“Hareket etmeyen zincirlerini fark edemez.” (Rosa Luxemburg)
Onu daha baştan ayrıksı kılan pek çok özelliği vardı: Erkeklerin egemen olduğu bir siyaset dünyasında bir kadın, Alman toplumunda bir yabancı, sağlam insanlar arasında bir ayağı sakat, sömürünün had safhada olduğu emperyalizm çağında ve bir Dünya paylaşım savaşı içinde kuramcı bir yönü de olan ateşli bir komünist ve anti-militarist….
Ancak daha adıyla bile başlayan bir şeyler de var: bir samimiyet, bir sıcaklık, bir yakınlık, bir sevgi… Ondan pek çok yerde hep sadece Rosa diye söz edilir ve bilindiği gibi soyadı olmaksızın sadece adın kullanılması, dünyanın her yerinde mesafe eksikliğini ve küçültmeyi ifade eder. Bu nedenle ancak çocuklara veya çok samimi kişilere adlarıyla hitap edilir. O ise hep Rosa’dır; Rosa denilince, ‒ solda ‒ kastedilen Rosa Luxemburg’dur. Oysa sözgelimi kimse Marx, Engels ve Lenin’i kastederek kesinlikle Karl, Friedrich veya Wladimir yazmaz ‒ bu arada keza Che ile Fidel de Rosa gibi kural dışı istisnalardır.
Rosa Luxemburg bir günlük tutmadı ama o çok tutkulu ve yetenekli bir mektup yazarıydı aynı zamanda. Yazdığı binlerce mektup var ve bu mektup külliyatı aynı zamanda Rosa’nın bir tür günlüğü olarak da okunabilir ‒ Rosa Luxemburg Vakfı tarafından yayınlanan “toplu mektuplar” tam altı cilttir. Rosa Luxemburg, Breslau’daki tutukluluğu sırasında, Karl Liebknecht’in karısı sanat tarihçisi Sophie Liebknecht ile de yazıştı. Bu mektuplarda, “Sermaye Birikimi”nin analizlerindeki bilimsel dili veya “Sosyal Demokrasinin Krizi”(Junius broşürü olarak adlandırılan) gibi metinlerdeki programatik-devrimci tonu, edebi/şiirsel bir ifadeye dönüştürülmüştür. Bu mektuplardaki edebi güce ilk dikkat çekenler ise Karl Kraus ile “[hapishaneden gelen mektuplarının] inanılmaz güzellik ve önemi karşısında şaşıp kaldım” diyen Walter Benjamin’dir. Karl Kraus, 1920 yılında Wiener Arbeterzeitung’da Rosa’nın mektubunu okuduktan sonra dergisi Fackel’de (Meşale): “ bu dönemin insanlığından duyulan korkuyla bu dönemin yetişen gençliğine, böylesine soylu ruhu çevreleyen bedenin tüfek dipçikleriyle öldürüldüğünü anlatmayan her cumhuriyete yazıklar olsun” diyecek ve sonra ekleyecektir: “Almanya’nın yaşayan edebiyatının tümü bu Yahudi devrimcinin gözyaşları gibi gözyaşı dökmemiş ve manda derisinin tasvirinde olduğu gibi soluk almamıştır…”
Rosa Luxemburg’un mektubunun, dünya edebiyatının en güzel hayvan hikâyeleri içinde yer alması gereken bu bölümünü Murat Çakır’ın o güzel çevirisinden aktarıyorum.
