ABD bir yandan Rusya’yı Avrupa’da kuşatırken, diğer yandan da Çin’i pasifikten ve Okyanusya’dan kuşatarak tecrit etme pesine düştü. ÇHC’nin Taiwan’ı istila etme tehdidi ABD’nin yanında AB’yi de Ukrayna’nın işgali karşısında telaşa düşürüp ABD dayatmalarına teslim olmaları sonucunu verdi.
Avrupa ve Doğu Asya’da bunlar olurken geçen yüzyılın başından beri, jeostratejik konumunun yanında, esas olarak petrol ve gaz kaynaklarına hakimiyet arzuları nedeniyle sürekli bir barut fıçısı halini koruyan Ortadoğu’da da “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin belli başlı amaçlarına ulaşıp bitirilmek zorunda kalmasından beri inişe geçmiş gibi görünen gerilimler yeniden büyük çarpışmaların işaretlerini vermeye başladılar.
2023 seçimlerinin yaklaşması vesilesiyle RTE Rojava ve Başur üzerinde geniş saldırı planları yaparken, ABD—Rusya-İran-Suriye’nin hep birlikte karşı duruşuyla frenlendi ama bu RTE’nin saldırı planlarını başka biçimlerde devam ettirmesinin önüne geçemedi.
Geçtiğimiz bir ay içerisinde Başur’da aynı zamanda iki YNK helikopteri Duhok cıvarında düştü. Bu helikopterlerin ABD’nin icazeti dışında buralarda uçtuğuna kimsenin inandığı yok. Süleymaniye Havaalanı yakınlarında içinde Mazlum Kobani, İlham Ehmed, Bafel Talabani ve Üç Amerikan askerinin olduğu araçlar TC SİHA’ları tarafından bombalandı. Süleymaniye yakınlarında yine dronlar bir aracı bombalayıp PKK’li olduğu iddia edilen iki kişiyi öldürdüler.
TC Süleymaniye’ye inip kalkan uçaklara TC hava sahasını yasakladı. Kürdistan Özerk Yönetimi Başbakan yardımcısı Kubad Talabani Ankara’da MİT başkanı tarafından tehdit edildi.
Denebilir ki, buna benzer olaylar her zaman cereyan etmektedir; eğer bunlara öngelen kimi gelişmeler olmasa bunlar da bölgenin olağan vakaları hanesine kaydedilebilirdi.
Ancak bunlar Başur’da son iki yılda ABD-KDP-YNK-PKK ve Irak hükümeti arasında gelişen yeni ilişkilerin yarattığı konjonktürde, ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mark Milley‘in Rojava ziyaretinin (4. Mart) ardından ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) Komutanı General Michael E. Kurilla’nın da 9 Mart’taki Rojava ziyaretini takip edince bölgedeki gelişmeleri adım adım izlemekte olan TC devletinin bitleri yine deve oldu; bunun ardından da ABD büyükelçisi dışişleri bakanlığına çağrılıp bunların ne anlama geldiği soruldu.
Esasında başka gelişmelerin havadisleri ortada dolaşmasa, TC’nin bu kadar kaşınmasına neden olacak bir durumun olmadığı söylenebilirdi. Nihayetinde, sayıca çok büyük olmasa da ABD askerleri Rojava’da idiler ve ABD generallerinin burayı ziyaret etmesi, Suriye’nin ve bölgenin içinde bulunduğu durum açısından tuhaf karşılanamazdı. Ancak tam bu tarihten birkaç ay önce, Aralık’ın (2022) sonunda da bir başka ziyaret de YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği) Başkanı Bafel Celal Talabani tarafından yapılmıştı. Talabani’yi Rojava’ya getirenler de bizzat Amerikalılardı. Amerikalılar sadece onu getirmemişler ayrıca Rojava yöneticilerini de Başur’dan Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) kadar taşıyıp durmaktaydılar. Bölgedeki gelişmeleri titizlikle izleyen TC devleti açısından telaşa neden olabilecek gelişmeler gerçekten cereyan etmekteydi. TC devletinin belli ölçülerde oluşumuna katkıda bulunduğu ve kendisi için elverişli görünen güç ilişkilerinde kimi değişim ifadeleri ortaya çıkmaya başlamıştı.
Irak’da Saddam diktatörlüğünün yıkılmasının ardından oluşan yeni dengeler içerisinde TC devleti KDP ile kurduğu yakın ilişkiler sayesinde Başur’da etkin bir güç haline gelmiş ve Bakur’daki mücadeleye buradan da darbeler indirme imkanına sahip olmuştu. ABD-KDP ilişkilerinin de güçlü olması TC devleti açısından, PKK ile olan şiddetli çelişkileri nedeniyle de KDP’yi mevcut konjonktür içerisinde sağlam bir müttefik haline getirebiliyordu. Ancak son iki yıl içerisinde Soran’da ve Rojava’da cereyan eden gelişmeler bu güvenli durumu ortadan kaldırmaya aday göründü. Mevcut durumu kavramak için biraz öncesindeki ilişkilere ve bunların nasıl bir değişim geçirmekte olduklarına bakmakta yarar var.
