2014 Ekim ayında Antalya Altın Portakal Film Festivaliyle başlayan süreç ve tartışma, ‘Bakur’ filmiyle zirve yaptı.
Bu vesileyle hem Bakur gibi “özel konulu” bir film çevresinde önemli bir ortak tutum yarattı; (http://unalhaluk.com/2015/04/16/teroristlerin-belgeselinin-gosterim-hakki-var-mi/) hem de ifade ve yaratma özgürlüğü üzerindeki neoliberal örtüyü kaldırmış oldu. Bunu, elbette bakmanın, bakılanla değil, bakanla ilgili olduğunu unutmadan yazıyorum.
Örtü kalkınca neler görünür oldu, peki?
Birincisi, ulusal kurumsal festivallerin kırılganlığı.
İkincisi, sansüre karşı mücadele konusunda mağdur olduğunu iddia edenlerin bir kısmının tutarsız, çifte standartlı politikaları.
Üçüncüsü, genel olarak “sol” un neoliberalizmin kent ve kamusal alan kolonizasyonu ile kültür endüstrisi gerçeği hakkında ne kadar az düşünmüş ve ders çalışmış olduğu.
En kolay görünür olan kısmı buydu. Türk Devlet geleneğinin toplumun yararı için düşünülmüş bir yasayı, toplumun aleyhine kullanmasının binlerce örneğinden biriyle daha karşılaşmış da olduk böylece.
5224 sayılı yasa TBMM’den oy birliğiyle geçen nadir yasalardan biri oldu.
Ancak gördük ki; TC devlet geleneği ve mevcut anayasanın ruhunun her yasada bir paragraf da, bir kaç terimle de olsa bulunmaması; yasa taslağının Adalet, içişleri vb. Komisyonlardan geçmesini imkansızlaştırıyor. Yani belirleyici partilerin tamamı bu konularda mutabık.
Bu nedenle, 5224 kelimenin gerçek anlamıyla devletin filmler üzerindeki sansür yetkisini bitirmek, AB uyumu sağlamak, uluslararası değerlendirme ve sınıflandırma sistemine geçmek için çıkarılan bir yasa olmasına rağmen; metindeki “denetim” gibi, devletin manevi şahsiyetini ve bölünmez bütünlüğünü ima ve sigorta eden bütün terimler ve yetkiler yasada mevcut.
Eser işletme belgesi, yani sinema eserlerinin fikri mülkiyet tapu belgesinin, “denetim” amaçlı kullanılmaya kalkılması sadece AKP’nin marifetiyle değil; bütün kamuoyu ölçümlerinden görebileceğiniz bir veriyle açıklanabilir, bence.
Türkiye toplumu %60-70 lere varan oranda muhafazakar ve farklı fikirlere karşı sansürcü. AKP, CHP ve MHP gibi partiler bu nedenle bu tür konularda çok kolay mutabakat sağlayabiliyor.
Herşeye rağmen yasa, o günkü bakış ve hedeflerimizle, festivallere ve bağımsız yapımlara önemli bir ivme katmayı başardı. Yılda yüz filme çıktık. Festivaller büyüdü. (Kalite meselesi esas olarak yasanın kusuru değil haliyle.)
Antalya, Adana, Ankara ve İstanbul festivalleri marka kent politikalarının da sayesinde, yönetimlerinin becerileriyle doğru orantılı, özel sermaye sponsorluklarını ve kamusal destekleri büyüttü.
Özel sermaye adı üstünde özel sermaye…
Ancak kamusal kaynaklar belediye yöneten üç büyük partinin (AKP- CHP – MHP) kamusal alan ve kültürel fon zihniyetlerinin benzerliğiyle malül.
Hepsi de, ister gelenekçiliği ister modernliği öne çıkarsın, noeliberalizmin zihniyetiyle biçimlenmiş.
Bu nedenle de “kamusal” terimini paranın kullanım zihniyeti için değil; yalnızca muhtevası için kullanabiliriz.
Üstelik söz konusu festivallerin hepsi de hakim rüzgarlar gereği “uluslararası” vasfını kazanmak için elinden geleni yaptı.
Ancak hepsinin ortak özelliği Kültür Bakanlığı ve sermaye sponsorluklarına bağımlı oluşlarıydı.
Burada unutmamak gerekir ki, Türkiye’de özel sermaye Batı’dakinden farklı olarak devleti kuran değil, devlet tarafından yaratıldı. Hala da devlete göbekten bağımlı.
