devrim 1991’deki yıkılışına doğru ilerlemeye başladı. Sosyalist devrimin tek bir ülkede başarıya ulaşması meselesi o zaman da bugün de hala bir sorun oluşturmaya devam eder. Ve bu konudaki yanlış bakışlar sosyalizmin kaderinin de bugünkü durumuna ulaşmasına yol açmış görünmektedir.
“Sosyalist devrim’in başarıya ulaşması” ifadesini, sosyalizmin tamamlanıp kendi başına bir sistem haline gelmesi değil de bir geçiş dönemi olarak sosyalizmin hedefi olan komünizme varması anlamında ele almak gerekir. Bu ifade kimi durumlarda “tek ülkede devrim sürdürülemez ya da olamaz”a kadar indirgenebilmektedir. Yoksa devrim yapma/ona öncülük etme sevdasında olanlar için tuhaf bir durum ortaya çıkmaktadır. Devrimi yapacaklar ama bu devrim kısa bir zaman içerisinde (bu kısalık ne anlama gelir kestiremeyiz), dünyanın çoğunluğunda devrimler gerçekleşmez ise bir işe yaramayacaktır. “Onun için iktidarı alan burayı bir üs olarak kullanarak diğer ülkelerdeki devrimin gerçekleştirilmesine girişmelidir.”[6]
Almanlarla yapılması hesaplanan barış anlaşması konusunda Lenin ve Troçki’nin pozisyonları bu durumu iyi ifade eder. Troçki Alman devriminin gerçekleşmesine katkılı olabilmek için ateşkes yapmayıp barış görüşmelerini süründürmek ve Alman devrimiyle birlikte Avrupa devriminin tetiklenmesini sağlamaya yönelik bir anlayış içinde davranır. Buna karşılık Lenin bir Avrupa devriminin, Rus Devrimi’nin zaaflarını gidereceğini söylemesine, bunu şart olarak görmesine karşın, maliyeti ne olursa olsun savaşı durdurup, bir nefeslenmek ve gerçekleştirdikleri politik devrimi konsolide etmekten yana davranır. Çünkü savaştan yorulmuş olan Rusya halklarına verilmiş olan savaşı durdurma konusundaki sözün yerine getirilmemesi durumunda Almanlar karşısında Kerenskiy’nin düştüğü duruma düşme olasılığı hemen hemen garanti gibidir. Zaten Troçki’in barış görüşmelerini süründürme, Alman proletaryası ve askerlerine ajitasyonla zaman kazanma politikası Alman Ordusu’nun Rusya’nın daha fazla içerlerine girmesine ve nihayet sosyalist iktidarı tehdit eder hale gelmesine yol açınca Troçki de fikrini değiştirmek zorunda olduğunu görür ve SBKP MK’da yapılan yeni bir oylama sonucunda Troçki’nin katılımıyla Lenin’in tezi çoğunluğu kazanır ve anlaşma imzalanır. İmzalanır ama bu kez de Sol SR’lerle olan ittifak tehlikeye girer ve başka nedenlerin de katkısıyla (Lenin’e yapılan suikast, idam cezasının geri getirilmesi, Çeka’nın statüsü gibi) bozulmaktan kurtulamaz. Ancak Lenin burada savaşı durdurmakla tek başına konsolidasyondan yana değildir; o, asıl dünyayı yeniden paylaşma derdinde olan kapitalistleri baş başa bırakıp savaşın sonucunda ortaya çıkacak olan duruma sosyalist bir ülke olarak güçlü biçimde müdahale edebilme imkanlarını aramaktadır.
Devrimi içerde ve dışarıda kesintisiz kılmak, hep ilerlemek, tekil insan istemi ya da bu anlamda ideolojik birliği olan bir parti açısından kulağa hoş gelebilir ama bu devrimin asıl öznesini oluşturacak olan milyonlarca insan açısından durum farklıdır. Onlar da kendilerini bir öncü müfreze olarak kabul edip dünya devrimini gerçekleştirmeye girişmiş olsalar hiç de fena olmaz ama hayatın gerçekliği asla bu değildir. Bir önceki sistemde yaşadıkları sıkıntıların had safhaya varması sonucu devrimci saflara katılmış olan milyonlarca insan devrimin gerçekleşmesinin ertesinde bir nefes almak ve yaptıkları işin sonuçlarını görmek isteyeceklerdir. Zaten büyük bir çoğunluğun devrime katılımı, tam bir ideolojik hegemonyanın değil politik hegemonyanın eseri olmak durumundadır ve bu politik hegemonyada da “yığınların artık eskisi gibi yaşamak istememeleri” temel rolü oynamaktadır. Eskisi gibi yaşamak istemedikleri ve daha iyi bir konuma ulaşmak istedikleri içindir ki, ölümüne bir mücadelenin parçası olurlar ve tam kazandıkları anda onlara yeniden saldırı emri verenin ya onlara karşı da zor kullanması gerekir; ya da kaybetmeyi garanti etmiş demektir. Kerenskiy’in hali kısa süre önce bunu örneklemişti.