Kürdistan ABD ilişkilerinin evrimi
Sömürgeci güçler sömürgelere karşı tutumunu her zaman bir paylaşım meselesi olarak görmüş ve ona göre sömürgenin bağımsızlık talebine karşı tutum almışlardır. Tarihte bilinen en iyi örnek daha kapitalizmin henüz emperyalizme dönüşmemiş olduğu 18. Yüzyılın sonunda “ucuz çay içmek isteyen” kuzey Amerikalıların tepesi atıp da İngiltere’den gelen çayları Boston limanında denize dökmeleriyle başlayan isyanın İngiltere’nin kıtadaki 13 kolonisinin 1783’te bağımsızlığını ilan etmesiyle sonuçlanmasında görülür. Bu bağımsızlık savaşında Fransa, Hollanda ve İspanya sömürgecilerinin bağımsızlık savaşı veren kolonilerin yanında yer alırlar ve tam bugün cereyan eden Rusya -Ukrayna savaşı gibi Amerika’nın bağımsızlık savaşıyla sömürgeler için olan savaş iç içe girer. Bugüne kadar da Amerikan bağımsızlığını savunanların İngiltere imparatorluğuna karşı diğer sömürgecilerin desteğini almalarını etik ve politik olarak kınamak kimselerin pek aklına gelmemiştir. Yine ikinci paylaşım savaşında Sovyetlerin ittifak devletlerinden yardım alması, Mao’nun Japon emperyalizmine karşı ABD emperyalizminin desteğini alması bir eleştiri konusu değil savaşın doğal bir gereği olarak kabul edile gelmiştir.
Ancak Ekim devrimi ile birlikte ulusal kurtuluş mücadelelerinin anti kapitalist mücadelenin bir parçası haline gelmeleriyle birlikte antisömürgeci mücadeleler karakter değişikliğine uğramaya başlamış ise de, emperyalistler arası pazar paylaşımı birçok durumda rakibinin zora sokulmasının bir imkanı olarak sömürgenin kurtuluş mücadelesinin yanında durmaya yol açabilmiştir. Elbette artık sömürgelerde bağımsızlık mücadelesinin başını çeken gücün karakteri, sömürgecilerin tutumunun belirlenmesinde pazar paylaşımından geri kalmayan bir öneme sahip olmuştur.
Ne var ki, 1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte sosyalizmin son kazanımlarını da ortadan kalkması ve ondan önce de ÇHC’nin SSCB’ye karşı ABD ile oluşturduğu iş birliğinin sonucu olarak Angola kurtuluş mücadelesine ve hatta kısmen Vietnam Kurtuluş mücadelesine karşı aldığı tutumlardan sonra kalan son sömürgelerin bağımsızlık mücadelesi ekim devrimi öncesindeki özelliklerle Ekim devrimi sonrasında ortaya çıkan özelliklerin iç içe girdiği bir karakter arz eder olmuştur. Bunun en iyi örneğini her türlü özellikleriyle dört parçada birden sürmekte olan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinde görmekteyiz. Sovyet desteğiyle 1946’da kurulan Komarî Mehabad’ın (Mahabad Cumhuriyeti) ve yine SSCB’nin, 1942’de imzalanmış olan savaştan sonra İran’dan çekilmeyi öngören anlaşmaya dayanarak İngiltere ve ABD’nin verdiği notadan çekinerek (Japonya’ya atılan iki atom bombası sadece japonlara karşı değildi ve SSCB’nin atom bombası yoktu!) İran’dan çekilmesiyle, ABD ve İngiltere desteğindeki İran ordusu tarafından yıkıldı. Bu tarihten sonra Kürdistan özgürlük mücadelesi bugün yaşamakta olduğumuz aşamaya gelinceye kadar, Kürdistan’ı paylaşan dört sömürgeci devletin yanında ABD, SSCB ve İsrail’in özgürlük mücadelesi matriksinin elemanları olduğu bir denklem içerisinde sürüp geldi. Bu matrikse zaman zaman da birbirleriyle sorunu olan sömürgeci devletlerin diğerinin Kürdünü desteklemek gibi bir bileşeni de dahil oldu. Barzani’nin SSCB’desteği ile gelişen özgürlük mücadelesi birçok aşamalardan geçerek nihayet kendisinin ABD’de bir kenara itilerek ölümünden sonra ABD’nin Irak’ı işgaliyle Kürdistan Özerk Yönetimi olarak noktalandı.
Kürdistan Özerk Yönetiminin kurulması ABD açısından esasında yeni Irak’ın inşasında bir faktör olarak düşünülürken, diğer yandan da İran rejiminin devrilmesinde bir basamak olabilecekti. Daha önceleri, ABD Saddam’ı İran’ın üzerine saldığında, Saddam’ın Kürdistan’da gerçekleştirdiği gazlı katliamlara ABD’nin hiç sesi çıkmamış, Saddamın pro-Sovyet olduğu dönemlerde kıymetli görülen Barzani’ye ABD’deki bütün kapılar kapanmıştı. Emperyalistlerin o günkü yaklaşımlarıyla bugünkü arasında da herhangi bir fark yoktur. Temel belirleyici olan, sömürülecek bir şeyinin olup olmadığı ve düşmanına karşı tutumunun ne olduğudur. Bunlardaki değişim her şeyin değişmesine yol açar.
ABD, Irak’da belli bir dengeyi oluşturduğu yıllarda, en büyük parçayı oluşturan Bakur’da da özgürlük mücadelesi TC sömürgeciliğine karşı yükselmiş ve Kürdistan’ın dört parçasında da etkilere sahip olmaya başlamıştır. ABD hem NATO üyesi olan TC’nin başına dert olan, hem de müttefiki KDP karşısında güçlü bir alternatif olarak yükselmeye başlayan PKK’ye karşı tereddütsüz TC’nin yanında yer almış ve onun bütün dünyada terör örgütü listelerine alınmasını sağlamıştır.
Ne var ki, SSCB’nin yıkılışının ardından başlayan yeniden paylaşım, bölgedeki ilişkileri de altüst etmiş ve ABD Irak’ta kurduğu dengeyi sağlam temellere oturtamamış iken, büyük ölçüde Erdoğanın bıktırıcı manevralarının sonucu olarak Suriye’de de eli mahkum bir biçimde daha önceden PKK’nin örgütlemiş olduğu PYD ile zoraki ittifak içerisine girmek durumunda kalmıştır. Bu ABD’nin PKK’yi terör örgütü listesinden çıkarmasını getirmediği gibi, onu sürekli olarak KDP’ye boğdurabilmek için muhtelif manevraların içerisinde olmuştur. PKK’nin kendisini KDP’ye doğrudan mahkum edebilmesinin imkanı olmamasına karşın Rojava’da kurulmuş olan özerk yönetimin yüzyüze bulunduğu ihtiyaçlar bu konuda ABD’ye kimi imkanlar sunmuştur.
