MERİÇ GÖK yazdı: Ve o gün, bir helalleşme değil, ama hakikatin araştırılacağı, nihayet Themis’in gözlerini açıp Roboski’den Suruç’a, Ankara Garı’ndan Çorlu’ya, Soma’dan Bartın’a, 15 Temmuz’dan Taksim patlamasına istisnasız tüm katliamların, kırımların, ölümlerin gerçek suçlu ve sorumlularını göreceği ve sonunda yıllardır özlemle beklenen adaletin gerçekleşeceği bir dönem olacaktır.
Türkiye epeydir içinde bulunduğu ‘erken’ seçim sürecinde bu kez 14 Mayıs tarihinin telaffuz edilmesiyle birlikte eskilerin ifadesiyle eğik düzlem anlamına gelen ve hadisenin daha bir yaklaşıp kaçınılmazlığını ifade eden ‘seçim sath-ı mailine’ girmiş bulunuyor. Ancak ilk kez böylesine kaotik bir ortamda seçimlere giriliyor. Aynı zamanda hukuksal boyutta süren tartışmalar, ülkede egemen hukuk sisteminin de bir göstergesi. Tartışmalar iki eksende yapılıyor: Birincisi Erdoğan’ın aday olup olamayacağı; ikincisi 14 Mayıs’ta yapılması planlanan seçimlerde Milletvekili Seçimi Kanunu’nda 6 Nisan 2022 tarihinde yapılan değişikliklerin geçerli olup olmayacağı.
Anayasa’ya göre bir kişi ‒ bu tartışmalardaki bu ‘kişi’ Erdoğan oluyor; zira ondan başka üçüncü defa cumhurbaşkanlığına aday olması söz konusu olabilecek eski bir cumhurbaşkanı da yok ülkede – hayatta olan iki sabık cumhurbaşkanı Sezer ve Gül birer dönem cumhurbaşkanı oldukları için tartışmanın onlarla ilgili bir yanı yok ‒ en fazla iki defa cumhurbaşkanı olabiliyor. Bu husus, Anayasa’nın 101. Maddesinde şöyle formüle ediliyor:
“Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.“
Görüldüğü gibi Anayasa’ya göre daha önce iki defa cumhurbaşkanı seçilmiş olan Erdoğan’ın üçüncü kez seçilmesi söz konusu olamaz ve bu tartışmasız bir husustur.. Bununla birlikte ülkede estirilen havaya bakıldığında nedense Erdoğan’a gelecek seçimde ‒hatta her seçimde ‒ müstakbel aday muamelesi yapılıyor. Görünüşe bakılırsa sanki Anayasa’nın bu hükmüne parantez içinde bizim göremediğimiz bir ekleme yapılmış: “RTE hariç.” O, ne kadar seçimlere katılmak isterse o kadar katılabilir: Adliye nazırı zat da aynen böyle düşündüğü için olmalı geçende şöyle diyordu: “ Cumhurbaşkanımızın önünde hiçbir engel yok.” Erdoğan da mutat Cuma açıklamasında seçim takvimine dair soruya adeta seçim sandıklarını milletin önüne kendisi koyarak ona bir ‘seçim lütfu’nda bulunuyormuş edasıyla cevap veriyordu ‒
Ayrıca Anayasa’nın sadece cumhurbaşkanının en fazla iki defa seçilebileceğine hükmeden yukarıdaki maddesine değil, cumhurbaşkanını kısıtlayan veya ona yargı kararlarına uyma zorunluluğu getiren “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır” (Madde 138) gibi hükümlerine de yukarıdaki gibi bir ekleme yapılmış gibi: “RTE hariç.” Ülkede hukuk alanında yaşanan pek çok vaka, gerçekten Anayasa’da böyle bir hükmün yer alması gerektiğini ortaya koyuyor. Zira Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği kararlar beğenilmeyerek uygulanmayabiliyor, keza Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararları uygulanmıyor. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan uluslararası bir sözleşme olup TBMM tarafından kabul edilerek yürürlüğe girmiş olan ve hatta ülkenin en büyük kentinde imzaya açıldığı için kısaca ‘İstanbul Sözleşmesi’ olarak anılan sözleşmeden çıkmaya tek başına o karar veriyor ‒ bu açık hukuk dışılığa Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun kararıyla üstelik bir de ‘yasal’lık kazandırılabiliyor. Ülkede hüküm süren faşizan rejimin keyfiliğini göstermek için sadece birkaç örnek daha verelim: Kavala ve Demirtaş yıllardır AİHM kararlarına rağmen cezaevinde tutulabiliyorlar‒ gerçekte bu insanlar için kullanılabilecek uygun kavram, tutuklu veya hükümlü/mahkûm olmayıp tutsak veya rehine olmalıdır. Büyük bir cezaevi haline getirilmiş bir ülkede, kimin küçük cezaevinde yatacağına, üstelik ne kadar süre yatacağına da yine o karar veriyor.