Bu nedenle de festival yöneticileri de ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bir yerden sonra elleri kolları bağlı.
Hiç birisinin ne Bakanlığa, ne sponsorlarına ne de festival sahiplerine söz geçirecek hükmü; ne de zihniyetleri gereği bu kaynaklar olmaksızın festival yapabilecek güçleri var.
Böylece ilk küçük rüzgarda, biri hariç, (evet küçük bir rüzgardı, neden böyle söylediğimi az sonra açıklayacağım) domino taşı gibi yıkılıverdiler.
Bundan böyle bu türden festivallerin yönetimleri ya bu mesleği bırakacak; ya da -5224 sayılı yasa düzeltilip denetim işlevinden arındırılıp, kelimenin orijinal tanımına uygun bir (kamusal) fona dönüşene kadar- Batıvari, tek seçicilerle, usturuplu bir otosansür sistemine geçecekler.
Tümünün, ulusal bölümlerini iptal edip, uluslararası olma seçeneği de var ayrıca. Bakanlık, fıtratı gereği ecnebilere çok esnek.
Bilindiği gibi şu an sürmekte olan tartışma geçtiğimiz ekim Antalya’da başladı.
Reyan Tuvi’nin Gezi belgeselinde, duvarlarda –sonradan feministlerin sildiği- eril küfürlerden Cumhurbaşkanını içeren örnekler ve fonda kitlesel olarak bu küfürlerin – ancak ingilizce alt yazıdan anlaşılabilen – seslendirildiği bir iki planın mevcudiyetinin yaratabileceği kriz olasılığına, festival yönetimince “çözüm aranırken” başlayan kriz. 40 yıllık festivalin az kaldı sonunu getiriyordu.
Krizin sebepleri ve yarışmacı olarak tutumuz ile ilgili üç adet yazılı bültenimiz olduğu için meselenin bu kısmını geçiyorum.
Asıl sorun bence, belgeselcilerin bir kısmının festivalin sonunun getirilmesinden hiç bir rahatsızlık duymaksızın, “festivali boykot” gibi inanılmaz bir “taktiği” kullanmakta zerre tereddüt göstermeyişi.
Festival yönetiminin önerisine ikna olup, yarışmada kalan; sonra filmini yarışmadan çekme fikrine ikna olup, geri çekilen Tuvi’nin – tutumundaki zigzagdan bağımsız- bütün yarışmacılar tereddütsüz filmlerimizi yarışmadan çekerek ve bunu kamuya duyurarak son derece caydırıcı bir ortam yarattık.
Sonra da yapılacak doğru şey, festival yönetiminin hiç bir zaman tartışmadığı ve zaten tartışamayacağı, ilan ve hak edilmiş gösteri günlerinde; filmlerin, üretilmesinin ana amacı olan, izleyici ile buluşmasını sağlamak; aynı kürsüden yönetimin bu hatasını tartışmak; izleyicinin “sansür veya oto sansür” eğilimlerine karşı bilgilendirilmesini ve etkin kılınmasını sağlamaktı.
Bu T.C. ve geleneksel bütün partilerin fıtratında olan muhafazakarlık, sansürcülük eğilimlerine karşı mücadelenin önemli bir mevzisiydi.
“Boykotçular” yanlış bir zihniyetle, bu mevziyi kullanılmaz ederek, mücadeleye zarar vermiş oldular.
“AKP’nin yönettiği bir film festivalinin yapılamaz hale gelmesi” onlara daha cazip geldi. Festivalin 40 yıllık geçmişi ve geleceği umurlarında olmadığı gibi; biz sinema profesyonellerinden farklı olarak, kendilerini festivalin sahibi gibi hissetmedikleri de çok açıktı.
Bu arada festival yönetimindeki ülke sinemasının kıt sermayesi içinde olan, az ve zor yetişir arkadaşların meslek hayatı bile bitse, çoğunun umurunda olmayacak kadar tuhaf, kolaycı bir akıl yürütmenin içindeydiler.
Böylece hem siyasal zihniyetleri hem de meslekten sinemacı olduklarına dair ciddi bir kuşku taşıyorum artık.
Bildiğiniz gibi, en basit tanımıyla, toplumun yarattığı maddi, manevi değer ve anlamların toplamına Kültür diyoruz.
Binlerce yıl bu değer ve anlamlar yalnızca varlıkları ve kullanım değerleriyle önemli oldular.