Rojava’da PYD önderliğinde gerçekleşen mücadelenin KDP denetimi altına sokulabilmesi için önce beşbin kişilik bir Roj Peşmergesi Rojava için hazırlanmış ve ardından da IŞİD kobani üzerine saldırtılıp, bu kuvvetlerin TC ile de anlaşmalı bir biçimde Rojava’ya sokularak yönetimin PYD’nin elinden alınıp KDP yanlısı partilerce oluşturulmuş olan Suriye Ulusal Konseyi’ne (ENKS) devredilmesi hesaplanmış ve o zaman ki, yönetimin eş başkanı olan Salih Müslim’e bu anlaşma Duhok’ta zorla imzalatılmak için bir hafta boyunca Kobaniye ABD uçakları yardıma gitmemiştir. Kobani direnişçilerinin kahramanlıklarının dünya çapında kazandığı muazzam prestij ve direnen S. Müslim karşısında Amerikalılar diz çökmüş ve Roj Peşmergeleri yerinde kalırken, Kobane’ye silah yardımı sağlanabilmiştir.
Bundan sonra gelen dönemlerde de aynı tutum 2021’e kadar devam etmiş ama ABD’nin ve KDP’nin bütün girişimleri PYD ve PKK tarafından boşa çıkarılmıştır. Bütün bu dönem boyunca tarihsel bir konjonktürün gereği olarak “düşmanla işbirliği yaptıklarının bilincinde” olan Kürtler, Afrin’in, Serekaniye’nin işgalinde müttefik denilenlerin oynadığı rolu net olarak görürken, ABD’nin müttefik olarak güvenilirliği konusunda da Afganistan Hükümetinin Taliban’a nasıl teslim edildiğinden gerekli dersleri çıkarmışlardır.
Başur’da değişen ilişkiler
Mazlum Kobane ve Ilham Ehmed, üç Amerikalının eşliğinde Süleymaniye havalanına giderken bir TC SİHAsının saldırısına uğradı. Konu üzerine yazanların kanaatine göre TC konvoyda amerikalıların olduğunu bildiği için konvoyu vurmak yerine amerikalılara uyarı olması için 100m ötesine ateş etmekle yetindi. Bu saldırının ertesi günü TC dışişleri bakanı yaptıklarını haklılığını kanıtlamak için olsa gerek “PKK’nın Irak Kürdistan bölgesindeki en büyük ikinci siyasi parti ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (KBY) küçük ortağı olan Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) “tam kontrolünü” ele geçirdi” dedi. Bakanın bu ifadesi gösteriyor ki, TC PKK-YNK işbirliği kendilerini ciddi biçimde rahatsız edecek ölçüde sıkı. Bunun verdiği rahatsızlığın büyüklüğünü de görmek için Süleymaniye saldırısına bakmak yeter: Amerikalıların eskort ettiği bir konvoyun yanı başına TC SİHAsı ateş ediyor! Bu ABD ile “hesaplaşmaya” kalkışmaktan başka ne anlama gelebilir? TC, ABD’nin Rojava güçleriyle ilişkisinden oldum olası rahatsızdır ama şimdiye kadar da bir alışveriş içinde bulundu ve ABD’lilere silah göstermek gibi bir işe girişmedi; tam tersine birçok durumda işgal girişimlerine yeşil ışık yakılmış olduğunu da yaşadı, biliyor; zaman zaman da ABD çıkarlarına ters düştüğünde engelle yüz yüze gelip daha fazla gerilim yaratmadan geri adım atmayı kabul etti. O zaman şimdiye kadar olandan çok daha rahatsızlık verici bir şey cereyan etmiş olması gerekir. Nedir bu rahatsızlık? Son iki yıldaki gelişmeleri gözden geçirdiğimizde bu rahatsızlığın nedenlerini görebilmek mümkün görünmektedir.
***
ABD’nin Saddam rejimini devirmesinin ardından yeni Irak’ın kuruluşunda kendisine önemli bir rol biçilen KDP var olmaya devam edebilmenin dayattığı şartlar çerçevesinde TC devleti ile yakın ilişkiler geliştirmeyi kendi doğasının da bir gereği olarak kabul etmiş ve bu çerçevede TC’nin PKK’ye karşı verdiği mücadelede de gereken desteği sağlamıştır. Bu karşılıklı çıkarlara dayalı ilişki başlangıçta ABD emperyalizmi açısından herhangi bir mahzur taşımadığı gibi, NATO üyesi bir ülke kendisinin Irak’ta yapmak istediklerini de bir anlamda kolaylaştırmaktaydı. Ne var ki, Bağdat hükümeti ile KDP arasında esas olarak da petrolün paylaşımından çıkan çelişkiler sonucu oluşun TC-KDP yakınlaşması, TC’nin Rusya ile yakınlaşmasının ABD açısından yarattığı çelişkilerle birleşince KDP artık ABD için yeterince güvenilir bir müttefik olma özelliğini kaybetmeye başladı. Ancak emperyalist güçler usta kumarbazlar gibidir. Bütün paralarını hiçbir zaman tek bir ata yatırmazlar; umut vaad eden diğer atları da gözden uzak tutmazlar.
Başur’da KDP TC ile birlikte oynayıp, ABD’nin Bağdat’la olan hesaplarına sıkıntı çıkarınca, ABD de hem KDP’ye hem TC’ye karşı ve esasında ikisini de birden vuran adımlar atmaya başladı.
