Savaş sırasında kadınların durumu
Yazının İlk bölümünde esas olarak Nazi Almanya’sında faşist ideolojinin toplumsal cinsiyet olarak kadına verdiği rol üzerinde durulmuş ve bu bağlamda Nazilerin erken çocuk eğitimi alanındaki kuramcısı Johanna Haarer’in görüşlerine değinilmişti.
Nazilerce kadına verilen rol, bilindiği gibi çok çocuk doğurmak ve Führer’e veya faşist rejime sadık “evlatlar” yetiştirmekten ibarettir. Bunun karşılığında da faşist rejim, doğurdukları çocuklar sayesinde “Ari” ırkın yayılmasına katkıda bulunan bu anneler içinden seçtiklerini, özellikle de çok çocuklu olup ideolojik olarak kendisine yakın gördüğü anneleri “annelik madalyası” ile “ödüllendiriyordu”. Bu anlayışa göre kadının yeri ‒ aslında dünyası ‒tek kelimeyle evidir. Ancak 1939 ikinci paylaşım savaşıyla birlikte nasyonal sosyalistlerce kadına biçilen bu rolde de köklü değişiklikler olur.
Kadınların savaş sırasında karşılaştıkları ilk kısıtlamalar, zorunlu gıda maddelerinin karneye bağlanması oldu. Ancak bu kısıtlamalar, nasyonal sosyalist propaganda makinesince, savaş sırasında herkesin fedakârlık yapmak zorunda olduğu pompaladığından halk arasında neredeyse hiç öfkeye yol açmadı. Erkeklerin asker olarak cepheye gitmesi nedeniyle evdeki eksiklikleri kısa sürede anlaşıldı.
Nazi propaganda makinesince ‘ev’, bundan böyle “yuva cephesi” olarak adlandırılıyordu ve böylece kadınlar, normal zamanda erkekler tarafından yapılan işleri de üstlenerek, onların cephede savaştığı gibi kendilerinin de “evde” savaştıklarını düşüneceklerdi. Giderek daha fazla erkek askere alındıkça onlardan boşalan yerlere işgücü bulma ihtiyacı da artıyordu. Ancak gidenlerin yerinin doldurulması sadece belirli mesleklerde zanaatkârlarla sınırlı değildi. Alman Reich’ının 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ederek 2. Dünya Savaşı’nı başlatması üzerine sonunda yüksek tempoyla üretime devam eden silah endüstrisinde de işgücü ihtiyacı vardı.
İlk başta Naziler kadınları bu sektörde zorla çalıştırma yerine onların emeğinin vatan için ne denli önemli olduğunu öne çıkaran bir söylem geliştirdiler. Sürekli olarak kadınların savaştaki önemini vurguluyorlardı: “Milyonlarca Alman kadını kırsalda tarlalarda ve en zor işlerde erkeklerin yerini almak zorunda. Milyonlarca Alman kadın ve kız çocuğu fabrikalarda, atölyelerde ve ofislerde çalışıyor ve oralarda da kendilerini kanıtlıyorlar. Bu milyonlarca çalışan Alman yurttaşı kadını, diğer yüz binlercesinin daha örnek almasını istememiz yanlış olmaz.” (Hitler’in Mayıs 1941 Reichstag’taki konuşmasından.)
Ancak, nasyonal sosyalistler geçmişte kadınları sistematik olarak iş hayatından uzaklaştırdığı ve annenin rolünü vurguladığı için gönüllü olarak çalışma hayatına atılan kadın sayısı, işgücü ihtiyacının altındaydı. İktidarın asker eşlerine yaptığı nispeten yüksek maddi yardımlar da bu kadınların gelir temin eden işlerden uzak durmasının önemli bir nedeniydi. Ancak savaş koşulları yeniden kadınların eski işlerine dönmelerine yol açtı. Özellikle hizmet sektöründe çalışanların gönüllü olarak savaş sanayisinde istihdam edilmesine öncelik verildi. Ayrıca, kadınları işgücünden uzaklaştırmak için önceki yıllarda alınan tedbirler de tersine çevrildi. Savaş için kendilerine ve becerilerine ihtiyaç duyulduğundan, kadınların artık kısıtlama olmaksızın eğitim görmelerine izin veriliyordu ve evli çiftler, kadın işe giderse evlilik kredisi de alıyorlardı.
1940 yılında silah sanayiinde yürütülen “savaş ekonomisinde kadınların gönüllü fahri hizmeti” kampanyası başlatıldı. 1942 yılından itibaren tüm kadınlar, o yıla kadar birçok kadının annelik veya hükümetle temaslar yoluyla kendilerini kurtarabildikleri silah fabrikalarında çalışmak zorunda kaldılar. Nazilerin o ünlü “tereyağı yerine top” sloganının revaçta olduğu günlerdi. Gerçekten 1940’lı yılların Nazi Almanya’sında artık ‘her şey savaş için’dir. Yazar ve yönetmen Alexander Kluge, tuttuğu günlüğe 9 Aralık 1941 tarihinde, henüz 9 yaşındayken şu notu düşer:
“ Ders bittikten sonra hurda metal toplamaya dağılıyoruz. Bir kilo demir için bir, çinko için yedi, bakır için üç, kalay için altı puan var. 40 puan toplayınca bir teşekkür alıyoruz. Kalay bulduğumuz nadir oluyor. Çinko, diş macunu tüpleri. Bakır, elektrikli eski eşyalarda bulunuyor. Reich’ın silahlanması için hammadde topluyoruz, bu işte bize öğretmenlerimiz yol göstermekte. […] Daha asker değiliz. Daha ölmüş değiliz. Arkamızdan çektiğimiz el arabalarında evlerin bodrumlarından, çatı aralarından topladığımız büyük ağırlık. Arabamızda onlarca kilo ağırlığında bir motor bloğunu karın içinden çekip götürüyoruz.” ( Alexander Kluge, Gerhard Richter, Sürükleyen Zaman, s.32.)
