1 yıl geçti…
Acımızın, sayılar ve resmî açıklamalar arasında üstünün örtülmeye çalışıldığı koca bir yıl…
Acı üzerine yazmak, konuşmak zaten zorken milyonlarca insanın etkilendiği on binlerce canımızın yaşamdan koparıldığı bir acının üzerine yazmak daha da zor. Ancak ortak acımızı ve öfkemizi anlatmak, hiç unutmadığımız insanları anmak için yazmak gerekiyor.
Cinayete giden yolun taşları!
Antakya tarih boyunca birçok kez yıkılmış bir kent. “Küllerinden doğan” kent olarak ifade edilir hatta. Bu söylem doğrudur. Antakya defalarca “Anka Kuşu” misali küllerinden doğmuştur. Peki, Antakya’nın fay hattı üzerinde olduğu, tarihi boyunca 7 büyük yıkım yaşadığı biliniyorken; Antakya neden tekrar yıkıldı? 11 şehir, milyonlarca insan neden buna maruz kaldı? Doğal afet bu kadar büyük bir felakete neden dönüştü? Neden öldü on binler?…
Yıkılan her kentimiz için kendi öznel koşullarında farklı cevaplar verilebilir belki ama cinayete giden yolun taşları aynı, çürümüş düzen aynı… Doğup büyüdüğüm şehrin nasıl yıkıldığının tanığıyım.
Antakya, Amik Ovası ve Asi Nehri’nin etrafında kurulmuş bir kent. Kadim olduğu kadar bereketli topraklara da sahip. Bu ülkede yaşayan herkes bereketli toprakların başına neler geldiğini bilir… Amik Gölü kurutulup havalimanı yapıldı. Tarım arazileri, zeytinlikler imara açıldı. İmara açılan arazilere inşa edilen yapılar deprem yönetmeliğine göre inşa edilmedi. 2018’de “İmar Barışı” adı altında ruhsatsız yapılar, inceleme yapılmadan ruhsatlı hale getirildi. Jeoloji Mühendisleri Odası’nın 2021 tarihinde yayımladığı Hatay Raporu, her şeyi gözler önüne seriyor. Antakya’da bulunan fay hatlarının 7’nin üzerinde deprem üretebileceğine, alüvyon katmanına ve toprağa işaret ediyor. 2022 yılında Kırıkhan’da yaşanan deprem sonrası raporu referans göstererek, “Bakın, bir felaket yaşanabilir, çok daha büyük bir deprem olabilir” diyerek soru önergesi verdim. Cevap bile verilmedi! Cinayete giden yolun taşları işte böyle döşendi
6 Şubat – 4.17
Depremin üzerinden belki de bir dakika dahi geçmemişti ki telefonum çaldı. Telefondaki ses, söylenenler, işittiklerim… Haber daha televizyonlara düşmeden, yola koyulduk. Akşama doğru varabildik Antakya’ya. Antakya’nın içinden geçerek doğup büyüdüğüm Samandağ’a vardık. Antakya sessizliğe, karanlığa terk edilmişti. Birkaç dakika sonra sessiz olmadığını fark ediyor insan. Enkazların altından yükselen yardım çığlıklarını duyuyor. Enkazların başında “Sesimi duyan var mı” haykırışlarını enkaz altından yükselen “Buradayım” sesi karşılıyor. Yürek dayanmıyor, yutkunmak, nefes almak her şey çok ağır geliyor…
Devlet yoktu!
Depremin üzerinden saatler geçmiş arama-kurtarma çalışmalarına dair hiçbir şey yok! AFAD-Kızılay yok, asker-polis yok, DEVLET YOK!
On binlerce insan enkaz altında kurtarılmayı bekliyor ama kimse yok! Kimini yakınları, komşuları kurtarmaya çalıştı, kimini gönüllüler… Çıplak elleriyle, tırnaklarıyla kazıyorlardı. Birinci gece sabaha karşı iki AFAD ekibi geldi. Hiçbir ekipmanları yok. Sadece üstlerine geçirdikleri birer önlük… Hiç unutmuyorum enkaz başında yakınlarının kurtarılmasını bekleyenlerin hüngür hüngür ağlayışını, yardım isterken yakarışını, isyan edişini… Hüzün, öfke, umut… Her şey bir arada ve karmakarışıktı… Beni gören insanlar, “Devlet nerede? Devlet burada buharlaştı mı?” diyordu. Evet, devlet yoktu ve biz ölüme terk edilmiştik!
