Erdoğan, Cemaat’i nispeten etkisizleştirebilir ama ne politik krizi aşabilir ne de kendisine yönelik saldırıyı bertaraf edebilir. Çünkü… Devletin bütün stratejik merkezlerinde örgütlenmiş ABD’ye bağımlı kadroları tasfiye edebilir mi? Edemez ve buna gücü yetmez. Peki, AKP içerisinde örgütlenmiş olan ABD ve İsrail merkezli “Yahudi lobisi”ni tasfiye edebilir mi? Edemez. Erdoğan, hangi bakanın, milletvekilinin ABD vatandaşı olduğunu bilmiyor mu?
Küresel sermaye uzun yıllardır destekleyip güç haline getirdiği Tayyip Erdoğan’dan aşamalı olarak kurtulmanın yollarını arıyor. Bunu yaparken Ukrayna’dakine benzeyen bir politik kaos yaratarak değil, AKP iktidarını yıpratarak zamana yayacak bir tarzda etkisizleştirme kararı aldıkları anlaşılıyor. Türkiye’nin jeografik yapısı nedeniyle içte büyük çaptaki politik bir krizi kaldıramaz. Türkiye’de derinleşecek politik bir çatışmanın bölgesel etkisi çok daha sert ve karmaşık olacaktır. Böylesi bir süreci kimsenin kontrol etme şansının olmayacağı biliniyor. Bu bakımdan AKP’yi yıpratarak etkisizleştirme politikası çok daha makul görünüyor.
30 Mart 2014 tarihinde yapılacak olan yerel seçimler AKP’ye yönelik tasfiye veya etkisizleştirme planının ilk halkasıdır. Yerel seçimlerde AKP’nin oy oranında belirgin bir düşüşün sağlanması, öncelikli olarak Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını engellemeye yönelik önemli bir hamle olacaktır. Başta Erdoğan olmak üzere AKP’nin bakanlarına, Büyükşehir Belediye Başkan adaylarına ve önemli kadrolarına yönelik rüşvet, yolsuzluk ve özel yaşama dair bir kısım bilgiler kamuoyu önünde deşifre edilmeye devam edecektir. Kimin cumhurbaşkanı olacağı da önemli bir soru olarak varlığını koruyor. Şansı zayıflayan Erdoğan, Cemaat’in ve uluslararası sermayenin desteğini alma olasılığı olan Abdullah Gül’ün adaylığını yeniden destekleyebilir. Gül, Erdoğan ile çatışmamaya özen gösterirken, aynı zamanda belli bir mesafede durmaya çalışıyor. Ancak küresel sermaye bakımından 2015 yılındaki seçimler, dengeleri bütünlüklü olarak değiştirme süreci olacaktır. Tasfiye planı, bu çerçevede iki yıla göre hazırlandı.
Uluslararası sermayenin güç merkezleri, AKP’ye yönelik politika değişikliğini artık çok yüksek bir sesle dillendiriyor. AKP ve Erdoğan’ın 17 Aralık 2013’te başlatılan ‘Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu’na yönelik karşı atağa geçerek, devletin mevcut yapısında çok kapsamlı değişikliklere yönelmesi ve daha çok kendi güvenliğini sağlayan adımları atması, uluslararası ilişkilerde ciddi bir tartışmaya ve eleştiriye yol açtı. Başka bir yazının konusu olmakla birlikte, İnternet, MİT ve HSYK yasalarında yaptığı değişiklikler, önümüzdeki sürece ilişkin çok yönlü sorunları gündeme getirmesi bir yana, küresel güçlerin AKP ve Erdoğan algısını olumsuz yönde değiştirdi.
Uluslararası medyanın Erdoğan ve AKP algısı değişti
Farklı uluslararası medya grupları, özellikle ‘Gezi’ derinişinden sonra yapmış oldukları analizlerde Türkiye’nin iç politikasındaki güç ilişkilerinin hızla değiştiğine, ekonomik dengelerin çok daha kırılgan bir duruma geldiğine ve AKP hükümetinin radikal İslamcı gruplara çok aktif destek verdiğine dikkat çektiler. Böylelikle küresel sermayenin bölgesel ilişkilerde Türkiye’ye biçilen rolde önemli bir zafiyetin olduğunu sık sık vurguladılar.
