24 Şubat 2022 tarihi, dünya kapitalizminin geçmişte biriktirdiği krizlerin neticesi, gelecekte ise dünya tarihini etkileyen önemli bir tarih olarak kayıtlara geçti. Bu tarihte Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin “Ukrayna’nın askerden ve Nazizm’den arındırılması” amaçlarını beyan ederek Ukrayna’nın sınırlarına doğru askeri operasyon başlattı. Bir anda tüm dünyanın dikkatinin yoğunlaştığı bu operasyonla NATO-Avrasya ikilemi tekrar dünya gündemine oturdu. Dünyanın hemen her ekranına “stratejistler”, “savaş uzmanları” vb. sıfatlarla insanlar doluşmaya başladı. Çünkü savaş gerçekte sürdüğünden çok sanalda sürmekteydi. İdeolojik aygıtlar devreye girmiş, olguların yerini algılar alabildiği ölçüde taraflardan biri daha güçlü görünmekteydi.
Gürültüyle savaş tamtamlarının buluştuğu sıfır noktası, Ukrayna-Rusya savaşı üzerinden kapitalizm açmazlarını ve bu açmazları halklara şiddeti dayatarak aşma amacını görünmez kılmaya çalışıyordu. Ukrayna-Rusya, NATO-Rusya/Avrasya veya bir başka isimle anılan esasında kapitalizmin krizlerinin halklara dayattığı şiddetin ve sömürünün hikâyesiydi. Bu ikilikler esasında tek bir kökten besleniyordu: Tarafların her biri artı-değere el koymayı ve doğayı sömürüyü esas alan ama farklı formlarda yürütülen kapitalizmlerin temsilini gerçekleştiriyor.
Bu yönüyle, kapitalizmin birikim krizi ve bu krizin yansımaları olarak jeopolitik sorunlar ile sermayenin sömürüyü derinleştirecek şekilde yeniden taksim etme arayışı Ukrayna-Rusya savaşının arka plan bilgisidir. Bu arka plan bilgisi, taraflardan birinin kurduğu “demokrasi-otokrasi” halesini, diğerinin kurduğu “güvenlik tehditleri ve Nazizm” hikâyesi üzerindeki haleyi kaldırmaya yetiyor. Bu halenin gizlediği şey, topluma, emeğe ve doğaya açılan savaştır.
Hegemonik güç savaşlarının arka planı
Doğru bir tarih bilinci ve toplumsal bakış açısı, reel-politik gelişmeleri değerlendirmek için en asli şartlardan biridir. Siyaseti değerlendirmek, tarihsel bakış açısının varlığını kaçınılmaz kılar. Çünkü tarih anda gizli şekilde varlığını sürdürebilme potansiyeline sahiptir. Tarihin ana sirayeti, toplumsal yaşamı örmek için suretin geçmişe dönük olmasını gerektirir. Bu kapsamda, dünyada ve bölgede yaşanan gelişmelerin reel-politik değerlendirmesini yaparken güncelin yarattığı bilişsel ve duygusal yoğunluğu, tarihin verdiği önemli dersler ve birikimle birlikte değerlendirmek önemlidir. Ukrayna-Rusya arasındaki savaşa bu pencereden baktığımızda değerlendirme düzeyimiz ile ekranlara doluşan “stratejistler”in gördüğü şey arasında koskoca bir açı farkı oluşur. Tarih bilinci ve toplumu esas alan bir bakış açısı, geçmişle kurduğu diyalektik ilişkide reel-politik gelişmeleri doğru değerlendirmenin yanı sıra toplumu esas aldığı için geleceğe dair çıkarım ve iddialarında da güçlü bir düzey yakalar.