İşte burada devrimcilerin karşısına ciddi bir dilemma çıkar. Devrimi içerde ve dışarıda kesintisiz kılmak ile devrimi yapan kitlelerin taleplerinin gerçekleştirilmesi arasındaki çelişkidir bu. Burada ihtilalci inisiyatifle ekonomizm çatışmaya girer. Bu dilemmada denebilir ki, Lenin bunun diyalektik bir sentezi gibi görünürken, Stalin ekonomizmin temsilcisi, Troçki de volantirizmin temsilcisi olarak karşı karşıya gelirler. Bu dünyanın uzlaştırması en zor çelişkilerinden birini oluşturur. Ömrü 2. Enternasyonal ekonomizmine karşı, devrimci inisiyatifin öne geçirilmesi mücadelesi ile geçmiş olan ve bu konuda ustalaşmış Lenin’in ölümü ile bu türden çelişkileri sosyalizm doğrultusunda ustaca senteze ulaştıran bir zihnin aradan çekilişi sonucu antagonizma en şiddetli düzeyine ulaşır. Tabi Stalin de ekonomizmini hayata geçirebilmek için akıl almaz bir yıkıcı volontarizm sergileyerek çizgisinin dışına taşma eğilimi gösteren bütün komünistleri tasfiye eder. Tasfiye partiden çıkarma değil fiziken yok etme anlamına gelmektedir onun için.
Bütün monolitik düşünce sahipleri gibi Stalin de sosyalizmin bu olduğuna ve bunu da en iyi kendisinin yapabileceğine o kadar emindir ki, buna karşı duran her anlayışı devrime ihanet olarak görür ve bütün günahlarını devrimi korumak, halka, işçi sınıfına hizmet etme yüce amacıyla kutsar ve ilk kez gerçekleşiyor olmasa da “amaç aracı kutsar” Makyavelizmi, ya da “son günahı ortadan kaldırmak için işlenen günah günahtan sayılmaz” teolojik anlayışı, pragmatizm üzerinden sosyalist anlayışa yerleşmiş olur. O buna o kadar inanmıştır ki, milyonların kurtulması için başka milyonların feda edilmesinde hiçbir mahzur görmez. Zira işi, kendisinin temsil ettiği yüce amaç devrimle karşı devrim arasındaki savaş gibi görmektedir ve bu “yüce amaç uğruna” bir savaşta yapılabilecek olan ne varsa onu yapmaktadır. İşçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesinin yerini almış olan yeni “yüce amaç”ın proletaryayı yönetilen sınıf konumuna yeniden sürüklemiş olmasının yanında, böyle sürekli bir iç savaş halinde olan ülkede de insanın insan olarak yaşamasına imkan verecek koşulların oluşması hiçbir zaman gerçekleşemez.
Stalin bu zulüm yoluna içinde bulunulan savaşı kazanmak için her şeyi yapma adına girdi ve buna uygun bir aparat oluşturdu. Troçki ve birçok muhalifi ise meseleyi bir yapı sorunu olarak ele almak yerine bir politik çizgi meselesi olarak görmeye çalıştılar. Ama hep birlikte dokunmadıkları temel, çoğulculuk, örgütlenme özgürlüğü ve ekonomizm meselesiydi. Bunlara ne Troçki ne de diğer muhalifleri dokundular.[7] Troçki yıllar sonra geçtiği yolları “bir çiçek bahçesini çiğnedim” diye ifade edecek olsa da bu çiçeklere basmamanın temelinin çoğulculuktan, örgütlenme özgürlüğünden ve ekonomizme karşı mücadeleden, Kızıl Ordu kahramanı olarak övünmemekten, Kronstadt saldırısını övmemekten, tam tersine bu hatasını düzeltmenin yolunu aramaktan geçtiğini ne anladı ne anlatabildi. Bu onu komünizmi isteyen bir ihtilalci olmaktan çıkarmasa da Stalin’in simgesini oluşturduğu zulüm mekanizmasının kuruluşunu desteklemiş ve savunduğu mantıklarla da buna destek vermiş olmaktan kurtarmıyor. Troçki toplumu yeni bir baskı dönemine ve tasfiyelere hazırlayan NEP’in sona erdirilmesi politikasını, “Stalin’in kafasını sağdan sola döndürdüğü” şeklinde yorumlarken aslında gelen cinayetlerin altına imza atmış olduğunu herhalde hiç fark edemedi.