Önce YNK ile ilişkilerini geliştirdi ve YNK’nin Rojava ile doğrudan bağlantısını sağladı. YNK’nin zaten eskiden beri PKK ile ilişkileri müttefiklik çerçevesinde idi. Bu durum YNK için olduğu kadar PKK için de önemli potansiyelleri içinde taşımaktadır. Celal Talabani’nin oğlu Bafel Talabani 2021 yılında attığı adımlarla eşbaşkanlığı birlikte yürüttüğü amcaoğlu Lahor Şeyh Cengi’nin “kendisini zehirlemeye kalkıştığı, evine casus soktuğu ve kongre delegelerine videolarla şantaj yaptığı” ididalarıyla tasfiye ettikten sonra beklentilerin aksine pek bir başka çatışmaya neden olmadan partiye hâkim konuma geçti ve ulusal birlik politikalarını öne geçirmeye başladı.
Bafel, tek başına başkan olduktan sonra Kasım 2022’de Dükan’da düzenlediği toplantıya PKK‘den Cemil Bayık ve SDG‘den Mazlum Kobani‘yi de davet etti. Her ikisi de bu davete selamlama mesajlarıyla yanıt verdiler. İlişkilerin iyice geliştiğinin bir işareti olarak da Bafel Aralık 2022’de Rojava’ya giderek YPG komutanları ve ABD kuvvetleri komutanı Matthew McFarlane ile görüştü. Bu görüşmelerin imkanını sağlayanın ABD’den başkası olmadığı bilindiği gibi, daha sonraki gelişmelerin de gösterdiği gibi iş sadece bir görüşmeyle kalmayıp ortak faaliyetlerin düzenlenmesi boyutuna varmıştır. Bu gelişmeler haliyle TC’nin KDP desteğiyle yürütmekte olduğu Rojava’yı ve PKK’yi kuşatma faaliyetlerinin de eskisi kadar kolay olamayacağını göstermektedir. 2020’de artık gerçekleştirilemeyeceği belli olan Rojava’nın ENKS ve dolaysıyla KDP denetimi altına sokulması tehdidi büyük ölçüde bertaraf edildiği gibi iki parça arasındaki ilişkilerin dayanışma temeline oturması da sağlanmış olmaktadır. Talabani bu dayanışmayı sürdürmeye niyetli olduğunu daha sonraki gelişmelerde de ortaya koymuş bulunuyor.
5 Mart’ta Raperin’in[1] yıldönümü dolayısıyla Ranya’da düzenlenen törende ulusal birliğin önemine de dikkat çeken Talabani, “Tüm çabalarımızı Kürdistan’ın birliğini korumak için sarf ediyoruz. Birlik olarak Kürdistan’ın 4 parçasını birleştiremeden şehitlerin hayallerini yerine getiremeyeceğiz” açıklamasını yaptı. Bu KDP’nin şimdiye kadar izlediği ABD yardımıyla PKK’yi boğma politikasının tam zıddı, Öcalan’ın sürekli dile getirdiği ulusal birlik talebinin Talabani tarafından da benimsendiği anlamına geliyor.
Bafel Talabani, Amed’de yapılan Newroz şenlikleri sırasında yayınladığı bir video mesajında “Çevremizdeki tüm ülkeleri politikacılarımızı serbest bırakmaya çağırıyorum. Tüm liderlerimizi serbest bırakın. İnsanların onları ziyaret etmesine, doktorların ve avukatların onlarla görüşmesine izin verin.” çağrısında bulunarak Bakur’daki mücadeleyle olan yakın bağını bir kez daha sergilemiş oldu.
YNK Genel Başkanı Bafel Talabani, Süleymaniye Havalimanı’na yönelik saldırıya ilişkin Twitter hesabından 7 Nisan’da yaptığı açıklamada, “Süleymaniye Uluslararası Havalimanı’na yapılan saldırıyı ve Süleymaniye bölgesinin huzurunu bozmayı amaçlayan yabancı işbirlikçilerin korkakça girişimini şiddetle kınıyoruz” denildi. Nitekim, Bafel Talabani yaptığı açıklamada KDP’ye suçlamalar yöneltiyor, Kürtler arası birliğe vurgu yapıyor ve “Yan Kurdistan Yan Neman”[2] sloganıyla mesajına noktayı koyuyordu.
Bunlar açıkça göstermektedir ki, daha önce de varolan iş birliği artık daha yakın bir karaktere bürünmüş ve Kürdistan’ın dört parçasının mücadelesinin birliği büyük bir imkan kazanmıştır. Bu durumun KDP’yi de zorlayacağına, negatif tutum sergilemeye devam ettiği durumda da etkinliğini giderek kaybedeceğine delalet ettiğini kestirmek zor olmasa gerek.
PKK-YNK-PYD omuz omuza
TC’nin Süleymaniye havaalanına giden konvoyu bombalamasının ortaya çıkardığı gerçek de sadece YNK-PKK ilişkilerinin daha ilerlemiş olması değil, aynı zamanda Bafel Talabani’nin Rojava’nın statüsünün garanti altına alınması çalışmalarına bilfiil katılmakta ve bu dolayımdan da Türkiye politikasının bir bileşeni haline gelmekte olduğudur. Bu TC devleti tarafından da böyle algılandığı içindir ki de, MİT başkanı Irak Kürdistanı Özerk Bölgesi Başkan yardımcısı Kubad Talabani’ye görüşüp tehditler savurarak PKK’ye karşı tedbir geliştirmelerini istedi.