Ukrayna-Rusya savaşını değerlendirmek için alet çantamızın ilk bölmesinde tarih bilincinin olması bizleri, sığ tartışmalar veya analizlerden uzak tutar. Bu kapsamda, Ukrayna-Rusya savaşı ne sadece 2022 yılının konusu ne de Ukrayna sınırlarına hapsedilecek bir mekânsal hakikate sahiptir. Bu savaşın uzamı, takvim aşırı ve sınır aşırıdır. Bu savaş, her şeyden önce geniş bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşen ve mekânsal olarak ulus-devlet sınırlarını aşan hegemonik güç savaşlarının konusudur. Kökleri hiyerarşik toplumların oluşumuna kadar götürülebilecek ve fakat kapitalizmin doğuş yüzyılıyla doğrudan ilişkilendirilebilecek bir savaştır. Bu savaş, kapitalizmin endüstriyel yönünün tıkanması ama bir yandan bu yönün beslenmesiyle ilişkilidir. Aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da çizilen, İkinci Dünya Savaşı sonrası genişleyen ve en son Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla nihai sınırlarına dayanan ulus-devlet anlayışıyla ilişkilidir. Kapitalizmin üç sacayağı bu savaşın uzun geçmişe sahip nedenleri ve ileri tarihleri planlayan amaçlarıyla doğrudan ilişkilidir. Bu üç sacayaklarından biri ulus-devlet, diğeri sermayenin doğayı ve emeği sömüren endüstriyalizmi, üçüncüsü de savaşa meşruluklar üretme makineleri olarak dincilik ve milliyetçiliktir. Nitekim savaş başladığından bu yana gerek siyasal söylemler gerekse de savaşa gerekçelere baktığımızda ulus-devlet kutsallığı ile dinci-milliyetçi üretim makinelerini her temsilde görebiliriz. Bu temsillerin her birinin yüzü de endüstriyalizme dönüktür.
Temelinde artı-değere el koymanın yer aldığı uzun bir tarihsel sürecin geldiği nokta olarak Ukrayna-Rusya Savaşı, hegemonik güç savaşlarının nihai şiddet sahasını imlemektedir. Bu savaş sadece tarihsel gerekçeleriyle değil, güncel yansımaları ve güç ilişkileriyle de çoklu zeminlere sahiptir. Bu kapsamda, yürütülen savaşta hem ulus-devletin hem küresel güç odaklarının hem de devlet-altı yapıların iç içe girdiği çok katmanlı, karmaşık aktörlü bir savaş gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu çok aktörlülük, güç matrislerinin sürekli şekilde bozulması ve yeniden kurulmasını mümkün kılarken, toplumların içerisine kadar sirayet eden yeni politik denklemleri ve tutumları açığa çıkarmaktadır. Hegemonya mücadelesinin zamansal ve toplumsal genişlemesini mümkün kılmakta, yeni dünya düzeni arayışlarından açlık oyunlarına kadar inter-ilişkisellik yaratmaktadır.
Savaşın gerçeği oluşturan tarafı hegemonik güç savaşlarının yürütülmesiyken, yanılsamayı oluşturan ideolojik propaganda tarafı ise düşmanın ilan edilerek egemenliğin tasdik edilmesidir. Bu kapsamda, hegemonik güçler, nasıl ki, 2000 yılının başından itibaren “teröre karşı savaş” söylemiyle önleyici savaş doktrini geliştirilerek tüm sistem karşıtı, alternatif çıkışları düşman ilan ederek krizden çıkışın koşullarını yaratmaya çalışmışlarsa, bugün de örtünün üstünde bir düşman belirleme, tehdit algıları oluşturma ve hegemonya tesis ederek halkların sömürüsünü devam ettirme amacı açıkça ortadadır. Kapitalizmin neoliberal evresi, 2000’li yıllardan beri düzeni, bir kriz düzeni olarak organize etmekte, karşıtı olmadan yaşayamayacağını 90’larda görerek bir tür olağanüstü hâl rejimini olağanlaştırmaktadır. Küresel ve bölgesel hegemonik güçler Nazi iktidar tekniklerini gelişen teknolojik araçlarla her mekâna ve ilişkiye sirayet ettirmektedir. Bu kapsamda, her bir ulusal sınır, düşman ilan edilebilmekte ve bir anda “kamp” olarak iktidarın konusu haline getirilebilmektedir. Bu yönüyle kapitalizmin 21. yüzyıl versiyonu cilalanmış Naziliğin ve sömürünün en derinden yaşandığı 16. yüzyıl Afrika’sıyla 18. yüzyıl Batı Avrupa’sının bir minyatürü olarak 21. yüzyılda iktidarını sürdürmek istemektedir. Öyle ki, sömürüyü getiren kriz düzeninin devamı için daha büyük krizler üreten ve krizin içinde kriz yaratarak kendini yaşatma stratejisi geliştiren küresel ve bölgesel güçler yüzünden Ortadoğu’da neredeyse birbiri ile ilişkilenmeyen, müdahale edilmeyen ya da savaşmayan güç kalmadı.