İngiltere’de yayımlanan Guardian, “Türkiye’nin derinliklerinden yükselen savaşın sadece Erdoğan’ın iktidarını değil modern bir toplum olarak Türkiye’nin zorlukla kazandığı itibarını da tehdit ettiğini” vurguladı. “Görece ılımlı İslami görüşlere sahip olan Hizmet, tarikatlarınkine benzer bazı özellikler taşıyor. AKP ise Gezi protestolarındaki tavrının koyduğu gibi söylediğinden daha az demokratik, daha sinsi…” Böylelikle küresel güçlerin, Türkiye’ye üzerinde deneyip bütün Ortadoğu’da yaşama geçirmek istedikleri ‘Ilımlı İslam’ politikasının miadını doldurduğunu ve başarısızlıkla sonuçlandığını vurguluyorlardı.
Telegraph gazetesinden Richard Spencer, şöyle diyor: “Yolsuzluk iddiaları hükümetin, emniyet ve yargının işlerini büyük ölçüde askıya aldı. Yargı ve emniyet Erdoğan’ın eski İslamcı müttefiki Fethullah Gülen’in kalesi halinde. Erdoğan çok sayıda polisi görevden aldı. Yolsuzluk soruşturmasını engellemek için bunu yaptığı iddia ediliyor. Üç bakan istifa ettikten sonra da kabineyi büyük ölçüde değiştirip kendine yakın kişileri hükümete dahil etti… Barış görüşmelerine yaklaşılan bir dönemde komşu Suriye’deki muhaliflerin önemli bir müttefiki olan Türkiye’de görülen bu çatlağın ciddi uluslararası etkileri olabilir. Bunun sonucunda Türkiye’nin kuşkulu ilişkileri olan İran da olaylardan ikincil olarak etkilenebilir.”
Times gazetesi “Türk ordusunun, Başbakan Erdoğan’ın içinde bulunduğu kargaşayı fırsat bilip yüzlerce ordu mensubunun hapse atılmasıyla sonlanan tartışmalı davaların yeniden açılmasını istediğini” belirtti. Times: “Erdoğan ve Gülen hareketinin mantık evliliği sırasında AKP hükümeti davaları oldukça desteklemişti. Aralarında Erdoğan’ın da bulunduğu yetkililer davaları savunmuş ve belgelerin sahte olduğu yönünde şikâyet eden muhaliflere kulak tıkamıştı. Ama Erdoğan şimdi kendini yargıyla ihtilafa düşmüş halde bulurken ‘derin devlet’ davalarının yeniden gözden geçirilmesini memnuniyetle karşılayabilir.”
Times gazetesi bir başka sayısında şöyle diyor: “Fethullah Gülen hareketinin Başbakan Erdoğan üzerindeki etkisini sorgulamak bir tabu haline geldi. Okullara, üniversitelere, devlet kurumlarına, bürokrasiye, polise, yargıya sızan Gülen hareketi, derin devletin İslamî modeli oldu… Erdoğan’ın gündemi, yaptığı hesaplar giderek şüpheli bir hale dönüşüyor ve korku en güçlü silahı. Türkiye için tehlike artık bir askerî darbe değil. Asıl tehlike, Erdoğan’ın her türlü muhalefete ve çoğulculuğa karşı olan paranoyak hoşgörüsüzlüğü.”
Economist, “Kimileri de bu davada, Amerika Birleşik Devletleri’nde sürgünde yaşayan Fethullah Gülen ve ona bağlı hareketin parmağı olduğunu düşünüyor… Gülen hareketinin polis güçlerine ve yargı kadrolarına o kadar büyük sayılarla sızdığı söyleniyor ki, bunu kendisine bir tehdit olarak gören Erdoğan, bu kadroları temizlemek istiyor” değerlendirmesini yapıyor. Dergi, Gezi Parkı eylemleri gerekçesiyle Erdoğan’ın İstanbul merkezli tekelci sermayeye yönelik baskılarını da gündeme getirerek şunları belirtmiş: “Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşu Koç Holding, İstanbul’daki otellerinin kapılarını polis vahşetinden kaçan protestoculara açtığı için hedef alınırken Erdoğan, Divan Oteli’nin suçlulara yardım ve yataklık ettiğini söyledi. 24 Temmuz’da polis destekli vergi müfettişleri, aralarında Tüpraş’ın da bulunduğu, Koç Holding’e ait şirketlerin merkezlerine baskınlar düzenledi. Baskın haberinin ardından, Koç’un İstanbul Borsası’ndaki hisselerinin fiyatları dibe vurdu. Şirketin bir gündeki kaybının 1,8 milyar lira olduğu söyleniyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, bu teftişlerin rutin çalışmalar olduğunu söyledi. Ancak İstanbul merkezli bir büyük işadamı, ‘Bunlar, baskı ve korku salma taktikleri. Rutin olan asıl bu’ diyor.”