Toplumsal dayanışma ağları vardı!
Depremden sağ kurtulanlar, enkazlardan gönüllü ekiplerin ve yakınlarının yardımıyla kurtarılan insanlar açtı, susuzdu. Devletin ve kurumlarının aksine toplumsal dayanışma ağları seferber oldu. Depremin ikinci gününde birçok yerde deprem koordinasyon merkezleri oluşturuldu. Seferber olan toplumsal dayanışma ağları “Dayanışmayla yaşayabiliriz, her şey bitmedi, burada bir insanlık var” umudunu yeşertti herkeste.
Bizleri ölüme terk eden iktidar, deprem koordinasyon merkezlerine, dayanışma ağlarına müdahale etmeye çalıştı. Bunu bekliyorduk zaten. Hiçbir şey yapmayan iktidar, bir yerden sonra toplumsal dayanışma ağlarına müdahale etmeye yeltenecekti… Pazarcık’ta ve birçok yerde olduğu gibi. İktidarın bu müdahalelerine rağmen toplumsal dayanışma devam etti. Kızılay çadır satarken konserve satarken, devletin kurumları “biz bu deprem paralarını nasıl cebe indiririz” diye düşünürken toplumsal dayanışma ağları köylere, mahallelere yardım götürüyordu. Yana yakıla depremzedelerin temel ihtiyaçlarını karşılıyor, çadır buluyordu.
1 yıl geçti devlet yok!
İktidar yüz yılın felaketi diyor. Bu ülkenin başına gelmiş olan en büyük felaket Saray rejiminin, tek adam rejiminin ta kendisidir. Bilerek ve isteyerek seferberlik ilan edilmedi. Bilerek ve isteyerek gönderilen yardımlar engellendi. Bilerek ve isteyerek cinayete göz yumuldu!
Seçim sürecinde yıkılan kentleri 1 yılda inşa edeceğini söyledi Saray’daki zat. Kentleri inşa etmek şurada dursun hala çadırda kalanlar var. 1 yıldır Hatay’ın içme suyu sorunu çözülmedi.
Deprem bölgelerinde kronik sorunlar kangren haline gelmiş durumda. İnsanlar çadır kentlerde, konteynırlarda yaşama tutunmaya çalışıyor. Çadırkentlerin yağmur, sel sularından sular altında kaldığı haberlerini almaya devam ediyoruz. Çadırlarda, prefabrik evlerde yangın haberlerini almaya devam ediyoruz. Geçen günlerde Samandağ’da prefabrik evde çıkan yangında 2 çocuğun öldüğü haberini aldık. Daha ne kadar öleceğiz? Yetmedi mi?
Bunlar yetmezmiş gibi bir de evleri, işyerleri yıkılan insanlarımızı borçlandırarak kendi evlerini, işyerlerini satmanın derdindeler. Bu akıl karşısında, bu kötülük karşısında insanın nutku tutuluyor. Ne alışacağız bu kötülüğe, ne de izin vereceğiz!
Devlet göçe zorluyor!