Ortadoğu, mekânsal olarak 21. yüzyıl kapitalizminin deney sahası olarak kullanılageldi. Bu coğrafya ve otokton halkları üzerinde yürütülen sömürü ve savaşlarla kapitalizm kriz rejimi besleyecek atar damarları hep canlı ve güncel tutmanın yollarını aradı. Gerek NATO gerekse de Rusya ve Çin, bu coğrafyada farklı gramer bilgilerini-yöntemlerini kullandı ama dil hep aynıydı. Bu dil, gücünü şiddetten ve halkların inkârından alarak ekonomi-politik sömürünün arttırılması amacını tekrarlayıp durmaktadır.
Ortadoğu, hegemonik güçler açısından deneyimin kazanıldığı bir alandı. Fakat bu coğrafya, deyim yerindeyse gün yüzü görmese de kapitalist hegemonik güçlerin krizini derinleştirdi ve sürdürülemez bir noktaya taşıdı. Bu noktada, Körfez Savaşı’yla başlayıp Afganistan’a yönelik saldırılarla devam eden ve Irak Savaşı’yla birlikte Ortadoğu’nun göbeğine çekilen bu savaş bugün de çok farklı yol ve yöntemlerle devam etmektedir. Mekânsal genişleme yaşanmakta ve hayatın her anını hedef almaktadır.
Uzamsal derinliğini esas alarak baktığımızda, Ukrayna-Rusya Savaşı özelinde gerçekleşen savaşın üç temel başlığın konusu olduğunu görebiliriz. Bunlar: Ekonomi-politiğin savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı ve savaşın jeopolitikasıdır.
Ekonomi-politiğin savaşı
Bugün Ukrayna-Rusya arasında patlak veren ve dünyada taraflık düzeyini arttıran savaş, esasında bir ekonomi-politik tıkanmanın eşiğine işaret etmektedir. Çünkü Ortadoğu’da derinleşen hegemonik kriz rejimleri, tıkanmayı aşmak için savaşı yaymıştır. Dolayısıyla bu savaşı anlamanın yolu, ekonomi-politik bir değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Kapitalizm, yaşadığı birikim krizlerini aşmak için 1970’li yıllarda yeni bir ekonomi-politik programa geçmiştir. Bunun adı neoliberalizmdir. Sermayenin kar hırsı ve toplumsal mücadelelerin sert şekilde karşı karşıya geldiği bu yıllarda, neoliberalizm bir yandan devlet-şiddet tekelini kullanarak diğer yandan faşizan yeni-sağ ideolojileri örgütleyerek hâkim olmaya çalışmıştır. Bu süreçte, Latin Amerika halklarına yaşatılan darbeler ve şiddet uygulamaları hep neoliberalizmin hâkim kılınmasını amaçlamıştır. Dünyanın öte yakada bulunan bir başka coğrafyası olan Türkiye’de tank paletleriyle ABD menşeli yeni-sağcı siyasetçilerin ortaklığı toplumsal mücadeleleri her türlü şiddet aracıyla sönümlendirmek istemiş ve 1980 darbesi toplumsal hafızayı kırıma uğratacak şekilde tank paletlerini yürütmüştür. Dünyanın başka coğrafyalarında, başka halklara her türlü zalimane uygulama reva görülmüş ve bu süreçte neoliberalizmin küresel fenomen haline gelmesi için her türlü sömürü ve baskı küresel güçlerle ulus-devletler ortaklığında halklara dayatılmıştır.