Alman Focus Dergisi, “Türkiye uzun zamandır gelişmekte olan ülkelerin yıldızıydı. Büyüme hızı yüksekti. Ama şimdi ortaya çıktı ki başarı sadece bir sabun köpüğü imiş. Balon patlama tehlikesiyle karşı karşıya… Türkiye’nin siyasi istikrarsızlık nedeniyle 2014’te acı biçimde sonlanabilir, zira ekonominin kum üstüne inşa edilmiş olduğu ortaya çıktı.” “Türkiye’nin ekonomik büyümesinin yüzde 70’i iç piyasa tüketimine dayanıyor. Türkiye aynı zamanda kalıcı yüksek cari işlemler açığı ile karşı karşıya ve bunu karşılamak için yurt dışından gelen sıcak paraya bağımlı. Para akışı kesilirse, tüketim de bitiyor. Yatırımcılar Türkiye’den paralarını çekmeye başladılar. İstanbul borsası yüzde 30 gerilerken on yıllık devlet tahvilleri faizi yüzde 10’un üstüne fırladı. Türk Lirası Mayıs 2013’ten bu yana euro karşısında tam yüzde 20 değer kaybetti.”
Özetle;
Financial Times: Başbakan’ın yenilmez görünümü gitti,
Times: Türk ordusu kargaşayı fırsat bildi,
Ekonomist: Erdoğan Padişahlığa soyundu,
Focus: Türk ekonomisinin sabun köpüğü olduğu ortaya çıktı, diyor.
ABD’nin ve AB’nin Erdoğan ve AKP politikası önemli ölçüde değişti
Küresel güç ilişkilerinin iki merkezi olan Washington’un ve Brüksel’in, Erdoğan merkezli AKP’nin politikalarına yönelik önemli eleştirileri eş zamanlı olarak gündeme getirmiş olmaları da bir tesadüf değildir.
ABD siyasetinde ve kamuoyunda etkili olan 80 kişilik bir grubun Obama’ya yazdıkları mektup, ABD’nin AKP ve Erdoğan politikasındaki değişiklik hakkında bize bir fikir veriyor: “Sayın Başkan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, onlarca yıldır süren stratejik Türk-Amerikan ortaklığının temel direğini giderek daha çok baltalıyor… Türkiye uzun süreli ABD müttefiki ve Ortadoğu’da ABD’nin sadece iki demokratik, istikrarlı ortaklarından biridir. Ama o da uzun süre kalıcı olmayabilir. Başbakan Erdoğan’ın iktidarına karşı gelişmelere karşı Erdoğan’ın yanıt veriş biçimi, Türkiye’nin kusurlu demokrasisini bir otokrasiye döndürmekle tehdit etmektedir. O ve partisindeki birçokları konumlarını istismar ederek ve hukukun üstünlüğünü riske atarak, soruşturmaları kapatmakta, yüzlerce savcı ve binlerce polis memurunu görevden almakta veya yerlerini değiştirmekte, medyanın ağzını bağlamakta, eleştirenleri şeytanlaştırmakta ve ABD Büyükelçisi de dahil olmak üzere hayali yabancı suçlular bulmaktadır…” Ayrıca “Başbakan Erdoğan’ın ABD-Türkiye ilişkilerini tehlikeye attığını açıkça söylemenin şimdi önemli olduğuna inanıyoruz” biçimindeki açıklamayla ABD’nin Türkiye’ye yönelik izlediği politikalarda değişikliğe gitmesi ve Obama’nın Erdoğan’dan desteğini çekerek çok açık bir şekilde uyarılması isteniyor.
