Mustafa Durmuş’un Yazı Dizisi (5): Esnek çalışma-verimlilik paradoksu ve Türk sermayesi
MUSTAFA DURMUŞ
Bir önceki yazımızda, uluslar arası mali örgütlerin, hazırladıkları raporlarda, özellikle 2008 krizi sonrasında verimlilik büyümesinin küresel çapta yavaşlama eğilimine girdiğine, bunun da ekonomik büyüme hızını düşürdüğüne, Türkiye ekonomisinin de bu süreci yaşamakta olduğuna dikkat çektiklerini ve dönemi “verimlilik krizi dönemi” olarak adlandırdıklarını vurgulamıştık.
Eğer bu tespitler doğru ise, açıklayacağımız nedenlerden dolayı, AKP Hükümetleri “ulusal istihdam stratejisi – esnek çalışma rejimi” altında emek gücü maliyetlerini düşürmeyi, güvencesiz istihdamı ve böylece kârları artırmayı hedeflerken, verimlilikleri uzun vadede daha da düşürebilecek bir yola da girmiş gibi görünüyor.
Bu bağlamda “bu politikaların yerli ve uluslar arası sermayenin talepleriyle ne ölçüde uyuştuğu ya da bu konuda sermaye gruplarının taleplerinin farklı olup olmadığı” soruları önem kazanıyor.
Morgan Stanley son Türkiye raporunda[1], verimlilik düzeyindeki düşüşün, ülke ekonomisinin temel yapısal sorunlarından biri haline geldiğini altını çiziyor. Bu düşüşün nedenini ise, 2011’den bu yana teknoloji transferi içermeyen kısa vadeli – spekülatif yabancı sermaye yatırımlarının ağırlığının belirgin bir biçimde artmasına bağlıyor. Yani rapora göre, verimliğin milli hâsıla büyümesine olan katkısı 2002-2007 döneminde % 1,9 puan iken, bu 2010-2011’de % – 0,1 puana ve 2012-2015’te % – 1,0 puana kadar geriledi. Bu da ekonomik büyümenin yavaşlamasına neden oldu.
Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK)’in bir araştırmasına göre de[2], Türkiye’de emek gücü verimliği 2014’te % 2,4 azaldı ve Türkiye 61 ülke içinde verimliliğin en fazla gerilediği beşinci ülke oldu.
Sektörel değişim verimliliği etkiliyor
Verimliliklerdeki düşüşün Türkiye kapitalizminin “sektörel değişim” olarak da tanımlayabileceğimiz değişim sürecinin bir sonucu olduğu ileri sürülebilir. Öyle ki milli hâsılanın oluşumunda, sırasıyla; göreli olarak daha düşük verimlilikli olduğu kabul edilen hizmetler sektörünün payı % 65’e kadar yükselirken, göreli olarak yüksek verimlilikli imalat sanayinin payı % 18’e kadar düştü (% 24’lerden). Buna karşılık verimlilik üzerinde etkili olabilecek ar-ge yatırımlarının payı sadece % 1’de kaldı. Verimliliğin çok düşük olduğu tarımın payı ise emsal ülkelere göre yüksek bir düzey olan % 8 düzeyinde seyrediyor.
Daha da önemlisi, AKP iktidarları döneminde imalat sanayinin kendi içinde yaşadığı değişim. Zira bu değişimle sanayi üretimi düşük verimlilikli alt sektörlere kaymış durumda.
Yani imalat sanayi alt sektörlerinde yaratılan katma değerin büyüklüğü açısından; 2003 yılında ilk sırada tekstil (%13,8), ikinci sırada gıda ve içecek (%13,1) ve üçüncü sırada kimya ve eczacılık (% 9,7) yer alırken; 2014 yılında bu sıralama gıda ve içecek (% 12,6), tekstil (%10,0) ve taş ve toprak (% 8,3) olarak yer değiştirdi[3]. Bu durum sadece verimlilik yavaşlamasının nedenlerinden birini açıklamıyor, aynı zamanda, Türkiye ekonomisinin son dönem asıl olarak inşaat-alt yapı üzerinden büyüdüğünü de ortaya koyuyor.
Uluslar arası sermaye yapısal reformların tamamlanmasını talep ediyor
Morgan Stanley, emek gücü piyasasına yönelik reformların yavaşlatılmasının verimliliklerdeki düşüşün bir diğer nedeni olduğunu ve bu nedenle de Türkiye’nin elindeki son fırsatın acilen bu reformların hızlıca gerçekleştirilmesi olduğunu savunuyor.