Belki Anayasa’da eksik olan bir hüküm daha var: “RTE ölünceye kadar cumhurbaşkanıdır.” Bu eksiklik Bahçeli tarafından da fark edilmiş olmalı ki geçende muhalefetin masalı kesimine şöyle bir çağrıda bulundu: “Gelin Erdoğan etrafında kenetlenelim. Mükâfatı da sizin olsun.” Mükâfat kısmını bilemem fakat kenetlenmeyle murat edilenin, Allah gecinden versin, RTE’nin ölünceye kadar cumhurbaşkanı kalması olduğu açıktır. Böyle bir durumda rejim, en azından beş yılda bir yapılan cumhurbaşkanı seçiminden de kurtulmuş olacaktır‒ zaten rejim kayyum sistemi/yöntemi ile arzu edilmeyen yerel yöneticilerden; önce bir savcıya bir fezleke yazdırılması, ardından mecliste dokunulmazlığın kaldırılması ve düzmece bir yargılama ve en sonunda cezaevinde tamamlanan bir prosedürle de arzu edilmeyen milletvekillerinden kurtulmaktadır. Başka bir anlatımla her ne kadar rejim demokrasiyi, yurttaş(lık) ve insan haklarını sadece 5 yılda bir yapılan seçimlere indirgemiş gibi görünse de aslında İstanbul’da da görüldüğü gibi seçim sonuçlarına bile saygı duymamakta veya tahammül göstermemektedir.
Bitirirken içlerinde Selahattin Demirtaş ile milletvekili ve belediye başkanı olarak seçilmiş arkadaşları başta olmak üzere partili-partisiz yüzlerce insanın cezaevlerinde salt muhalif diye yıllardır çürütülmesinden, kültür ve sanat destekçisi ve kültür insanı Osman Kavala’nın cezaevine sözüm ona Gezi’den dolayı atılarak ‘hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs’ suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırılmasından; daha sonra onun yanına eklenerek on sekiz yıla mahkûm edilen kent ve hak savunucusu 7 aydının aylardır ‒ bugüne kadar sekiz ay doldu bile ‒özgürlüğünden mahrum edilmesinden sorumlu olanların hepsinden bir gün, bunun öyle uzak bir gün olmamasını dilerim, mutlaka hesap sorulacaktır. Ve o gün, bir helalleşme değil, ama hakikatin araştırılacağı, nihayet Themis’in gözlerini açıp Roboski’den Suruç’a, Ankara Garı’ndan Çorlu’ya, Soma’dan Bartın’a, 15 Temmuz’dan Taksim patlamasına istisnasız tüm katliamların, kırımların, ölümlerin gerçek suçlu ve sorumlularını göreceği ve sonunda yıllardır özlemle beklenen adaletin gerçekleşeceği bir dönem olacaktır. Yakın gelecekte başlayacağının pek çok emaresi olan bu dönemin, organize kötülüğün sadece siyasal iktidardan uzaklaştırılmasıyla sınırlı kalmayıp ‒13 dolar milyarderinin 38,9 milyar dolar olan servetlerinin 44 milyon insanın servetinden fazla olduğu (Oxfam verisi) bir toplumda ‒ bu kötülüğün toplumsal ve ekonomik egemenliğine de son verecek bir sürece evrilmesi, yalnızca mevcut rejime değil toplumsal, siyasal ve ekonomik sisteme de muhalif tüm güçlerin bileşeni olduğu ‒ayrıca tek tek bireyler olarak da kimsenin kendisini dışında hissetmeyeceği ‒ bir birleşik emek ve özgürlük cephesinin örülebilmesine bağlıdır.