“Ah, Soniçka, burada çok keskin bir acı yaşadım. Hava almaya çıktığım avlunun orada çoğunlukla askerî araçlar geçiyor. Asker elbiseleri ve kanlı gömleklerin doldurulduğu çuvallar taşıyorlar… Çuvallar burada indiriliyor ve içindekiler, hücrelere dağıtılıp, yamalandıktan sonra tekrar orduya teslim ediliyor. Bir gün gene bir araba geldi, atlar değil, mandalar arabayı çekiyordu. Bu hayvanları ilk kez bu kadar yakından gördüm. Bizim sığırlardan daha güçlü ve geniş yapıya sahipler, kafaları daha yassı, basık bir şekilde eğimli boynuzlarıyla ve büyük siyah, uysal gözleriyle koyunlarımıza benziyorlar. Romanya’dan, savaş yağması… Arabaları süren askerler, bu yabanî hayvanları yakalamanın çok zor olduğunu ve özgürlüğe alışmış olduklarından, yük çektirmenin daha zor olduğunu anlattılar. Ta ki “vae victis” (Vah yenilenlere!, m.g.) lâfı onlar için geçerli olana dek feci bir şekilde dövülmüşler… Sadece Breslau’da yüzlercesi varmış, hem de yeşil Romen otlaklarına alışık olan bu hayvanlara kuru ve kıt yem veriliyormuş. Her türlü yük arabasını ölene dek çektiriyorlar. İşte bir kaç gün önce böylesi bir araba geldi. Çuvallar, mandaların kapının eşiğinden adım atamayacak derece yüksek yüklenmişlerdi. Arabayı süren asker, zorba bir herif, hayvanları öylesine kamçılıyordu ki, gardiyan kadın bile sinirlenerek, hayvanlara hiç mi acımıyorsun diye bağırdı! Askerse kötü bir gülümsemeyle “ biz insanlara da kimse acımıyor ” dedi ve daha hızlı vurmaya başladı… Hayvanlar sonunda arabayı tümsek üzerinden çekebildiler, ama bir tanesi kan kaybediyordu artık… Soniçka, manda derisi ki kalın ve dayanıklıdır, yırtılmıştı. Yük indirilirken hayvanlar sessiz ve yorgun bir şekilde duruyorlardı. Yarası kanayan, sanki ağlayan bir çocuk gibi siyah bir yüzle ve uysal gözlerle etrafa bakıyordu. Yüzündeki ifade, sert bir şekilde cezalandırılmış olan, ama neden cezalandırıldığını ve nasıl olup da bu işkenceden, çiğ şiddetten kurtulacağını bilmeyen bir çocuğun ifadesiydi… Önünde duruyordum ve hayvan bana baktığında, gözlerimden yaşlar aktı – onun yaşlarıydı gözümden akan, insan en sevdiği kardeşi için bile bu denli acılı titreyemezdi, benim acizlik içerisinde titrediğim gibi. Romanya’nın özgür, yeşil çimenleri ne kadar uzak, ne kadar ulaşılmaz, ne kadar da kayıp! Orada güneş nasıl da başka aydınlatırdı, rüzgârın üflemesi ne kadar değişik, kuşların güzel ötüşleri veya çobanın melodik seslenmeleri nasıl da farklıydı. Şimdi ise bu yabancı korkunç kent, boğuk ahır, o yabancı korkunç insanlar, iğrenç samanlar ve dayak, yaradan akan o kan… Ah, benim zavallı mandam, zavallı, sevgili kardeşim. İkimiz de böylesine aciz, böylesine mat burada duruyoruz. Sadece acizliğimiz, acımız, özlemimiz bizi birleştiriyor. Bu arada tutuklular çalışkanca ağır çuvalları indirip, bir eve taşırlarken, arabayı süren asker elleri cebinde, avluda büyük adımlarla gezinip, ıslık çalmaya başlamıştı. Ve gözümün önünden savaş geçiverdi. Çabuk yazın. Sizi kucaklıyorum, Soniçka.
R’niz.
Sevgili Sonyuşka, her şeye rağmen sakin ve neşeli kalınız. Yaşam böyledir işte ve böyle, olduğu gibi, cesur, ümitsizliğe kapılmadan, bir gülümsemeyle kabullenmek gerekir – her şeye rağmen. Neşeli noeller.” (https://www.rosalux.de/ Rosa Luxemburg ya da: Özgürlüğün bedeli)
Hapishane, hayatın sesine açık büyük bir ruhun konuştuğu mekândır, onun mektuplarında. 1917 yılının Noel’inde yine edebi bakımdan çok güçlü olan şu satırları yazıyordu Sophie’ye:
“Tavandaki pencereden, bütün gece hapishanenin önünde yanan fenerin bir yansıması var. Zaman zaman, sadece uzaktan, çok hafif bir şekilde, geçmekte olan bir trenin ya da çok yakından pencerelerin altından, sert bacaklarını hareket ettirmek için ağır çizmeleriyle birkaç adım atan nöbetçinin boğazının temizlenme sesi duyulur. Kum bu adımların altında öylesine umutsuzca çatırdıyor ki, varoluşun tüm ıssızlığı ve umutsuzluğu, nemli, karanlık gecede çınlıyor. Orada sessizce, karanlığın, can sıkıntısının, kışın esaretinin bu çok sayıda siyah örtüsüne sarılı bir şekilde yatıyorum ve kalbim, parlak güneş ışığında çiçek açan bir çayırda yürüyormuşum gibi anlaşılmaz, bilinmeyen ruhsal bir hazla atıyor. Ve karanlıkta hayata gülümsüyorum, sanki kötü ve üzücü olan her şeyin yalan olduğunu kanıtlayan ve onu saf bir parlaklığa ve mutluluğa dönüştüren sihirli bir sırrı biliyormuşum gibi.”