Mazlum Kobani 29 Mart’ta BAE ile görüşmek üzere Abu Dabi’ye gitti. Muhtemelen İlham Ehmed ve Bafel Talabani de kendisine eşlik etmekteydi. Görüşmenin gizli tutulmasına rağmen TC bu görüşmeden haberdar olarak Süleymaniye havaalanına giden uçakların TC hava sahasını kullanmasını 5 Nisan’da yasaklamıştı; TC 7 Nisan’da da havaalanına giden Kobane’nin konvoyuna saldırı gerçekleştirdi. M. Kobane, Îlham Ehmed’le birlikte Amerikalı üç subayın eşliğinde muhtemelen Rojava’ya geri dönmek üzere Süleymaniye havaalanına gitmekteydi. Bu da gösteriyor ki, bu uçuşlarda ABD kolaylaştırıcılığı mevcut. Zira TC böyle sert bir tutum aldıktan sonra Süleymaniye havaalanından Rojavaya uçuş ABD koruması olmaksızın pek mümkün olamazdı.
ABD’nin Ortadoğu politikasında özellikle Suudi Arabistan ve BAE ile yaşanan gerilimlerin ÇHC’tarafından hızla değerlendirilmesi ve bölgede Arap-İran gerilimini düşürmek üzere İran-Suudi Arabistan görüşmelerini ayarlaması Rojava için de yeni ilişkilerin önünün açılmasına imkan sağladı. TC’nin 15 Temmuz darbesinin finansörü olarak lanetliler listesine almış olduğu BEA bu gelişmeden önce İran’la ilişkilerini geliştirirken, Rojava yönetimi de yeni bir müttefik daha kazanmış oldu.
TC’deki muhtemel hükümet değişikliğinin TC-ABD ilişkilerinde yeni bir sayfa açacağı ve bunun da ABD-SDG ilişkilerini değiştireceğine ilişkin endişeler PYD’yi özellikle Şam üzerinde etkili olabilecek farklı ilişkiler aramaya yöneltmekteydi. Bir yandan Başur’da cereyan eden değişiklikler PKK ve PYD’yi KDP-ENKS basıncına karşı nispeten daha güçlü bir konuma getirirken diğer yandan da TC’nin Suriye-ABD ile olan ilişkilerinin iyileşmesi ihtimali ABD-SDG ilişkilerinin yenilenebileceği ihtimalini de ortaya çıkarmaktadır. Elbette Rojavalılar, Afrin’in ve Serekaniye’nin TC tarafından işgaline ABD’nin yeşil ışık yakmış olduğunu unutmadılar. Onlar bu endişeyi yüreklerinde taşırken ve bu ittifakın “bir düşmanla yapıldığını” arada bir ifade ederken, ABD’nin Afganistan’ı da bir anda Talibana terkedip çekilmesini bu endişeyi güçlendirici bir olay olarak akıllarında tutmaktadırlar.
TC’nin Suriye ile ilişkileri yenileyecek ve eski gerginliğinden çıkaracak olmasına yönelik beklentiler de SDG’nin Şam’la olan ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmasını gerektirmektedir. Bunu için de ilişkilerin iyileştirilmesine ve SDG’nin konumunun Şam tarafından dikkate alınmasına yönelik olarak SDG, Şam’la gelecekteki anlaşmanın temeli olmasını istediği dokuz maddelik bir talepler çerçevesini hükümete iletti. Bunların içinde yerel yönetimin özerk varlığının tanınması ve SDG’nin Suriye ordusuna Rojava’da yerleşik ayrı bir güç olarak bağlanmasını istemeleri özerk bölgenin varlığını güvence altına alınması anlamına gelmektedir.
Yeni konjonktüre hazırlanan PYD, PKK ve YNK 9 Mayıs’ta yeniden Arap birliğine kabul edilen Suriye üzerinde etkin olabilecek güçlerle de ilişkilerini geliştirme çabasını göstermekteydiler. Bunun için de M. Kobane, Îlham Ehmed ve Bafel Talabani birlikte, pek büyük bir ülke olmamasına rağmen Arap dünyasında önemli bir rol oynayan BAE’ne görüşmeye gittiler. ABD’nin desteği olmadan muhtemelen ne böyle bir ilişki kurulabilirdi ne de oraya seyahat etmeleri. Bu demekti ki, Kürtler artık Arap dünyasından da destek görecekler ve TC’nin Suriye ile Kürtlere karşı kurmaya kalkıştığı oyun bozulabilecekti. İşte böylesine büyük bir tehditle yüz yüze bulunduğunu düşünen TC devleti, tam seçim üzeri, RTE için en uygunsuz olan bir durumda, ABD ile yeni bir gerginlik çıkmasına neden olacak bir olay yaratmaktan kendini alamadı. Uluslararası bir sömürgenin özgürlük mücadelesi açısından, işe sömürgecilerin yanında bölge üzerinde hegemonya hesabında olanların müdahil olmasından daha normal bir şey olamaz.
Sürekli değişen ilişkiler
Rojava ABD ile Rusya arasındaki bölgesel çekişmede nesneleştirilmiş durumda. Kimsenin Kürtlere uzun vadeli stratejik bir müttefik olarak baktığı yoktur. ABD de Rusya da Rojavalı Kürtleri, birbirleriyle olan rekabetlerinin, Suriye ile olan ilişkilerinin bir nesnesi olarak değerlendirmekte ve konjonktür değişiminde ikisi tarafından da terkedilebilecek bir unsur olarak görülmektedirler. Onların bu görüşünü elbette ki PYD de PKK de gayet iyi bilmektedir. Her iki gücün de bir yandan kendileriyle ilişki sürdürürken diğer yandan da TC devletiyle birlikte Rojava üzerdinde Kürtlere karşı oynadıkları oyunları herkesten iyi gördüklerine kuşku yoktur. İdlib’e Türk askerini yerleştirilmesi, Afrin’in ve Serekaniye’nin işgaline yeşil ışık yakmış olmalarını Kürtlerin yorumlayamadığını sanmak onları fazla hafife almaktan başka bir anlama gelmez. Kürtlerin arada bir “Düşmanla ittifak yapıyoruz” lafını boşuna ettiklerini sanmamak gerekir. Şunu da ayrıca pekala bilmektedirler ki, kendilerini herhangi bir bahanede Afganlıların başına geldiği gibi terkedebilecek olan Amerikalılar orada bulunduğu müddetçe ne Suriye, ne Rusya ne de İran kendileri için hayırlı bir rüya görebilirler. Bunu iyi bildikleri içindir ki, onlar da ittifaklarını mümkün olduğu kadar çeşitlendirerek tek bir “patrona” mahkum olmaktan kurtulup, pazarlık marjını yükseltebilmenin imkanlarını aramaktadırlar.