Dipnotlar
[1] Aslında Rusça’da Троцкий diye yazılan ismi bizim kullandığımız gibi Troçki olarak telaffuz edilmez. Ama “galat-ı meşhur lugat-ı fasihten evladır” denir ya, biz de yanlışını kullana kullana doğrusunu tedavülden kaldırmış olduk.
Rusça’daki ц harfi kesinlikle Ç sesi değildir. Almancadaki Z sesine benzer. Bu ses, Lazca, Gürcüce, Ermenice ve Yunanca’da da aynen vardır ve Ermeni aksanının etkisiyle de Erzurum Kars aksanlarında daha yumuşak biçimleri (daha C’ye yakını) mevcuttur. Ç’nin dilin ön dişlerin arasına dokundurularak çıkarılan bir çeşididir. Bana göre Türkçe’de en yakın ses kombinasyonu ts değil tz’den oluşmaktadır. Yine Rusça’daki ий harflerini de y harfini vurgulamadan sanki i harfini yarım ses uzatmış gibi “iy” ya da yine ikinci “i”yi vurgulamadan, birincinin uzatmasıymış gibi “ii” diye okumak Rusça’ya benzer bir telaffuzu sağlar görünüyor. O zaman Trotzkii-Trotzkiy diye yazılması gerekir gibi geliyor bana.
[2] Stalin’in halk üzerinde yaratabildiği bu illüzyonu Troçki şöyle izah eder: “Stalin kendi bürokratlarına karşı da o kadar acımasız davranmaktadır ki, halk çektiği acıların sorumlusu olarak gördüğü kişinin böylesine cezalandırılması karşısında Stalin’in adalet dağıtıcısı olduğuna inanıyor.” Bu, bütün egemen sınıfların, tiranların toplumsal rızayı üretmek için kullandıkları klasik bir yöntemi oluşturur. Aslında bu illüzyona insanlar çarlar zamanında da sahiptiler. Bizde de “ah sultanımızın bunlardan bir haberi olsa!” inlemeleri ona karşı rızanın üremesinin temellerinden biri oluşturur.
[3] Karşı devrimin bastırılması için ona uygun araçla davranmak elbette gerekliydi. Ama bunun şekli ille de profesyonel ordu değildir ve bunun gibi profesyonel aygıtların sosyalizmle nasıl uzlaşmaz bir nitelik sergilediği devrimden önce “devletin parçalanması ve çoğunluğun çıkarlarını temsil eden bir devlet olmayan devlet aygıtının nasıl olması gerektiği” tartışmaları içinde çokça ifade edilmiştir. Bu konuda Alman istilasına karşı Ukrayna’daki direnişi örgütleyen Anarşist Mahno profesyonel bir ordu yerine milis ordusuyla bu işi nasıl başardığını anlatmak ve Lenin’le görüşmek üzere gizlice Petersburg’a kadar gelmiş ve Sverdlov’un aracılığıyla Lenin’le görüşüp düşüncelerini anlatmıştı. Ancak Lenin kendisine dostça davranmış olsa da onu ikna etmesi pek mümkün olmamıştır.
[4] Burada herkesin aklına, bir kişinin ölümünün tarihi bu kadar değiştirmesi nasıl mümkün olabilir sorusu gelir. Dengeye yakın durumların olduğu kimi nesnel durumlarda iradi müdahale nesnelliğin hangi yönünün öne geçeceğini tayin edebilir. Aynı şeyi Rus devrimi iki kez yaşamıştır. Bunlardan biri Nisan Tezleri’nin benimsenmesi ve diğeri de Ekim ayaklanmasının Tüm Rusya Sovyet Temsilcileri Meclisi’nin toplanmasından önce gerçekleştirilmesindeki Lenin’in müdahaleleridir. Lenin’in bu iki müdahalesi olmasaydı Rus devrimi bildiğimiz rotayı izleyemeyecekti. Kuşkusuz bu devrim hiçbir şekilde olmazdı anlamına gelmez. Belki bir başka müdahale başka yolların açılmasına da imkan sağlayabilirdi. Ama sözünü ettiğimiz tarihlerde ve NEP meselesinde böyle güçlü müdahalede bulunabilecek Lenin’den başka kimse yoktu. Sonra çıkar mıydı, onu kimse bilemez ama o da ihtimaller dahilindedir elbette.