Benzer bir yorumu Deutche Bank yapıyor. Genel olarak ‘Yükselen Ekonomiler’deki verimlilik düşüşleriyle bağlantılı büyüme yavaşlamasını ele aldıkları son raporunda[4] Banka, maliye ve para politikalarının manevra alanının iyice daraldığının altını çizerek, düşük hızda büyüme sorununun ancak yapısal reformların hızlandırılmasıyla giderilebileceğini ileri sürüyor.
Raporda aralarında emek gücü piyasası reformlarının da bulunduğu dokuz yapısal reforma yer veriliyor ve bunları gerçekleştiren ülkelerdeki büyüme hızının arttığı vurgusu yapılıyor. Bu bağlamda Türkiye’nin beklenen hızda bu reformları gerçekleştirmediği (hala sarı ışıkta) uyarısı yapılıyor.
Bu çerçevede, emek gücü verimliliğinin; dinamik bir ekonomide (esnek emek gücü piyasası- yeni bir yaşanabilir ücret-daha düşük sosyal yardım, regülasyon düzeyi düşük rekabetçi mal piyasaları, üretimi destekleyen finans piyasaları ve yeniden dengelenmiş ekonomi ve güçlü enerji kaynakları), uzun vadeli yatırımlarla (düşük kurumlar vergili rekabetçi bir vergi sistemi, yatırım ve tasarruf sübvansiyonları, yüksek becerili emek gücü yetiştirmeye dönük beşeri sermaye yatırımları, modern ulaştırma sistemleri, güvenilir ve düşük karbon enerjisi, dijital alt yapı ve yüksek nitelikli bilimsel faaliyet ve inovasyon) artırılabileceği ileri sürülerek, devletin bir kez daha devreye girmesi isteniyor[5].
Özcesi, uluslar arası finans kapital örgütleri ısrarla, aralarında emek gücü piyasalarının reforme edilmesinin de yer aldığı yapısal reformların tamamlanmasının Türkiye ekonomisinin büyüme sorunlarının çözümlenmesi için şart olduğunu ileri sürüyorlar.
Diğer yandan yakın tarihte yayımlanan bir IMF araştırması[6] bu yapısal reformları da kapsayan neo liberal politika uygulamalarının, 2008 yılından bu yana uygulandığı ülkelerde ekonomik büyümeyi hızlandırmadığını, tam tersine gelir bölüşümünün daha da adaletsiz hale gelmesi nedeniyle, ekonomilerin daha da daraldığını, yani bu politikaların işe yaramadığını, tersine işleri daha da kötüleştirdiğini ortaya koydu.
Yerli sermayenin verimlilikler konusundaki tavrı
Emek gücü verimliliğindeki düşme eğilimi yıllardır TİSK’in yayınlarında da ön plana çıkartılıyor (örnek; İşveren Dergisi Mart-Nisan 2010). Ancak konu daha ziyade verimlilik-ücret dengesizliği bağlamında ele alınarak düşük verimlilikli, buna karşılık yüksek maliyetli istihdamın işverenleri zorladığına dikkat çekiliyor. Bu bağlamda da çözüm olarak, tahmin edileceği gibi, verimlilik artırmaya yönelik yeni yatırımlar ya da teknolojilerin yerine, emek gücü piyasasının esnekleştirilmesi, özel istihdam bürolarının kurulması ve kıdem tazminatlarının Fon’a devredilmesi gibi üretim maliyetlerini düşüren düzenlemeler öneriliyor.
Bu derginin Ocak-Şubat 2016 sayısında “Ücret-verimlilik dengesizliği istihdamı tehdit ediyor” başlığı altında 2015 yılı üçüncü çeyrekte, yıllık bazda sanayinin işçilik maliyetlerinin nominal % 18,1 ve reel % 10,8 artarken; üretim, verimlilik ve istihdam artışlarının sıfıra yakın gerçekleştiği, son 9 yılda reel işgücü maliyetindeki artış hızının verimliliğin 10 katı olduğu ileri sürülüyor.
TİSK’in bir başka çalışmasına göre[7], imalat sanayide işgücü maliyetinin ortalama % 35’i çıplak ücret, % 65’i sosyal – yan ödemelerden oluşuyor. Bu sosyal ödemelerin içinde en büyük payı % 40 ile SGK işveren primleri, % 12,3 ile kıdem tazminatı, % 4,6 ile işsizlik sigortası işveren payı oluşturuyor. İşçi başına ortalama kıdem tazminatı yükü ise 2016 yılında yaklaşık 43,000 lira olacak.
Diğer taraftan DİSK’e göre[8], kıdem tazminatının yüksekliği ile ilgili olarak ortaya atılan iddialar gerçeği yansıtmıyor. Zira kıdem tazminatının tavanı, 1980’lerde asgari ücretin 7,5 katı iken bugün itibariyle 2,5 katına kadar geriledi. Yani bugün 12,000 lira olması gereken tavan 4,000 liraya düştü.