İktidarın depremde Antakya, Maraş, Adıyaman gibi Alevi, Kürt nüfusunun yoğun olduğu kentleri kendi kaderine terk ettiğini ne yazık ki yaşayarak deneyimledik… Deprem’in ardından özellikle Antakya’nın özgün yapısının tehdit altında olduğunun farkındaydık. Çünkü tarih boyunca Antakya’nın demografik yapısı iktidarlar tarafından tahrip edilmeye çalışıldı. Farklı halkların, inançların tarih boyunca “BARIŞ” içinde yaşadığı bir bölge düşünün. Bu yapı, bu yaşam alanı asimilasyon politikalarına rağmen kendini korudu. İktidar, asimilasyon politikalarıyla yapamadığını depremi fırsata çevirerek yapmak istedi. Depremin ardından depremzedeler bilinçli bir şekilde göçe zorlandı. Kimse terk etmek istemiyordu bu kadim kenti ama hastane yok, okul yok, hiçbir şey yok! Baş başa bırakılan bu “hiçlik” karşısında göç etmek zorunda kalanlar oldu. Ama bu göçün geçici olduğunu biliyorduk. “Umudunu yitirme Hatay geri döneceğiz” duvar yazıları tam olarak bu döneme dek düşüyor. Geri döndüler…
Bugün ise depremin ardından kurulan Sahra Hastanesi’nin, Defne Devlet Hastanesi’nin, üniversiteliler için hazırlanan çadırların sular altında kaldığına şahit oluyoruz. İnsani yaşam koşulları dahi sağlanmayarak insanlar göçe zorlanmaya devam ediliyor. Ancak tüm bu politikalara karşı insanlar doğduğu büyüdüğü bu kadim toprakları terk etmiyor.
Depremde kadınlar
Bu ülkede kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Depremde kadın olmaksa yaşanan felaketin sonuçlarının kadınların omuzlarına yüklenmesi olarak karşımıza çıkıyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği depremin yıkıcılığını daha da derinleştiriyor…
Depremden sonra bütün hayatlarını o küçücük çadırlara, konteynırlara sığdırmak zorunda kalan kadınlar; çocuk bakımı, yaşlı bakımı, engelli bakımı gibi birçok sorumlulukla da baş başa kaldı. Depremin 1. ayında Samandağ’da çadırları ziyaret ettiğimizde bir kadın, kadınların üzerindeki yükü şu sözlerle göz önüne serdi: “Ben depremden önce 5 kişilik aileme ne yemek yapacağım diye düşünüyordum. Şimdi 30 kişiye ne yemek yapacağım diye düşünüyorum. Su yok. Bulaşık, temizlik her şey çok zor!”
Depremin kadınlar açısından görünmeyen bir yüzü daha var: Artan erkek şiddeti! Sosyal yaşamları alt üst olan kadınlar, çadır ve konteyner kentlerde erkek şiddetine ve istismara maruz kalıyor.
Burada da devletin yapamadığını toplumsal dayanışma ağları yaptı, kadınlar yaptı. Birçok deprem bölgesinde kadın çadırları kuruldu, kadınların üretebileceği atölyeler oluşturuldu. Kadınlar bir nebze de olsun nefes alabilsinler diye. Bugün dönüp baktığımızda; hayatın her alanında olduğu gibi deprem bölgesinde de kadınların dayanışmayı ilmek ilmek ördüğünü, büyüttüğünü görüyoruz. Kadınlar dayanışmayla yaralarını sarıyor ve iyileşiyor. Kadın dayanışması yaşatıyor!
Doğu’nun Kraliçesi siyah matem eşarbını başından atacak!
Antakya için Doğu’nun Kraliçesi denir. Bu kraliçenin toprakları, önce çok tanrılı dinlere ev sahipliği yapmış, çok tanrılı dinlerden bütün semavi dinlere beşiklik etmiş, farklı halkların ve inançların buluşma noktasıdır. Arap’ın, Türk’ün, Alevi’nin, Ermeni’nin, Yahudi’nin, Hristiyan’nın kardeşçe, barış içinde yaşadığı; ezanın, çanın, hazanın, Hazreti Hızır’dan yükselen “Ya Ali ya Emirü’l Mü’minin” dualarının birbirine karıştığı kadim kenttir, Antakya.
Ben halkların kardeşliğini, eşitliğini bu topraklarda öğrendim. Bu topraklarda devrimci oldum, kadın mücadelesini bu topraklarda iliklerime kadar hissettim. O kadim kent artık yaralı!
Yaralarını sarmak için çabalıyor şimdi. Dayanışma ile kardeşlik ile bunu başaracağına inanıyor. 7 kere yıkılan bu şehir 7 kere kuruldu. Bir kez daha kurulacak. Doğu’nun Kraliçesi siyah matem eşarbını başından atacak!
Ma’rıhne nıhne hön!