Oysa para merkezli tarih içinde, tüm bu değer ve anlamlar değişim değeri kazandı; ve kapitalist pazarda alınıp satılan metalara dönüştü.
Çok basit ve anlaşılır olmaya çalışırsak; kültür endüstrisi, sermayenin, kültürel yaşamı metalaştırma faaliyetinin tümüne vermemiz gereken isim.
Tanım gereği sanatın bunun dışında kalamayacağı çok açık. Ha keza sinema sanatının da…
Sermayenin kurgusu (para) kaçınılmaz olarak her ürüne kazandırdığı temel anlamı, değeri sinema eserlerine de yükler: kar edebilirlik. Ya da başka bir ifadeyle paraya dönüşme yeteneği…
Film endüstrisi uzun yıllar, pelikül döneminde, büyük sermayenin sinema salonları zincirinde küresel kitlesel bir sanat olarak varoldu.
Üretim çok pahalı ve özeldi. Tüketim ise ucuz ve erişilebilir.
Dijital devrim, film üretim araçlarının olağanüstü ucuzlaması, kolay erişilebilir ve öğrenilebilir olmasıyla, film üretimde inanılmaz bir patlamaya neden oldu.
Böylece sinema, izlenme bakımından kitlesel bir sanatken, artık üretim anlamında da kitlesel bir sanat haline geldi. (Geçtiğimiz yıl Berlin’e 8 bin; Sundance’a 22 bin film başvurdu.)
Bu süreçte sinema hem kültür endüstrisinin lokomotifine dönüştü; hem de ülkelerin kültür politikaları sermaye tarafından tasarlanmaya başladı. (Kültür Turizmi)
Sermaye odaklı kültür politikası tasarımı, kültürün turizm endüstrisinin bir eklentisine dönüşmesini, ‘marka kentler’ politikasının yaşamımızın merkezine oturmasını da beraberinde getirdi. (Yani Kültür Bakanlığı ile Turizm Bakanlığının birleştirilmesi hiç tesadüfi bir karar değildir.)
Kentler, kentlerin kamusal alanları, sermayenin birer gösteri merkezine dönüşürken; festivaller de bu döngünün çok önemli birer vitrini ve pazar alanı olarak zuhur etti. Kültür Yapımcılığı, Festival Organizasyonu elit bir iş konusu, bir meslek haline dönüştü. Yakın hafızamıza başvurmak yeterli olabilir.
AKP, kitlelerle en sert savaşını, oy verenlerinin en temel hasleti olan cami uğruna değil; Taksim meydanında, Ermeni mezarlığının üzerine yapılmış; 31 Mart ayaklanmasının başladığı yer olarak ünlenen Topçu kışlası süsü verilmiş; AVM uğruna verdi.
Ne kadar veciz ve ironik değil mi?
İşte alaturka kültür endüstrisi’nin zihniyeti. Ancak alafrangasıyla özde bir farkı yok.
En önemli kamusal alanlarımızdan biri işgal edilip, sermaye tarafından “sömürge”leştiriliyor.
O alanın sivil değerlerinin, değer ve anlam değişim ilişkilerinin yerine, paranın ve tüketimin merkezde durduğu, askeri giysili bir binanın içinden, bütün değerlerimizin tasnifi ve sınıflandırılması amaçlanıyor; üstelik toplumsal hafızamıza saldırılıyor.
İşte Yeni Türkiye! (Ah, bir de işletmesini OYAK’a verselerdi…)
Bilmeliyiz ki, neoliberal düzende ‘marka kent’ politikalarıyla festivallerin kimliklendirilmesi bir ve aynı şeydir artık.
Film festivallerinde de sermaye “küresel butik tüketim pazarı”nda hangi filmin daha çok gelir getireceğine karar vermek için hazır bulunuyor. (http://unalhaluk.com/2015/05/06/odaklandigin-sey-gercegindir-turkiye-sinemasi-aluvyonik-turk-sinemasi-ve-uluslararasi-kabul/)
Sponsorluk kurumu, Turizm ve Kültür Bakanlığı destek politikalarıyla, festival yönetimlerinin rekabet için her geçen gün artan bütçe ihtiyaçlarının kesiştiği yerdeki “oto sansür”, geçtiğimiz aylarda “kahramanlar ve hainler” yarattığımız “sansür savaşı”nın hedefleriyle kıyas kabul etmez.