Kapitalizm 1970’li yıllarda hayata geçen neoliberalizm ideolojisi üzerinden sınıfsal, ulusal, ekolojik ve cinsiyete dayalı sömürü düzenini derinleştirmiştir. Bunu halkların eşitlik, özgürlük, demokrasi ve toplumsallığını hedef alarak gerçekleştirmek istemiştir. “Dünyanın sonu” ilanları, “başka alternatif yok” sloganları eşliğinde halkların ve ezilenlerin direniş inancını kırmaya yönelmiştir. Oysa bu iddialar 90’lardaki ekonomik krizlerle sarsılmış, devrimci direnişlerle sekteye uğramıştır. Toplumların mücadeleleri bu iddiaların makyajını söküp atmıştır. 2000’li yılların başında dot.com krizi ve 11 Eylül saldırıları bahane edilerek sömürü düzeni devam ettirilmek, hatta derinleştirilmek istenmiştir. Bu hegemonik güçler, dünyanın her bir coğrafyasını savaş ve şiddetin nesnesi halinde görmüş ve buna göre hareket etmiştir. Özellikle Ortadoğu’da hedef alınmayan kimlik, sömürülmeyen ülke kalmamıştır. Kiminde doğrudan işgal hareketleri kiminde işbirlikçi iktidarlar aracılığıyla sömürü derinleştirilmek istenmiştir. 21. yüzyıl, kapitalizmin yarattığı küresel felâketlerin çağı olarak başlamıştır.
Fakat iktidar, hayatın her alanında direnişlerle karşılaşmıştır. İşçilerin hak talepleri, ötekileştirilen kimliklerin itirazları ve özellikle gençlerin özgür ve kaygısız bir gelecek talepleri karşısında hegemonik güçler zorlanmıştır. Covid-19 pandemisinin hemen öncesinde kimsenin öngöremediği şekilde Güney Amerika’dan Irak’a, Arap Yarımadası’ndan Amerika’ya kadar hemen her yerde itirazlar yükselmiştir. Covid-19 salgının başlaması, kapitalizmin tarihsel olarak biriktirdiği eşitsizliklerin daha açık şekilde görülmesine neden olmuştur. Yoksul bırakılan toplumların pandemi karşısında daha güçsüz olmasından tutalım da aşıya erişimlerinin hiyerarşik olarak en arkada olmasına kadar tümüyle kapitalizmin sonuçları insanların canları pahasına bir kez daha yaşanmıştır. Öte yandan salgın süreci ekonomik durgunluk, kitlesel işsizlik, güvencesizlik ve eşitsizliklerin daha fazla görünür olmasına neden olarak sermayenin kar hırsının ölümcül tarafını da açığa çıkarmıştır.
Sınıf bilincinin daha güçlü şekilde ortaya çıkması ve eşitsizliklerin görülmesi açısından salgın, tarihsel kırılma anlarından birine işaret etmiştir. Bu bilinç ve direncin bir harekete dönüşmesini engellemek için devlet ve sermaye ortaklığı bir kez daha canlanmıştır. Sermaye sınıfı, devletin ezilenleri denetlemesi, kapatması ve ehlileştirilmesi için göreve davet ederken, devlet sermaye sınıfıyla ortaklığından memnuniyet duyarak bu sınıfa sermaye birikimi tıkanıklığını açacak yollar sunmak istemiştir. Borçlandırma furyasının hızlandırılması, esnek çalışma biçimlerinin arttırılması, grev başta olmak üzere her türlü demokratik protesto hakkının engellenmesine kadar her alanda hak talepleri baskı altına alınmak istenmiştir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştiren politikalar Covid-19 ile daha görünür hale gelerek hemen her ülkede kadınlar çoklu tahakküm ilişkilerine maruz bırakılmıştır. Kadınların tekrar eve kapatılmasından tutalım da ev içi şiddete yönelik önleyici tedbirler alınmamasına kadar hayatın her anı kadınlar aleyhinde örgütlenmeye çalışılmıştır. Böylece toplumsal cinsiyet eşitsizliği, gelir adaletsizliği, eşitsizlikler, ezilenlerin daha fazla sömürülmesi gibi amaçlar hayata geçirilmeye çalışılmıştır.