ABD basınındaki yorumlara bakıldığında, Erdoğan’ın Obama tarafından çok açık uyarıldığı belirtiliyor. AKP lideri bunları ne kadar hesaba katar bilinmez ancak ABD’nin bölgesel politikasındaki değişiklikler dikkate alındığında, Erdoğan’ın içinde yer almadığı yeni politik bir oluşuma yöneldiğine dair önemli veriler olduğu görülüyor. Kılıçdaroğlu’nun ABD’ye davet edilmiş olması, Washington’da Ortadoğu dönemsel politikalarına uygun yeni bir lider arayışının yansımasıdır. Ayrıca 80 kişi adına yayımlanan mektup, hem Türkiye’deki muhalefetin, hem de Gülen Cemaati’nin genel eğilimini yansıtması bakımından da dikkat çekicidir. Bunun bir tesadüf olmayın Türkiye’nin iç politik dengelerinin yeniden dizayn edilmesiyle doğrudan ilişkili olduğu açıktır.
Aynı şekilde AB’nin Türkiye politikasında belirgin bir değişikliğin gündeme geldiğini artık kimse gizlemiyor. 17 Aralık 2013’te başlatılan ‘Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonundan sonra Erdoğan’ın Brüksel’e yapmış olduğu ziyarette, çok açık bir şekilde uyarılmış ve özellikle HSYK gibi önemli kanunlarda yapılması düşünülen değişikliklerin önemine dikkat çekilmişti. Erdoğan, Brüksel’de AB yetkililerine güvence verirken, AKP bu kez İnternet ve MİT Yasası ile tersi bir yönelime girdi. Bu yönelim Brüksel’in Türkiye algısında önemli bir değişikliğe yol açtı denebilir. 5 Mart 2014 tarihinde kamuoyuna sunulacak olan, Türkiye İlerleme Raporu’nda ‘Ankara’nın Birliğe katılmaya ‘hazır olmadığı’ ve sürecin ‘gözden geçirmesi’ için öneriler yapacağı belirtiliyor. Parlamento ve Komisyon’un “Türkiye için tam üyelik dışında bir alternatifin en azından orta vadede daha uygun olup olmadığını” değerlendirmesi isteniyor. Avrupa Parlamentosu milletvekili Andrew Duff da “Bence Türkiye Kopenhag kriterlerini bizim bir sonuca varmamızı sağlayacak kadar bir süre ve derecede ihlal etti”
Küresel sermayenin Erdoğan’ı tasfiye etmekte karar kılmasının birçok nedeni bulunmakla birlikte öncelikli olarak birkaç nokta daha çok ön plana çıktı. Birincisi, Erdoğan ve ekibinin, küresel güçlerin bölgesel politikalarına uyum sağlayamaması ve özellikle Suriye konusunda radikal İslamcı hareketi aktif olarak desteklemiş olmasıdır. İkincisi, ABD bakımından stratejik olan İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve Mısır gibi ülkelere yönelik izlediği politikalardır. Üçüncüsü, ‘Ilımlı İslam’ projesi ile Ortadoğu’nun İslam ülkelerine örnek olması istenen Erdoğan’ın, tersten daha baskıcı ve etki gücünü pekiştiren ‘tek lider’ durumuna geçerek, Büyük Ortadoğu Projesi’nin dışında bir rol üstlenmeye başlamasıdır. Dördüncüsü, içte küresel sermayenin bel kemiği olan İstanbul merkezli sermaye gruplarıyla girdiği çatışmalar ve ekonomik ilişkilerde onları dışlamak istemesidir.
AKP’ye yönelik Operasyon’da küresel istihbarat örgütlerinin rolü
Mart ayında çok daha fazla yoğunlaşacak olan kasetlerin yerel seçimlerdeki etkisi test edildikten sonra, 2015 genel seçimlerine kadar bu yıpratma hareketi devam edecektir. Bu bakımdan Erdoğan ve AKP yöneticilerine ait olduğu iddiasıyla kamuoyuna sunulan kasetler, ABD, İngiltere ve İsrail gibi ülkelerin küresel istihbarat örgütlerinin bir operasyonudur. Başbakanların, bakanların, generallerin ve hatta MİT Müsteşarı’nın da dinlenilmesi, Gülen Cemaati’nin yapabileceği bir operasyon değildir. Bunu AKP yöneticileri de biliyor. Gülen Cemaati’ne verilen görev, hazırlanan kasetleri Türkiye kamuoyuna sunmaktır.