İşte tam da bu tartışmaların üstüne İşçi filmleri festivali yönetimi son filmimizi (Küçük Kara Balıklar/Güneydoğu’da Çocuk Olmak) gösterme talebinde bulundu. Biz de ekip olarak seve seve kabul ettik.
Festivalin içinden sürece bakma şansı elde ettiğimde, bu yazıyı kaleme almak farz oldu.
Öncelikle festivalin Diğer bütün festivaller “Bakur” vb filmlere elleri yanmaması için dokunamazken; sahiplerine filmi festivalde göstermeyi teklif ettiklerini öğrendim. Bu özgüveni nerden edindiklerini merak edip sorular sormaya başlayınca da, özetini aşağıda paylaşacağım veri ve bilgilerle karşılaştım.
Öncelikle belirtmeliyim ki, her ne kadar bu saygıdeğer emeğin sahipleri mevcut ismi hedeflerine yakıştırmışsa da; gerek oluşturdukları oluşturdukları içerik, gerek yaptığımız sohbetler, klasik “işçi/burjuva sanatı” indirgemeciliğinden öte geçip; bu yıl yayınladıkları “İşçi Filmleri, Öteki Sinemalar” kitabına da adını veren “öteki sinema” terimini daha çok ima eder hale gelmiş bence. (Kitap, bu tartışma açısından bence çok önemli bir derleme, kuvvetle tavsiye ederim.)
Önce bazı bilgileri paylaşıp, ulusal kurumsal festivallerle bazı mukayeseler yapmayı gerekli görüyorum.
Bu yıl 10’cusu gerçekleştirilen İFF, bugüne kadar 29 merkezde gerçekleştirilmiş.
Adana, Akhisar, Ankara, Antakya, Antalya, Batman, Bolu, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Gönen, Hopa ve Kemalpaşa, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Konya, Mardin, Mersin, Muğla, Niğde, Samsun, Sivas, Trabzon, Zonguldak, Burhaniye, Tarsus, Çanakkale, Kıbrıs, Londra.
9 yılda ,1-8 mayıs tarihleri arasında, sadece 4 ilde 103 adet salonda ve açık havada 500
adet film gösterimi yapılmış. (2006 yılında 40 film, 2007 yılında 40 film, 2008 yılında 50 film, 2009 yılında 50 film, 2010 yılında 73 film, 2011 yılında 60 film, 2012 yılında 57 film, 2013 yılında 54 film, 2014 yılında 76 film, 2015 yılında 75 film.)
Facebook Türkiye 6376, Twitter https://twitter.com/iscifilmfest 7436 takipçiye sahipler.Festivalin www.iff.org.tr olan web sitesinde çok daha fazla ayrıntı bulunuyor.
Festival’in hiç profesyoneli yok. 200’den fazla gönüllü de festivale fikren ve bedenen katkı veriyor.
Festivalin omurgasını Halkevleri, Türk-İş’e ve Disk’e bağlı bazı sendikalar, Türk Tabipler Birliği gibi meslek kuruluşları oluşturuyor. Ücretsiz, Sponsorsuz ve yarışmasız bir festival olarak tanımlıyorlar kendilerini.
Elbette festival para harcamayı gerektiren bir süreç. Bu noktada da destekçi kuruluşlar ödemeleri doğrudan yapıyor; festival yönetimi paraya dokunmuyormuş.
İşte bence, çok kısaca özetlediğim bu hakikat, İFF’ni hem kırılganlıktan koruyor; hem de “Bakur”a getirin biz gösteririz diyebilecek cesareti sağlıyor. ( Tahminim o ki, Bakur’un sahipleri de benim gibi henüz buradaki alternatif imkanı ve mecrayı keşfetmedikleri için “bağımsız” bir organizasyonla gösterim yapmayı tercih etmişler.)
10 yıllık bir uzun yürüyüş sonunda süreç çok önemli bir noktaya ulaşmış. Bence artık sıra, “öteki sinema filmlerini” üretenlerin ve üretecek olanların fonlanabilmesi, yoktan varederek filmlerine harcadıklarını geri alabilecekleri ve yeni projelere akıtabilecekleri bir alternatif ekonomi politiği konuşmaya da gelmiş.
Bu tartışmada neoliberal kültürel saldırıya karşı, kendisini alternatif bakışa yakın hisseden bütün yerel yönetimlere ve STK lara büyük görevler düşüyor, kanımca.