Devlet ve sermaye ortaklığında gerçekleşen bu müdahalelere rağmen kapitalizmin sürdürülemez krizi gün gibi açığa çıkmıştır. Kapitalizme sıkı sıkıya bağlı farklı hegemonik güçler ise düzenlerini sürdürmek ve hak taleplerini perdelemek için çareyi bir kez daha savaşta bulmuştur. Bu savaşın adı Ukrayna-Rusya savaşı olmuştur. Nitekim bu savaşı anlamanın temel yolu da ekonomi-politiğin savaşını anlamaktan geçmektedir. Çünkü bu savaş sadece savaşı başlatan nedensel arka planı değil, reelde yaşanan savaşın temel gerekçelerini de serimlemektedir. Ortadoğu özelinde sürdürülen hegemonik savaşlar, kapitalizmin krizi derinleştikçe Avrupa’ya doğru sıçramıştır. Yeni pazar arayışları, enerjiye sahip olma mücadeleleri, doğayı sömürme istekleri gibi çok sayıda emperyal arzu da bu yayılmaya eşlik etmiştir. Dolayısıyla ortada olan sadece Ukrayna-Rusya savaşı değil, kapitalizmin içerisinde bulunduğu buhrana karşı hegemonik güçlerin ekonomi-politiğin kavgasına tutuşmalarıdır.
Üçüncü dünya savaşı
Kapitalizmin sürdürülemez olduğunun açığa çıkması, küresel güç matrislerindeki tektonik hareketlenmeler, devlet-altı yapıların aktif çatışmalardaki paylarının büyümesi ve hibrit savaşları mümkün kılan teknik gelişmelerle birlikte 21. yüzyılda dünya artık her coğrafyasının, her toplumunun, her canlısının etkilendiği bir savaşın içerisindedir. Ukrayna-Rusya savaşı özelinde açlık riskinin Avrupa’da dahi baş göstermesi, silahlanma yarışından hiçbir devletin kaçamayacak olması, Ukrayna’da kurulan her denklemde Suriye’den Asya-Pasifik hattına kadar her bir bölgenin etkilenmesi gibi birçok sebep bu savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı olarak adlandırmamız gerektiğine işaret ediyor.
Ekonomi-politik ve jeopolitik çerçevesinin tüm yer küreyi içerdiği bu savaşa Üçüncü Dünya Savaşı demek için birinci ve ikinci dünya savaşının imgelerinin tekrarlanmasını beklemek, reel-politiği okuyamamak olacaktır. Çünkü hafızada imgelerle kalan bu savaşlara benzer bir adlandırmayı yapmak için tekrar aynı imgelerin gerçekleşmesini beklemek gerçekçi değildir. Nasıl ki, bir rejime faşizm demek için toplama kamplarının bir daha kurulmasını ve benzer imgelerle işlenmesini beklemek politik körlük olacaksa, yeni bir dünya savaşı adlandırması yapmak için bir ve ikinci dünya savaşlarına dair imgelerin tekrarlanmasını beklemek de benzer bir politik körlüğün üretilmesine sebep olacaktır. Dolayısıyla zihnin tuzağı ve fikrin yaslandığı konfor olarak imgelerin tekrarlanmasını beklemek yerine düşünceyi ve reel-politik analizi esas alan fark üzerinden düşündüğümüzde süreklilikleri de daha net görebiliriz.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının bir tarz-ı sermaye birikim rejiminin tıkanması ve güç matrislerindeki sıkışma olarak gerekçelendirmek mümkündür. Öte yandan bu savaştan etkilenen halklar bakımından dönemin koşullarına göre Batı merkezinden Afrika’daki sömürgelere kadar hemen her topluluğun etkilendiği beşerî tarafları vardı. Uzamsal genişlik, bu savaşların tahayyül sınırlarıyla belirleniyordu. Sonuçları itibariyle, yeni birikim alanlarının ve bunları sağlayacak ulusal-ulus üstü yapıların tahkim olmasını getiren bu savaşlar, bir kez daha kapitalizm ve onun üç sacayağıyla yakından ilişkiliydi. Bir ilan gerektiren dönemin savaşları gerçekleşmiştir.