Anadili Lehçeye ve Yidişe ek olarak çocukken Rusça ve Almanca, okulda Latince ve eski Yunanca öğrenen Rosa akıcı şekilde Fransızca konuşuyor; İngiliz ve İtalyan edebiyatını orijinalinden okuyabiliyordu. Botanik, zooloji ve coğrafyaya profesyonel düzeyde bir ilgisi vardı. Önceki hapis cezaları dışında sadece 1915-18 yılları arasında toplam üç buçuk yıl hapis yatmıştır. Varşova’daki ilk hapis cezası dışında her zaman ‘normal’ yaşamını mümkün olduğunca sürdürmenin koşullarını yaratmıştı. Tutuklanır tutuklanmaz hücresini bir küçük apartman dairesi gibi kurup tüm yoldaşlarına ve arkadaşlarına yazmaya koyuluyordu. Ayrıca her günkü rutinini de sürdürüyordu: Sabahları siyasi broşürler üzerine çalışıyor, akşamları saat 10’da ışıklar kapanana kadar okuyor; öğleden sonraları resim yapıyor, mektuplar yazıyor, kurutulmuş bitki koleksiyonu (herbaryum) için bitkiler seçiyor, bunları presleyip tasnif ediyordu; bulutları izliyor ve kuşları dinliyordu. Hapiste geçen zamanı katlanılabilir kılan yalnızca Rosa’nın ev gibi döşenmiş hücresi değil, aynı zamanda kişiliğinin zenginliği ve çok yönlü yetenekleriydi.
Kuşları gözlemlemek, beslemek ve evcilleştirmek Rosa Luxemburg’un hapisliğinin son günlerine kadar en çok önem verdiği ve en mutlu olduğu faaliyetlerinden bazılarıydı. Kuş türlerini tanımlayabilen, seslerini taklit edebilen ve onları çekebilen, uçuş güzergâhlarını ve alışkanlıklarını bilen Rosa, kuşbilimiyle (ornitoloji) de yakından ilgileniyordu. Kuşlar, doğaları gereği her zaman tutukluların özel ilgisini çeker. Gökyüzüne ve bulutlara bağlı olup buna karşılık bağımsız ve özgürdürler. Hiçbir şey bir mahkûmun dikkatini bir kuşun uçuşu kadar kendi üzerine çekemez, hiçbir şey onun hayal gücünü onun kadar kanatlandıramaz.
Yine Wronke Kalesi’nden 1917 Mayıs’ında arkadaşı Sophie Liebknecht’e…:
“ İnan bana Sonyuşka, bu kadar çok ifade içeren küçük bir kuş sesi beni derinden etkileyebiliyor. Schiller ile birlikte Kitabı Mukaddes’i bilgeliğin en büyük kaynağı olarak gören annem, Kral Süleyman’ın kuşların dilinden anladığına kesin olarak inanıyordu. O zamanlar bu anne saflığına, 14 yıllık modern bilimsel bir eğitimin verdiği tüm üstünlükle gülümsüyordum. Şimdi ben de Kral Süleyman gibiyim: Kuşların ve hayvanların da dilini anlıyorum. Sanki insani kelimeleri kullanıyorlarmış gibi tabii ki değil; ama seslerine kattıkları en çeşitli nüansları ve duyguları anlıyorum. Sadece kayıtsız bir insanın eğitimsiz kulağına bir kuş şakımasının tümü hep aynı sesmiş gibi gelir. İnsan hayvanları sevdiğinde ve anladığında büyük ifade çeşitliliği, bütün bir dil bulunabilir.”
