Duygu Yıldız’ın yazısı: Özgür basın emekçisi o kadar da ‘özgür’ değil!
Kürt illerinde sokağa çıkma yasakları ve savaş devam ederken, bölgedeki basın emekçileri ise savaşın tehlikeli koşulları altında birçok gerilimle iç içe çalışıyor. Özellikle muhalif gazeteciler, son zamanlarda polis ve özel harekatçıların hedefi haline gelmeye başladı. Anaakım medya, güvenlik güçleri tarafından korunarak yasaklı bölgelere girebiliyor, zırhlı araçların içinden çekim yapıyor. Muhalif basın emekçileri ise bırakın yasaklı bölgelere girebilmeyi, yasağın olmadığı bölgelerde dahi kimlik kontrolü, arama, gözaltı, alıkoyma ve işkence gibi uygulamalarla susturulmaya çalışılıyor.
Öte yandan, anaakım medya çalışanları da mevcut çatışma ortamından payına düşeni alıyor. Bölge halkının gözündeki imajları temsil ettikleri kurumlarınkiyle bir tutulduğundan, anaakım medyanın bölgedeki çalışanları halk tarafından tepkiyle karşılanıyor. Elbette Kürt halkının bu refleksini besleyen, anaakım medyanın yıllardır devletin Kürtlere yönelik resmi politikasına göre pozisyon alması. Ancak devletin özgür basına yönelik saldırısı da, bölge halkının anaakım medya çalışanlarına karşı geliştirdiği tavır da, bölgedeki savaş ortamında habercilik yapmaya çalışan bütün gazetecilerin sorunudur.
Gazetecilik bu ülkede hep zor bir meslek oldu. Özellikle Kürdistan’da gazetecilik artık bir meslek olmanın da ötesinde cesaret işidir. Araştırdığın, haberini tanıklığını yaptığın şey her neyse devleti rahatsız edecek türdense, ya gazetenden çıkarken vurulursun; üstünde bir gazeteyle kaldırımlarda yatarsın. Ya arabana bomba konur; cinayetin aydınlatılmaz, gerçek faillerin yıllarca ortaya çıkarılmaz. En iyi ihtimalle hapse atılır, tecrite rağmen hayatta olduğuna sevinip 'makul' bir cezai kılıf bulunana kadar gün sayarsın.
Bu savaşın içinde özgür basın çalışanı olmak demek, Sur'un bir kısmı, Nusaybin, Dargeçit gibi yasağın kalktığı yerlerde dahi potansiyel suçlu olmak demektir. Yasaklı bölgelerde haber takibi yapmak zaten ‘terör örgütü propagandası’. Yüzüne silah doğrultulup basın kartın sorulduğunda, o an öldürülmemiş olman, karşındakinin anlık kararına ve ruh haline öyle incecik iplerle bağlı ki..Yakın tarihimiz, öldürülüp 'zaten teröristti, yardım ve yataklık ediyordu'larla katli vacip kılınan sivillerle dolu, ha bir gazeteci eksik olmuş ha bir fazla.
Silvan'da belediye bahçesinde çekim yaptıkları sırada kafasına vurularak gözaltına alınan Özgür Gün Tv muhabiri Murat Demir, gözaltına alınırken başına silah dayanan Serhat Yüce, haber takibi sırasında başına silah dayanarak görüntüleri silinen gazeteci Orhan Aşan, Silopi'de polis tarafından zırhlı araçla kaçırılarak bir spor salonunda işkence yapılan ve ardından tutuklanan DİHA muhabiri Nedim Oruç, Diyarbakır'da gözaltına alınarak ‘terör örgütüne yardım etmek’ gerekçesiyle tutuklanan JİNHA muhabiri Beritan Canözer, Sur'da darp edilerek kamerası elinden alınmaya çalışılan ve 'seni hendeklerde kaybederiz' denilerek tehdit edilen foto muhabir Mürsel Çoban, evine baskın düzenlenerek gözaltına alınan ve ardından tutuklanan JİNHA muhabiri Rojda Oğuz, Van'da haber takibinde gözaltına alınan Bekir Güneş ve Mehmet Dursun, Dargeçit'te gözaltına alınan DİHA muhabiri Murat Verim, Diyarbakır'da gözaltına alınan Yasin Kobulan, Diyarbakır'da polis tarafından alıkonularak fotoğraflarına el koyulan ve pasaportunun fotokopisi çekilerek tehdit edilen gazeteci Alex Afonso, yakın zamanda gözaltına alınarak sınırdışı edilen Frederike Geerdink, Urfa'da kaçırıldıktan sonra zehirli bir sıvı içmeye zorlanan Azadiya Welat gazetesi çalışanı Şahin Ceyran..Liste uzayıp gidiyor. Özellikle muhalif basın emekçilerine yönelik bu uygulamalar, 90'lı yıllardaki gazeteci katliamları ve faili meçhulleri aratmıyor.
En son Cizre'de İMC kameramanı Refik Tekin'in vurulması ve hastaneye kaldırıldıktan sonra defalarca polis tacizine maruz kalarak hastanede gözaltında bulundurulması, şu an Kürt illerindeki gazetecilere yapılmak istenen lincin en taze örneği.
Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe'nin kaçırılıp öldürülmesinin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen, hala gazetecilerin kaçırılıp spor salonlarında işkence yapıldığı bir dönemdeyiz. Bunun üstesinden gelmenin tek yolu ise basın özgürlüğüne ve basın emekçilerine sahip çıkmak, onlarla dayanışmaktır. Gözaltı çekincesiyle günlerce kendi evine gidemeyen gazeteci bir arkadaşım "Gazeteci halkın içine inmeli, halkın gözüyle görmeli'" diyordu. Koşulları elvermediği ya da tercih etmediği için halkın içine inemeyen, bu coğrafyaya gelemeyen, ofislerinde çalışan gazetecilerin de yapabileceği en anlamlı iş bu dayanışmayı örmektir. Bölgede yaşananlara tanık olmasına rağmen kurumunun belirlediği çizgide yürümeye mecbur olan anaakım medyanın bölgedeki çalışanları da gazetecilik mesleğinin sorumluluklarını yerine getirmelidir. Üstelik sadece politik tavır olarak dayanışmanın da ötesinde bir örgütlülüğe ihtiyaç var. Savaşın içinde gazetecilik yapanların bir çoğu devlet baskısının, yaralanma hatta ölüm riskinin yanı sıra ekonomik yetersizliklerle de boğuşuyor. Bölge, yedek bataryası olmadığı için röportajı yarıda kesilen kameramanlar, el koyulan hafıza kartının yenisini aldığında yarın ne yiyeceğinin hesabını yapmak zorunda kalan muhabirlerle dolu.
Önümüzdeki günlerde, hayatlarını riske atarak bölgeden gerçekleri aktarmak isteyen, birinci elden Kürt halkının yaşadıklarına tanık olan gazetecileri daha zor günler bekliyor. Çünkü gerçekleri bırakın yazmak, tanık olmak bile yeterince ağır bir suç sayılıyor. Meşrulaştırmaya çalışılan baskılar, cinayetler birbirleriyle yarışsa da, özgür basın emekçileri öldürüldükçe çoğalıyor. Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de, Şırnak’da Metin Göktepe’ler yaşıyor!