Seçim sonrası konjonktürde, ABD TC ile ilişkilerini iyileştirip, işi sağlama bağladıktan sonra PKK’ye karşı ortaklık şartlarında da değişikliğe gidecektir. Suriye esas olarak Rusya’nın hegemonya alanına dahil bulunmaktadır ve sadece Rojava’ya dayanarak Suriye üzerinde etkide bulunabilmek olanaklı değildir. Buna Başur da eklense bile bu durum çok fazla değişmeyecektir. Suriye’nin Rusya hegemonya alanında bulunması kolayca değişebilecek bir durum değildir. Ancak Kürtler ABD açısından Hem Irak’da hükümet dengesinde göz önünde bulundurulacak bir güç oluşturken hem de İran’la olan çatışmada bir faktör olarak değerlendirilmeye çalışılacaktır. ABD politikasının ne Rusya ile ne de İran’la olan çelişkilerinin Ukrayna savaşının bütün çelişkileri keskinlerştirdiği bir ortamda yumuşaması değil sertleşmesi beklenmelidir. İşte bu durum Kürtlerin İran’a karşı tutum almaya zorlanması için bir faktör oluşturmaktadır. Kürtler şimdiye kadar ABD’nin bu isteğine hiç yanaşmak niyetinde olmadıklarını Roj Hılat’ta benimsedikleri tutumla gösterdiler. Bundan sonrasında da yanaşmak istemeyeceklerini söyleyebiliriz. Zira bölgenin bu etkili gücüyle koşulların elverişsiz olduğu bir momentte çatışmaya girmek demek, İran’ın dostları olan Rusya ve ÇHC’nin de husumetini üzerine çekmek anlamına gelecektir. İttifakların her gün değişikliğe uğradığı Ortadoğu politikasından yeterince ders çıkarmış olan kürtlerin böyle sıkıntılı bir maceraya girmeleri pek beklenemez. Kısacası Özgürlük hareketinin içinde bulunduğu nesnel koşullar hiçbir güce kaderini tümüyle teslim etmeye imkan vermemekte ve bir gün kurulan bir ittifakın bir başka gün bozulması ya da farklı bir biçime bürünmesi ihtimal dahilindedir. Bu nedenle de Özgürlük hareketinin izlediği politikalarla ilişkilenirken bunların sürekli bir değişim içinde olacağını gözden ırak tutmayan bir esneklik içerisinde davranılması gerekir.
Dekorasyon ve ABD çözümü,
Kürdistan’daki gelişmeleri on yıllardır yakından izlemiş olan ve Özal’ın, Barzani, Talabani ve Öcalan’la ilişkilerinin gelişmesinde aracılık ve danışmanlık etmiş ve TC devletinin Kürt meselesini önceki hükümetlere göre bir güvenlik meselesinin ötesinde ele alınmasına katkıda bulunmuş olan Cengiz Çandar’ın Amed’den milletvekili adayı olarak gösterilmiş olmasını sözünü ettiğimiz gelişmelerden bağımsız olarak ele alınması doğru olmaz. Amed Newroz’unu “Here Erdoğan, here Erdoğan, oxir be!”[3] diye selamlayan C. Çandar üstlendiği misyonun bir parçası olsa gerek ilk beyanatında HDP içinde yer alan solu “dekorasyon” olarak nitelemesinin ardından gelen açıklamalarıyla tam bir incili çavuş[4] örneği verdi. Dekorasyon güzellik verirmiş; bu dekorasyona kendisi de dahilmiş! Hangi süslemeyi yaparsa yapsın meselenin özü değişmez.
HDP Türkiye politikası gerçekleştirmek üzere “ilkel milliyetçiliğe” karşı duran yurtsever, sosyalist, demokrat kürtlerle diğer örgütlü örgütsüz sosyalistler tarafından Kürt sorunun çözümünü Türkiye politikası içerisine yerleştiren bir program etrafında kuruldu. Kendisini Kürt partisi değil Türkiye partisi olarak tanımladı. Bunu yasallığın bir gereği olarak değil, Öcalan’nın kurduğu Demoratik Konfederalizm çözümünün bir gereği olarak benimsedi.
Milliyetçiliğe, Barzani çizgisine daha yakın olanlar ise bu kurguya hep “solla ne işimiz var; cözümün yolu sağla iş birliği yapmaktan geçer” diyerek saf Kürdistani bir parti olma doğrultusunda itiraz etti. Özgürlük hareketinde hakim olan Öcalan çizgisi ise, Kürdistan’da ulusal kurtuluş yanında sosyal dönüşüm ve kurtuluşu da öngördüğü için bu kurgunun olmazsa olmaz şartı olarak sosyalistlerle ittifakı benimsedi. Öcalan’ın projesi sömürgeci devletlerin sınırlarını değiştirmeye girişmeden bu ülkelerin en azından demokartikleştirilmesini temel almaktaydı.