Yine Sophie’ye yazdığı 2 Mayıs 1917 tarihli mektup onun bu küçük kuşlar için nasıl endişelendiğini gösteriyor:
“Dün Almanya’da ötücü kuşların ortadan kaybolma nedenini okudum: artan rasyonel orman kültürü, bahçe kültürü ve tarım, onların tüm doğal yuvalama ve beslenme koşullarını içi boş ağaçlar, çorak arazi, çalılar, bahçe zemini üzerindeki solmuş yaprakları – adım adım yok ediyor. Bunu okuyunca çok canım acıdı. İnsanlar için şarkı söylemeyle ilgili değil, bu savunmasız küçük yaratıkların sessiz, önlenemez yok oluşunun bana çok acı veren resmi yüzünden, ağlamak zorunda kaldım.”
“Şimdi jeolojinin derinliklerindeyim. Size çok kuru bir bilim gibi görünebilir, ancak bu bir hatadır. Onu ateşli bir ilgi ve tutkuyla okudum, entelektüel ufku muazzam bir şekilde genişletiyor ve hiçbir bilimin yapamayacağı kadar birleşik, her şeyi kapsayan bir doğa anlayışı sağlıyor.” (1917 yılının Kasım ayı ortasında, Breslau’dan)
Ancak o, takdir etmesine karşın kesinlikle doğayı romantikleştirmez. 2 Mayıs 1917’de Sophie’ye yazıyor:
“Biliyor musunuz, bazen gerçek bir insan olmadığımı, tersine başarısız bir insan biçiminde herhangi bir kuş veya bir başka hayvan olduğumu hissediyorum; içten içe burada olduğu gibi küçük bir bahçe içinde veya yabanarıları ve çayırlar içinde bir tarlada kendimi bir parti kongresinden daha çok evimdeymiş gibi hissediyorum. Tüm bunları size gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Bundan hemen sosyalizme ihanet sezmeyin. Biliyorsunuz, umarım yine de görev başında öleceğim: bir sokak çatışmasında ya da hapishanede. Ama en içteki benliğim, ‘yoldaşlardan’ çok benim baştankara kuşlarıma ait. Ve sözgelimi içsel olarak iflas etmiş birçok politikacı gibi doğada bir sığınak, dinlenecek bir yer bulduğum için değil. Aksine, doğada her fırsatta o kadar çok acımasız şey buluyorum ki çok acı çekiyorum.”
“Benim için kuşların sesi, tüm habituslarından ve yaşamlarından ayrılamaz; sadece bütünle ilgileniyorum, kopuk bir ayrıntıyla değil.” diyor, 2 Ağustos 1917 tarihli mektubunda.
Rosa Luxemburg’un hapishaneden yazdığı mektuplar sözünü ettiği kuşların, mandaların temsilen veya metonimi olarak başka bir şeyin yerine geçtiği meseller değildir; onun hayvanları gerçektir. Luxemburg’un mektupları, bir arkadaşıyla doğa, duyusal hazlar, hatıra, dostluk, okuma, edebiyat, resim, moral güç ve mücadeleler hakkında paylaşılan kişisel, fakat edebi yönü, daha önce de belirtildiği gibi, son derece güçlü ifadelerdir.
Rosa Luxemburg’un Sophie’ye hapishaneden yazdığı 18 Ekim 1918 tarihli son mektubu şikâyetlerle doludur. Ziyaretçilerle yapılan tüm görüşmeler gözetim altında gerçekleşir. “ Daha fazla olamaz,” diye öfkeleniyor ama itiraf ediyor. “ Dittmann ve Kurt Eisner serbest bırakıldığında, beni daha fazla hapiste tutamazlar ve Karl da yakında özgür olacak.” Ancak bundan üç ay sonra da öldürülecektir. Rosa Luxemburg’un ‒ bu anı, ses ve sonuna kadar eylem yüklü‒ bedeni Landwehr Kanalı’nda aylar sonra, Haziran’da çıkarılır ve yoldaşı Karl Liebknecht’in mezarının yanına gömülür ‒ Hitler iktidara gelince ikisinin mezarları da oradan kaldırılıp yok edilecektir.
Alman solunun önemli düşünürlerinden biriyken genç yaşta bu dünyadan ayrılan Volker Caysa, “Rosa Luxemburg ‒ ( Kadın-)Felsefeci” adlı kıymetli kitapçığında, Rosa Luxembug Vakfı’nın yayınında belirtildiği üzere, antik Yunan felsefesine olan derin bilgisi ve anlayışıyla Luxemburg’un yazılarına ve eylemine nüfuz etmek suretiyle onu bir biçimde canlandırıyor ve böylece içi boş hayranlık veya yüzeysel karalama kalıplarından oluşan moloz yığınını bir kenara süpürüyor.