Ancak, savaş sanayiinde çalışan kadınlara aynı iş için erkeklerden çok daha az ücret ödeniyordu. 1942’de kalifiye erkek çalışanlar için ortalama saatlik ücret 80,8 Reichspfennig iken, aynı niteliklere sahip bir kadın sadece 52,3 Reichspfennig almaktaydı. Görüldüğü gibi “eşit işe eşit ücret” bir yana, işgücüne duyulan ihtiyacın yüksek olduğu savaş koşullarında bile iki cinsin işgücüne ödenen ücret arasında büyük bir fark vardır. (Bettelheim, Charles: Die deutsche Wirtschaft unter dem Nationalsozialismus, München 1974, S. 230.)
1944’ün sonlarına doğru, savaş neredeyse kaybedildiğinde ise bazı kadınlar doğrudan cephedeki askerlerle birlikte çalışıyor ve savaşıyordu. Kısa süre sonra nasyonal sosyalistler doğum iznine hiç dikkat etmediler ve çocuklu kadınlar da çalışmaya zorlandı. Kadınlar çoğu zaman gece vardiyasında işe gidiyor, sabah eve gelip çocuklara bakıyor, ev işlerini yapıyorlardı. Savaş yıllarında kadınlar, mümkün olduğu kadar çok oğlu ve kızı olması gerektiği için, çok çocuklu bekâr annelerdi; zor ve yorucu işlerde günlük olarak uzun süre çalışıyorlar, savaşın büyük bir yükünü ve acısını çekerken cephede bulunan eşleri için de büyük endişe duyuyorlardı.
Her ne kadar başlangıçta nasyonal sosyalistler kadına sadece annelik rolü verip onun mümkün olduğunca çok çocuk doğurmasını teşvik etmişseler de 1939’dan itibaren Almanya’nın bir savaş ülkesine dönüşmesiyle birlikte kadına verilen rol ve ondan beklentiler de değişmiştir. Artık kadın sadece “ulusun çeşmesi” değildir. Bundan böyle uzun süredir evde olmayan eşin/erkeğin de rolünü üstlenmesi, onun yerini alması gerekmektedir. Ancak buna rağmen nasyonal sosyalist propaganda makinesi, kadınların toplum içinde üstlenmek zorunda kaldığı bu ağır işlerden hiç söz etmeyerek savaşın sonuna kadar kadınların anne rolünü öne çıkarmaya devam etti.

1939 yılının 1 Eylül’ünde başlayan savaşın beş buçuk yıl sonra Mayıs 1945’te sona ermesiyle Almanya’da kadınların acı ve dertleri de son bulmuyordu elbette. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Almanya’nın da tüm büyük şehirleri devasa bir enkaz yığınına dönüşmüştü. Nazilerin bin yıl süreceğini iddia ettikleri Reich’larının savaş sonrasındaki durumu içler acısıydı ve üstelik:‘vae victis!’ (“yenilenlerin vay haline!”) ‒Alman ordusu teslim olduktan sonra bile şehirlerin günlerce devam eden bombalanması, muzaffer müttefik orduları askerlerinin kadınlara tecavüzleri, açlık, yokluk… Yerle bir olmuş şehirlerde bazen yüzde yetmişinin kadınlardan, kalanının çocuk ve yaşlılardan oluşan bir halkın gündelik hayatı, ileride Alman edebiyatı içinde “Yıkıntı Edebiyatı” veya “Savaş Sonrası Edebiyatı” adıyla yer alacak olan akımın yapıtlarında ayrıntılı ve etkileyici biçimde anlatılır.
Savaş sonrası Alman kadınların acıları, İsveç gazetesi ‘Expressen’ tarafından 1946 sonbaharında Almanya’ya gönderilen Stig Dagerman’ın (1923-1954) “Alman Sonbaharı” adlı yapıtında da keskin gözlemler ve yansız bir anlatımla resmedilir. Dagerman, genç yaşında kaleme aldığı bu müthiş röportajında Berlin, Hamburg, Frankfurt ve Heidelberg gibi şehirlerin yanı sıra Ruhr bölgesindeki yerleşim yerlerinin yıkıntıları arasında, bodrumlarda su içinde yaşayarak hayata tutunmaya çalışan kadınların ve çocukların çektiği açlık ve sefaleti okurlarına tüm çıplaklığıyla gösterir.
Kaynakça
Bab, Bettina: Frauenleben im NS-Alltag, Bonn 1991.
Bettelheim, Charles: Die deutsche Wirtschaft unter dem Nationalsozialismus, München 1974.
Carolin Bendel, Die deutsche Frau und ihre Rolle im Nationalsozialismus,3 Oktober 2007.
Alexander Kluge, Gerhard Richter, Sürükleyen Zaman, çev: Tevfik Turan, Everest Yayınları, 1. Basım 2015.
Stig Dagerman, Alman Sonbaharı, çev: Ali Arda, Everest Yayınları, 1. Bası