C. Çandar’ınki ise, sonraki yumuşatmalarını kabul etsek bile, Türkiye politikası uygulamaya yönelik bir çatı partisi olarak kurulmuş olan HDP’yi hewallerin deyişiyle “ilkel milliyetçilerin” arzuladığı sağla iş birliği içinde çözüm arayan bir Kürt partisine dönüştürme girişimidir. Filistin kurtuluş mücadelesi ve İran karşı devrimi misyonlarında olduğu gibi Kürdistan özgürlük mücadelesinde kendisine biçtiği misyon da aynıdır. Filistin ve İran’da sosyal dönüşüm gündemin arkasıralarına itilmiş hatta tasfiye edilmiş olduğu için onun yürüttüğü misyon ile bu hareketler arasında bir çelişki yoktu. Ne var ki, onun şimdi üstlenmeye niyetlendiği misyonun içinde Öcalan’ın öngördüğü “sosyal dönüşüm” yoktur. Bu ise ortaya çıktığı günden beri sosyal dönüşümü en başa yazarak yol almış olan PKK’nin varoluş koşullarıyla taban tabana zıt, onu “ilkel milliyetçi” diye eleştirdiği diğer Kürdistani partilerin yanına yerleştirmek olur. Bu da ABD’nin PKK ve PYD ile ilişki geliştirirken egemen kılmaya çalıştığı çizginin adıdır. PKK bu çizgiye olan itirazını özel olarak KDP ile olan çatışmalarında bir varoluş yok oluş meselesi olarak ele aldığını müteaddit defa göstermiştir.
Çandar’ın üstlendiği misyonun içerisinde Kürd realitesinin tanınması ve ona bir statü verilmesi vardır ama gerçek kurtuluş yani sosyal kurtuluş yoktur. Sosyalistlerin titizlikle üzerinde duracağı nokta budur. Bu nokta atlanarak yapılacak C. Çandar eleştirisi, nasıl ki, Başur’da kurulan özerk bölge kolayca “amerikancı” diye damgalanıp reddedilebiliyorsa, kolaylıkla sosyal şovenlerin, dahası sömürgecilerin yanına savrulmaya yol açabilir. Her üç durum da birbirinden sosyal şovenizm/sömürgecilik-enternasyonalizm ve gerçek demokratlık olarak ayrılır. Ulusların kaderlerini tayin hakkını ayrı devlet kurma hakkı olarak tanımayanlara gerçek demokrat diyebilmek olanaklı değildir. Milli meselede demokrat olamayanın da başka meselelerde sıkıştığında demokrasi çizgisini hemen terk edebileceğinin kanıtı demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak benimsemeyip RTE gibi ihtiyaçlara göre tanımlanan, inilip binilen bir tramvay olarak görmektir.
Ancak C. Çandar gibi ABD politikalarıyla uyumlu bir çözümden yana olabilecek olan liberallerin forvet oyuncusu gibi öne dizilmelerini de özgürlük hareketinin izleyebileceği muhtemel doğrultulardan bağımsız görmemek gerekir. Asıl burada ortaya çıkacak olan “profesyonel aksesuar” ihtiyacının bunlarla giderileceği bir politikanın göz önünde bulundurulması ve bu politikanın sosyal dönüşüm çizgisini bir kenara itmesine karşı özel bir hassasiyetin gösterilmesi gerekir. Zira sosyal dönüşüm talebini bir kenara bırakıp sadece siyasal statü noktasına yoğunlaşacak olan bir politikanın sosyalistlere dekoratif malzeme olarak ihtiyacı olabilir ama ortak politika yürütmede engel olarak olarak görülmekten başka bir yerleri olamaz; onlar dekoratif malzeme olduklarını unutup politika belirlemede ortaklıkta ısrar ettiklerinde de ya depoya alınmaları ya da güverteden denize itilmeleri gerekir.
NATO’ya hayır
Seçimler sonrasının muhtemel konjonktüründe Kürdistan sorununun Türkiye gündeminin baş sıralarına yerleşeceğine ilişkin yeteri kadar işaret ortaya çıkmış durumda. Yukarıda anlattığımız gelişmeler sorunu gündemin başına taşımayı dayatırken, “Kürt meselesi TBMM’nin meselesidir” diyen CHP’nin ve “ABD’nin ve İngiltere’nin arabuluculuğunu kabul edebiliriz” diyen PKK’nin açıklamaları da meselenin artık iyice aktüel hale geldiğine işaret etmektedir.
Sosyalist sola bu durumda düşen temel görev, “aman işin içinde ABD-İngiltere var; satışa geliyoruz” telaşı içinde tozu dumana katmak değil, özgürlük hareketinin kuruluşunda temel aldığı sosyal dönüşüm gerçekliğini çözüm matriksinin içine nasıl yerleştirileceğinin ve bunun en etken değişken olmasının nasıl sağlanabileceğinin hesabını yapmaktır. Bu da Özgürlük hareketinden uzaklaşmakla değil, uzun vadeli stratejik çıkarları ve ittifakları göz önünde tutarak gerilimli bir ilişki olacak olsa da dayanışma ve işbirliğinin yeni biçimlerini hayata geçirmekten geçer.
Finlandiya’nın NATO’ya alınması oylamasında TBMM’de bir tek bile “hayır” oyunun çıkmamış olması bu yeni ilişki biçimin ne olması ve nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda yol gösterici tabela rolü oynamaktadır. Finlandiya oylaması konusundaki HDP’nin tutumunu açıklayan parti sözcüsü İşyar Özsoy’un şu sözlerinin yukarıda anlattığımız gelişmeler çerçevesinde HDP’nin şimdi, Yeşil ve Sol olarak izleyeceği muhtemel çizgiye paralel düştüğünü kabul edebiliriz:
“Şimdiye kadar hepsine ret oyu verdik. Ama bu defa Finlandiya’nın güvenlik kaygılarını meşru gördüğümüz için bu oylamaya katılmama kararı aldık, ‘Hayır’ da demek istemedik. HDP olarak hiçbir askeri ittifaka ‘Evet’ demeyiz, diyemeyiz, programımızda var.”