Bu noktada sermaye taleplerini şöyle sıralıyor:
“Ülkemizde işverenin işçi çalıştırmak için ödediği paranın yaklaşık üçte ikisi üretim ve verimlilik artışıyla hiçbir ilgisi olmayan giderler niteliğindeki yan ödemelere aittir. Ücretlerin verimliliklerle bağının kurulması için ‘Ulusal Ücret Politikası’na geçilmelidir”.
“Performansa dayalı ücret sistemleri yaygınlaştırılmalıdır. Tüm ücret ödemeleri, fiili çalışma sürelerine göre yapılmalıdır. Çalışma mevzuatının ücrete ve çalışma süresine ilişkin esneklik imkânları artırılmalıdır.”
“Çalışma mevzuatının çağdaş esneklik yöntemlerini uygulanabilir kılması zorunludur”.
“Özel İstihdam Büroları’nın faaliyetleri AB norm ve standartlarında genişletilmeli, mevzuat düzenlemeleri tamamlanmalıdır”.
Ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek:”İşgücü piyasasını daha esnek ve daha işlevsel hale getireceğiz”.
Bu taleplerin hedefi belli: Ücret artışları olabildiğince sınırlı tutulmalı ve çıplak ücret olarak tariflenen ücret dışındaki ödemeler işverenin sırtından (!) alınmalı. Bu bağlamda BES’in (bireysel emeklilik sigortası) işçiler için zorunlu hale getirilmesi ve kıdem tazminatlarının Fon’a devredilmesi çalışmalarının önemi ortaya çıkıyor.
Sermaye “ödenmemiş emek” olarak tanımlanan ve kârının kaynağını oluşturan artı değeri büyütmek, ödenmiş emeğin karşılığı olan ücreti ise azaltmak istiyor. Ayrıca devletin kendinden daha az vergi alması için vergi kanunlarının değiştirilmesini talep ediyor (nitekim bu yönde yeni bir Gelir Vergisi Kanunu tasarısı Komisyon’da hali hazırda görüşülüyor).
Gerek sermaye örgütlerinin, gerekse de siyasal iktidarın yapısal reformlar ve esnek çalışma rejimi konusundaki önerileri bildik bir ana akım iktisat ideolojisine dayanıyor. Buna göre, “emek gücü arzı emek gücü talebinden fazla olduğunda ücretler düşmelidir. Diğer yandan uygulamada bu düşüşü önleyen, asgari ücret düzeyinin yüksekliği, sosyal haklar, güçlü sınıf sendikacılığı gibi piyasanın rijitliğine yol açan faktörler söz konusudur”. Teoriye göre, “bu engellerin (!) ortadan kaldırılması iktisadi etkinliği (verimliliği) artırır, işsizliği azaltır. Bu nedenle de yapısal reformlar bu engellerin kaldırılmasını amaçlamalıdır”.
Esnek çalışma- verimlilik paradoksu
Diğer taraftan kolay işe alma-kolay işten çıkartma ve yüksek bir işçi sirkülasyonu anlamına gelen esnek ve güvencesiz çalışma ya da emek piyasası reformları sırasıyla; emek tasarruf eden teknolojilerin yaygınlaşmasını önlüyor, sermaye stokunun yaşlanmasına neden oluyor ve işletmelerin yenilikçi bir birikim oluşturmasını önlüyor, böylece de emek gücü verimliliğinin artış hızını düşürüyor.
Nitekim İngiltere, ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi 1980’lerden beri yapısal reformlar uygulayan ekonomilerdeki emek gücü verimliliğindeki büyüme hızı, Avrupa’dan çok daha yavaş, ücret artışları daha düşük, iş disiplini daha yüksek, buna karşılık istihdam artışı daha fazla.
Japonya’da ise, yarı zamanlı çalışmaya geçişin işçilere yönelik eğitim vs çabalarını azaltması nedeniyle, verimlilik düştü[9].
IMF’nin bir çalışmasına göre[10], neo liberalizm sonrasında hayata geçirilen “yarı zamanlı çalışma”, “sıfır saatlik iş sözleşmesi”, “geçici işçilik, kolay işe alma ve işten çıkartma” biçimindeki emek gücü piyasasına yönelik serbestleştirmeler yıllarca kârları artırdı, ama verimlilik artışına bir katkı sağlamadığı gibi, daha da kötüleştirdi.