Erdoğan, bütün gücüyle Cemaat’in devlet içindeki kadrolarını etkisizleştirmeye çalışıyor. Bunun için gerekli yasal değişiklikleri de yapıyor. Hedef tahtasına oturttuğu Cemaat’i tasfiye ederek mevcut politik kaosu aşabileceğini hesaplıyor. Cemaati nispeten etkisizleştirebilir ama ne politik krizi aşabilir ne de kendisine yönelik saldırıyı bertaraf edebilir. Devletin bütün stratejik merkezlerinde örgütlenmiş ABD’ye bağımlı kadroları tasfiye edebilir mi? Edemez ve buna gücü yetmez. İkincisi, AKP içerisinde örgütlenmiş olan ABD ve İsrail merkezli “Yahudi lobisi”ni tasfiye edebilir mi? Edemez. Erdoğan, hangi bakanın, milletvekilinin ABD vatandaşı olduğunu bilmiyor mu? Biliyor ama bunlar üzerinde hiçbir hükmü olmadığının da farkındadır.
AKP-Erdoğan, içte ve dışta politik dengeleri kendi lehine değiştirmek için yeni hamlelere yönelebilir.
Bir, Erdoğan, 30 Mart 2014 seçim sonuçlarına göre, cumhurbaşkanlığı seçimleriyle genel seçimleri eş zamanlı yapabilir. Erdoğan, cumhurbaşkanlığını kaybetmiş bir AKP’nin 2015 genel seçimlerini kazanma şansının da olmayacağını hesaplıyor. Bu bakımdan erken genel seçime gitme kararı alması sürpriz olmaz. Bunun için AKP’nin tüzüğünde yer alan “en fazla üç dönem milletvekili olma” şartını kaldıracaktır.
İki, Türkiye’deki çatışmazlık ortamını tersten ani ve daha üst boyutta bir savaşa dönüştürmek için PKK gerillalarına yönelik saldırılara yönelebilir. Böylelikle ‘barış’ süreci dediği ama pratikte hiçbir önemi olmayan süreci, yine kendi politik çıkarları için fiilin sonlandırabilir. Türk toplumunu yeniden milliyetçi bir çizgide tutarak oy oranını düşürmeyi engellemeye yönelebilir.
Üç, özellikle ABD ve AB’den gelen eleştirilerin dozajını düşürmek ve daha pozitif bir hava yaratmak için Kıbrıs’ta önemli tavizler verebilir. Bir bakıma Kıbrıs’ı pazarlayabilir. Türkiye böylesi iç politik bir kriz içindeyken, ABD, AB ve Birleşmiş Milletler tarafından Kıbrıs meselenin aniden gündeme getirilerek iki toplum arasında müzakerelere başlanması, bilinçli politik bir tercihtir.
Dört, İsrail ile ilişkileri yeniden eski düzeyine getirmek için önemli adımlar atabilir. Mavi Marmara meselesini çözümleyip, İsrail’e çok daha yakın bir politika izlemeye başlayabilir. Böylelikle özellikle ABD eksenli baskıları minimum düzeye çekmeye çalışabilir.
Beş, Suriye’de radikal İslamcılarla olan ilişkilerine önemli bir sınırlama getirebilir ve Rusya-ABD ortak politikasına daha aktif destek verebilir.
Sonuç
Küresel sermaye, bölge ilişkilerini etkileyebilecek Türkiye’nin iç politikasında büyük bir kriz oluşturmadan iki yıllık bir süreye yayarak Erdoğan’ı tasfiye etme politikasını yaşama geçirme karar almış bulunuyor. İç politikada sistem partileri arasında bir sabırsızlık olsa da, küresel sermaye sabırlı ve aşamalı bir süreci işletmeye başladı.
Küresel güçlerin planı 2015 Genel Seçimleri’ne göre olacaktır. İki yıl, politikada uzun bir zamandır. Çok şeyler değişebilir. Bugün izlenen politikalar aniden rafa kalkabilir. Yeni politikalar devreye girebilir. AKP’nin erken genel seçim kararı alarak, bütün planları alt üst etmesi gibi.
Bu yazı sendika.org sitesinden alıntılanmıştır.