Caysa’nın kitapçığı üç bölümden oluşuyor: “Hakikati-konuşan” olarak; yaşam sanatçısı olarak ve imparatorluk analizcisi olarak Luxemburg. O, sürekli Ferdinand Lassale’ın “ en devrimci eylemin doğruyu, her zaman yüksek sesle söylemek” olduğu sözüne dayanmıştı: Caysa anılan kitapçığında Rosa biyografı Peter Nettl’e de gönderme yaparak yazıyor: “ Onun siyasi yaşam (sanatı-) felsefesinin merkezinde bir parrhesia politikası bulunur, açık, özgür, tehlikeli gerçeği söylemenin, savunmasız, iktidarın himayesinde olmayan […] varoluşsal tehlikelere katlanarak hakikati açıktan açığa söylemek. O, hakikati kendi varlığının zedelenmesinden korku duymadan duyurur‒ hiç çekinmeden, riski üstlenerek, neredeyse yapayalnız ve hatta başka türlü olmuyorsa, ait olduğu toplumun ve partinin desteği de olmadan. ”
Caysa Rosa’nın siyasal pratiğini ve yaşam tarzını Yunan parrhesia kavramıyla ilişkilendiriyor. İlk olarak antik Yunanistan’ın polis (kent devleti) demokrasisi ile ortaya çıkan bu kavram, Michel Foucault tarafından da 1982’den 1984’e kadar College de France’daki derslerinde kapsamlı bir şekilde tartışılır. Yunanca ‘her şeyi söylemek’ anlamına gelen parrhesia’yı Foucault, 1983 yılında California Üniversitesi’nde verdiği derste şöyle açıklıyor:
“ Daha doğrusu Parrhesia, konuşmacının hakikatle olan kişisel ilişkisini ifade ettiği, hakikati anlatma eylemini başka insanlara (ve aynı zamanda da kendisine) yardım edip onların durumunu düzeltme amacını taşıyan bir ödev gibi gördüğü ve bu nedenle hayatını riske attığı bir sözel etkinliktir. Parrhesia’da konuşmacı özgürlüğünü kullanır ve kandırma yerine dürüstlüğü, sahtelik ya da sessizlik yerine hakikati, hayat ve emniyet yerine ölümü, yaltaklanma yerine eleştiriyi, kendi çıkarını koruma ve ahlaki kayıtsızlık yerine ahlaki ödevi tercih eder.” (Doğruyu Söylemek, Çev. Kerem Eksen, 2012, Ayrıntı Yayınları, s. 19.)
Yaşamının hiçbir döneminde yanlış ve adaletsiz olarak algıladığı toplumsal-siyasal koşullarla uzlaşmak istemeyerek daha iyi bir dünya için mücadele etmiş olan Rosa Luxemburg üzerine son yıllarda yapılan çalışmalarda, kişilik özelliğini tanımlama bakımından parrhesiast (doğrucu) olarak nitelendirilmesi, onun doğruyu söyleme cesareti ve bunun karşılığında bedel ödemeyi göze alıp ödemiş olması bağlamında değerlendirilmeli‒ sosyalistlerin zaten farklı davranamayacakları kaydıyla. Meydanlarda ve salonlarda yaptığı konuşmalar, yazdığı yazılar, yapıtları ve eylemleriyle ülkesinin katıldığı emperyalist paylaşım savaşına var gücüyle karşı çıkarak savaşsız ve sömürüsüz bir dünya uğruna verdiği kavganın karşılığında yıllarca hapis yatmış ve sonunda, 15 Ocak 1919’da, henüz 47 yaşında, elinde Goethe’nin Faust’unu adeta bir kalkan gibi sıkı sıkı tutarken savaş yanlısı para-militer canilerin dipçik darbeleriyle yaşamını yitirmiş bu 1.47 boyundaki küçük dev kadın için en iyi tanımı Lenin yapmıştır. Katledilmesinden üç yıl sonra Şubat 1922’de kaleme aldığı “Bir yayımcının notları” başlıklı yazısında aralarındaki siyasal ayrılıkları tek tek sıralayıp her sorunun sonunda “yanıldı” dedikten sonra ‒buna göre tam beş kez “yanılmıştır” Rosa ‒ “ama” bağlacıyla cümlesini tamamlar: “O, bir kartaldı ve bir kartal kalacak.”