Fakat 21. yüzyıl itibariyle artık bir ilana tabi olmayan, süreklileşen ve toplumsal yaşamın dahi kılcal damarlarına kadar sirayet eden şiddet döngüsünün kapitalizmin tıkanması ve güç matrislerindeki sıkışma gibi iki fenomenle birleşmesiyle zamansal tanımı farklı olan bir dünya savaşı yaşanmaya başlandı. Bu yönüyle Üçüncü Dünya Savaşı bir ilanın değil, bir sürecin parçasıdır. Yani artık karşılıklı ilanlar ve konvansiyonel savaşlardan çok, başka biçimlerde sürdürülen ama gerekçeleri ve hedefleri dünya savaşı denmesini mümkün kılan savaşlar söz konusudur. Bu açıdan Ukrayna-Rusya savaşı yaklaşık otuz yıldır fiili olarak devam eden Üçüncü Dünya Savaşı’nın bizzat bir bölümü ve dönemidir. Bu yeni savaş biçimi, yol ve yöntem olarak farklı olmakla birlikte kapitalizm ve sömürgecilik tarihinin zorunlu koşulu olan savaşın yeni formlarla devam etmesidir.
Coğrafik ve ekonomi-politik olarak çapı her mekânı ve topluluğu ilgilendiren bu savaş, Ukrayna-Rusya savaşıyla sıcak çatışmayı Batı dünyasının içine taşımıştır. Her ikisi de kapitalizme ve emperyal sömürüye sıkı sıkıya bağlı hegemonik güç olan ABD merkezli Batı ve Rusya merkezli Avrasya hattının savaşı, dünyadaki her bir mekân ve toplumsal kesim için yıkımdan başka bir şey vaat etmemektedir. Bu güçlerin nihai amacı, kendi aralarındaki güç savaşlarında bir denge yakalamak ve dünya halklarını, emekçilerini, doğasını, kaynaklarını sömürmeye devam etmektir.
Savaşın jeopolitikası
Ekonomi-politik zemini ve tüm yer küreyi ilgilendiren boyutları bulunan, temsili ilanı Ukrayna-Rusya savaşı denebilecek bir süreci anlamak için jeopolitika önemli bir bağlamdır. Bu yönüyle denebilir ki, Üçüncü Dünya Savaşı ekonomi politiktir. Ama yanı sıra jeopolitiktir.
Jeopolitika, uzamı genişleten ve sirayet eden yaklaşımın stratejik boyutudur. Bu yönüyle güç matrislerinde yer alan küresel, ulusal ve ulus-altı güçlerin denkleme dahiliyet ve yeniden konumlanma anahtarıdır. Bu anahtar, Üçüncü Dünya Savaşı’nda konumlanabilmenin ve güç matrislerindeki bloklara dahil olmanın ve kendi çıkarını gözetmenin kapısını aralama potansiyeli yaratır.
Birincil çelişkilere dayanan ikincil çelişkiler bu stratejik boyutta ortaya çıkar. Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dâhil olma sürecinde öne sürdüğü çelişkiler ikincil çelişkilerdir. Benzer şekilde bu jeopolitik müdahalenin minyatürü olarak AKP iktidarının Güney Kürdistan’a saldırısında görebiliriz. Yani savaşın jeopolitikasının minyatürü, Ukrayna-Rusya savaşının hemen arkasından başlatılan Federe Kürdistan’a yönelik yayılma ve işgal harekâtıdır.