Burada üç ana öğe öne çıkmaktadır; biri “Finlandiya’nın güvenlik kaygılarını meşruluğu”, diğeri de ABD emperyalizminin denetiminde olan NATO gibi bir saldırganlık yapılanmasının bırakalım varlığına karşı çıkılmasını üstüne üstlük genişlemesinin de “meşru” görülmesidir. Üçüncüsü de, HDP programının her türlü askeri ittifaka karşı olmasına rağmen “Finlandiya’nın güvenlik kaygılarını meşruluğu” dolaysıyla “hayır” denmeyerek programın ihlal edilmesidir! Program “hayır” diyeceksin diyorsa, bu nasıl böyle bir çırpıda “özel durum var” diyerek ihlal edilebilir? Bu özel durum haliyle başka birçok konuda da ortaya çıkabilir ve o zaman onlara ilişkin maddelerin de ihlal edilmesi normal hale gelir; ve böylece Program bazan uyulan bazan uyulmayan uyduruk bir belge haline sokulmuş olur. Bu devlet kapatmadan partinin kapatılması anlamına gelir. Zira ortada herkesi bağlayan ortak bir program değil de her an değişikliğe uğrayabilecek bulutsu bir söz yığını var ise kimin kime ne ile bağlı olduğunun belli olmadığı bir duruma ulaşırız.
NATO’nun bir saldırganlık ve yeni sömürgecilik kurumu olduğu gerçeği izahtan varestedir. Bunun bizim aramızda tartışılabilecek bir yeri asla olamaz. Ancak bu“Finlandiya’nın güvenlik kaygılarını meşruluğu” nedeniyle NATO’ya girmesinin de “meşru” kabul edilmesi akıl alır gibi bir durum değildir. Bu kabul NATO’yu olumlamaktan başka bir anlama gelmemektedir. “Finlandiya Rusya’nın saldırısına uğrama tehdidi ile yüzyüzedir, dolaysıyla NATO da onu içine alarak koruyacaktır!” Bütün askeri ittifaklara karşı olduğunu söyleyen bir parti buna nasıl evet diyebilir? Bu tarihen TC’nin NATO’ya girişini ve orada bulunmaya devam etmesini de onaylamak anlamına gelir. İddiaya göre TC’de Stalin’in “Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istemesi ve Boğazların kontrolüne ortak olmayı sağlamak amacıyla Montrö anlaşmasının değiştirilmesini önermesi” nedeniyle, yani meşru savunma kaygılarıyla NATO’ya girmeyi istemiştir. Bütün egemen sınıf temsilcileri ve emperyalistler TC’nin NATO’ya girişinin meşruiyetini böyle savunmuşlardır. Bu iki durumun birbirinden hangi farkı var? SSCB’nin o zamanlar kendise “sosyalist” demesi mi durumu değiştirmektedir? Kapitalistler bir ülkeyi istila ettiklerinde işgalcı oluyorlar da aynısını sosyalistler yaparlarsa “kurtarıcı” mı olurlar?
Anti emperyalizm sağlam antikapitalist temellerde kavranmadığında kolaylıkla emperyalizm savunuculuğuna düşmek mümkün olur.[5] Dün olduğu gibi bugün de istilacılık duruma göre istilacılık, duruma göre de kurtarıcılık olarak nitelenebilmektedir. ÇHC, sınır bölgelerindeki sömürgelerinin yanında on yıllardır Tibeti işgal etmiş durumdadır ama hala sosyalist-enternasyonalist olduğu bizim partimizde bile iddia edilebilmektedir. Bunlar tehlikeli sulardır ve Emperyalizmi sosyalizm ya da demokrasinin, bağımsızlığın savunucusu olarak kabullenmek gibi temel değerlerimizin inkarını peşinde sürükleyebilir.
Bünyesinde bu kadar çok sosyalist varken, keşke tek bir oyla bile olsa TBMM’de “NATO’ya hayır” diyebilen olsaydı!
Olamamasının gerekçesi, sonradan eleştirenler de dahil, partinin böyle bağlayıcı karar almış olması olarak gösterilecekse o zaman o bağlayıcılığın olmadığı bir ilişki biçiminin yaratılması gerektiği bir bedahat haline gelir.
Dostluk ve ittifak ilişkisi bağlayıcılık olmadan da sürdürlebilir.
Ama buna müttefiklerin hiçbiri cesaret edemedi? Neden acaba?
[1] Başur halkının 05 Mart 1991’de Saddam rejimine karşı başlattığı büyük isyan.
[2] Ya Kürdistan ya ölüm!
[3] Git Erdoğan git; güle güle!
[4] İncili çavuş özürü kabahatinden büyük laflar etmesiyle ünlüdür. C. Çandar da sosyalistleri dekoratif malzeme olarak tariflerken kendisini ve Hasan Cemali şöyle ayırmıştı diğerlerinden: “ama biz, Hasan Cemal ve ben, dekorasyon unsurları olmaktan öteye, bu sorunla çok yakın ilişki kurmuş, hem siyasi aktörleriyle hem sahadaki insanlarla, bölgenin insanlarıyla çok kalbi ilişkiler kurmuş insanlarız”. Sonra da döndü “dekoratif malzeme güzeldir, ben kendimizi de kastettim” diye olmayacak bir tevile saptı.
[5] ABD’nin Ortadoğu saldırısının başladığı dönemde, PKK’de bir darbe gerçekleştirme hevesinde olan Osman Öcalan, nasıl ki, sömürgeciler istila ettikleri ülkelere medeniyet götürdüklerini söylerek istilacılığı fazilet haline getiriyorduysalar, ABD’nin istilasını değil, demokrasi söylemini esas alarak “demokratik sömürgecilik”ten söz edebiliydi. Nihayetinde böyle bir demokrasi anlayışı Erdoğan diktatörlüğünde de fazilet bulup dresteklemeye kadar genişledi. Demokrasi sözcüğü zaman zaman o kadar anlamsızlaşıyor ki, faşistler çıkıp kendilerini ülkenin demokratları olarak bile ilan edebiliyorlar.