Bunlara ilave olarak, araştırmalara göre, esnek çalışma yenilikçi buluşları (inovasyon) ve verimliliği şu yollardan olumsuz yönde etkiliyor[11]:
(i) Esnek-güvencesiz çalışma altında firma içi işçi eğitimi ve işçi yetiştirmesi önemini kaybediyor, zira işveren kalıcı olmayan işçiler için maliyete katlanmak istemezken, işçiler uzun vadeli olmadıkları yerde mutlu olmuyorlar.
(ii) Güvenceli iş ilişkileri işçinin sadakatini artırıyor, bu da işlem maliyetlerini azaltıyor. Aksi durum ticari sırların dışarı sızmasına neden oluyor.
(iii) Hızlı işçi sirkülasyonu işçilerin işletmedeki sorunların çözümüne dönük eleştirel katkılarını da ortadan kaldırıyor. Patronların giderek otokratikleşmesine, dolayısıyla da daha fazla hata yapmalarına neden oluyor. İşçiler işletme ile ya da iş ile ilgileri bilgileri patrondan gizleme eğilimine giriyorlar. Oysa otomasyonun başarısı işçilerin gönüllü işbirliği ile mümkün. İşçiler riskten kaçma eğiliminde oluyorlar.
(iv) Deneyim biriktirme söz konusu olmayacağından işyerinde yaratıcı fikirler, yaratıcılık gelişmiyor. İşçiler iyi korunaklı bir iç sistem yoksa uzmanlaşmaktan ziyade, ortalama bir işçi olmaya yöneliyorlar
Bu verilerin ve değerlendirmelerin iki açıklaması olabilir:
Bir, verimlilikle ilgili olarak ortaya atılan iddialar gerçeği yansıtmıyor. Sermaye ekonomik durgunluğun nedenini emek gücü verimliliklerinin düşük olmasına bağlayarak, kapitalizmi aklamak, kendi sorumluluğunun üstünü örtmeye çalışırken, aynı zamanda da devletten talep ettikleriyle emek sömürüsünü daha da artırmak istiyor.
İki, makro planda seçilen inşaat-emlak-kentsel rantı esas alan büyüme modeline uygun bir biçimde Türkiye’de siyasal iktidar ve onun iç içe olduğu sermaye grupları emek gücü verimliliklerini artırmaya dönük yenilikler ya da yeni yatırımlara girişmektense, işçilerin daha yoğun, daha ağır sömürüsüne dayalı, esnek, güvencesiz, örgütsüz işçiliği esas alan bir çalışma rejimini oluşturmayı seçtiler. “Ulusal İstihdam Stratejisi”, “Esnek Çalışma”, “Özel İstihdam Büroları” bu rejimin temellerini oluşturuyor.
Böyle bir “ilkel” sömürü yöntemini esas alan bir çalışma rejiminin demokratik bir yönetim modeli altında hayata geçirilebilmesi mümkün değil. Emek ve ekonomi alanında olanlarla siyasal alandaki otoriterleşme-gericileşme arasındaki doğrudan ilişkiyi görmek gerekir. Başkanlık sistemi ile parlamenter demokrasiyi ortadan kaldırmayı hedefleyen yeni siyasal rejimin kurulmasına yol açan etmenler arasında Orta Doğu’daki ve Bölgedeki siyasal gelişmelerin yanı sıra, ekonomik alt yapıda, sermayenin yukarıda sıraladığımız sorunları ve bunları aşma zorunluluğu da yer alıyor. Bu da emek, demokrasi ve özgürlük güçlerinin mücadele strateji ve taktiklerini gözden geçirmelerini ve buna uygun yeni örgütlenme biçimlerine yönelmeleri gerekliliğini ortaya koyuyor.
Diğer yazılar
[2] TİSK ÇİİM (2014), Çalışma İstatistikleri ve İşgücü Maliyeti, şekil 2.
[3] Hakan Özyıldız, “İmalat sanayiinde kimyadan toprağa değişim”, http://www.hakanozyildiz.com, 27 Mayıs 2016.
[5] Dave Ramsden, Chief Economic Adviser to the Treasury, Comparative national perspectives on the slowdown, The UK, 16 November 2015.
[7] TİSK ÇİİM (2014), Çalışma İstatistikleri ve İşgücü Maliyeti.
[8] Atilla Özsever, “Kıdem tazminatı ‘yükü’nün arttığı yalan”, BirGün, 30 Mayıs 2106.
[9] Fukao, The Structural Causes of Japan’s Low TFP Growth (PIIE).
[10] M. Roberts, “The great productivity slowdown”, https://thenextrecession.wordpress.com/…/the-great-product.
[11] Alfred Kleinknecht, “How Structural reforms of labour markets harm innovation”, WSI, No6, July 2015.