[5] Bu çok netameli, tehlikeli bir kavramdır. Çoğunlukla bu laf “sosyalizmi emperyalist saldırıya karşı korumak” perdesi arkasına gizlense de bunu arada bir ama halkı denetleme ve “sosyalizmi onlara karsı koruma” işini sürekli olarak yapar. Bu mantıkta olan General Jaruselski Polonya’da “sosyalizmi korumak için” askeri darbeye bile başvurabildi. Eğer sosyalist devlet dediğimiz işçi sınıfının Sovyetler aracılığıyla egemen sınıf olarak örgütlenmesi ise ve bu koruma sokaklara dökülen işçilere karşı gerçekleşiyor ise, diğer korunan “sosyalizm” ne olmaktadır? Buradaki darbe artık işin iyice uca kayması iken egemen sınıf olarak örgütlenmiş olması gereken “proletaryayı da denetimi altında tutan devlet” zaten hep var oldu. Böyle bir varlık Marks ve Engels’in proletarya devleti üzerine söylediklerinin hepsini berhava ettiği gibi bizzat Lenin’in kendisinin “Devlet ve İhtilal”de anlattıklarını da berhava eder. Bu durumda üzerine basılarak devrim yapılan teori gitmiş, onunla alakası olmayan, var olan durumu teori haline getiren bir başka teori benimsenmiş ve bir bütün olarak da sosyalizm bir kenara konulmuş olur.
[6] Venezuela’lı gerilla lideri Duglas Bravo ile Castro arasında da aynı tartışma, Ekim Devrimi’nden 40 yıl sonra “Küba bir üssü mü yoksa sosyalizmin vatanı mı?” başlığı altında D. Bravo’nun Castro’ya suçlaması olarak başladı ama Bolivar’dan beri sürüp gelen Latin Amerika geleneğini iyi hazmetmiş olan Castro buna “her ikisi birden” diye kısa bir yanıt verdi ve bunu da eylemiyle gösterdi.
[7] Partiden uzaklaştırılmış olup böyle savları dile getirenler elbette olmuştur. Ama bunlar çok daha önceden 10. Kongre sonuçlarına bağlı olarak platformların yasaklanmasıyla birlikte partiden uzaklaştırılmışlardı.
[*] Katledilen Voroşilov değil mareşal Tukhaçevskiy’dir (Тухаче́вский). Tam tersine Voroşilov, ordudaki tasfiyelerde Stalin’le işbirliği yapan ve 1906’dan beri Bolşevik olup Ekim Devrimi sırasında Petrograd Askeri Komitesi Başkanlığını yapmış, 1925-1940 arasında Savunma Halk Komiserliğini sürdürmüş, yoksul bir aileden gelen mareşaldir; Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti’ne destek vermek için Türkiye’ye gönderilmiş ve Taksim Anıtı’nda heykeli bulunan iç savaş kahramanlarından biridir. Daha sonraları o da Brejnev tarafından Beria, Molotov, Malenkov’la birlikte tasfiye edilmiştir.
Rus üst sınıflarından gelmesine karşın sosyalist olmuş olan Tukhaçevskiy ise Alman faşistlerinin de 2. Paylaşım savaşında uyguladıkları yıldırım savaşı (Blitzkrieg) ve düşman hatları gerisinde yürütülen saldırı, lojistiği kesme, sabotaj faaliyetlerini içeren derin harp (deep battle) ya da derin operasyon (deep operation) kavramlarını geliştirmiş, tankların savaşta oynayacağı yeni rolü erkenden keşfedip, SSCB’de Voroşilov’un adıyla anılan tankların yapımına katkıda bulunmuş ve iç savaşta da Kolçak ve Denikin’e karşı kazandığı zaferlerle halkın ve ordunun büyük sevgisini kazanmış, bu etkisinden dolayı da Stalin’in hedeflerinden biri haline gelerek, yabancı devletlerle ilişkisine ilişkin sahte belgelerle 1937’de katledilmiştir. I. Paylaşım Savaşı’nda Almanlara esir düştüğünde De Gaulle ile aynı esir kampında yattığı söylenir. 1917’de Rusya’ya döndüğünde askerliği bırakır. 1918’de iç savaşın çıkması üzerine, Kızıl Ordu’nun kurucusu Troçki’yi bulur ve asker olarak devrimci hükümete hizmet vermek istediğini söyler. Kısa bir süre sonra da komünist olarak Kızıl Ordu saflarında savaşa katılır. Savaştaki başarıları dünyada da yankılar uyandırır ve yabancı basında “Kızıl Napolyon” olarak anılmasına neden olur. (Yazarın sonradan eklediği redaksiyon notu)