Bu hamleyle AKP bir yandan küresel denklemlerde konumunu belli etmekte ve NATO’nun biçtiği rolden çıkar sağlamaktadır. Diğer yandan ise güç matrisleri içinde yerini göstermektedir. Ukrayna savaşı devam ederken 17 Nisan günü Güney Kürdistan topraklarına yönelik başlatılan işgal bölgesel ve küresel denklemden ve özellikle yeni enerji hatlarından bağımsız ele almak mümkün değildir. Bu harekât, bir taraftan Güneyli siyasal güçlerin kapitalizme daha fazla eklemlenmesini hedeflerken öbür taraftan enerji üzerinden küresel hesaplara dahil olma niyetini ortaya çıkaran stratejik bir hamledir. Tekil düzeyde amaç 20. yüzyıldaki Arap Kemeri yerine Kürtlerin yaşadığı dört parçaya Türk eksenli Osmanlı kemeri inşa edilmek istenmektedir. Nasıl ki, küresel hegemonik güçlerin, bölgesel çıkar hesaplarının ortak hedefi halkları, inançları, coğrafyayı sömürmek ve kapitalizmin ertelenemez-yapısal krizlerine çözüm pencereleri açmak ise bunun mikro gölgesi AKP özelinde gerçekleşmektedir.
AKP birkaç örgüyü bir araya getirerek stratejik ağını kurmaktadır. Amaçlarını aktüel hale getirmek için esasında yedi başlıkta bir örgüyü ağ haline örmektedir. Bunlardan birincisi hem içeride hem dışarıda kullanabilmek ve dost-düşman denklemini kurarak rıza üretmek için “düşman”ı tayin etmektedir. İkincisi, içerideki ekonomik ve toplumsal buhranı görünmez kılmak istemektedir. Üçüncüsü, Rusya’ya alternatif enerji hatlarında söz sahibi olarak bölgesel ve küresel söz sahibi olma arzusunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Dördüncüsü daha fazla emek ve doğa sömürüsünü gerçekleştirerek ekonomi-politik olarak güçlenmektir. Beşincisi, yüz yıllık inkârı derinleştirmek ve halkları-inançları siyasetin dışına itmektir. Altıncısı halkların inkârı üzerinden bölgesel güç olma hedefini gerçekleştirerek hegemonik mücadeleye dahiliyet sağlamaktır. Yedincisi, bölgesel güç olarak küresel güç matrislerinde bir konum kazanarak hegemonya projelerinden birinde yer almaktır.
Devlet aklı ve denklem ortaklığı: Kürtlerin statüsünün engellenmesi
AKP’nin baş konsül olduğu devlet koalisyonu jeopolitik pozisyonunu belirlerken yüz yıl önceki siyasal durumunu güncelleyerek sürdürmeye yoğunlaşmaktadır. AKP, gerek rızayla gerekse de mecburi olarak konumlandığı koordinatının üst kodları Kürt halkının statü kazanmasının engellenmesidir. Kapitalizmin krizine çözüm arayışlarının kökeninde bulunduğu küresel düzenin yeniden kurulması döneminden geçiyoruz. Benzer bir süreç İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanmıştı ve devlet aklının sözcüsü İnönü o dönem “Yeni dünya kurulur. Türkiye içinde yer alır” demişti. Bugün yine yeni dünya sözleri duyulurken, devlet aklı yerini almaya çalışıyor ve yüz yıllık şartını bir kez daha öne sürüyor: “Kürtler statüsüz kalsın.”
İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dâhil olmasıyla ilgili pazarlıktan tutalım, Rusya ile bağları tam koparmayıp Suriye’de kalmak istemesine kadar tüm dengelerde teraziyi Kürtlerin statü sahibi olmaması almaktadır. Rusya’nın enerji kaynaklarına alternatif arayışlarda Kürde değen herhangi bir konu varsa, o bölgeyi işgal ederek Kürdü muhatap bile etmeyerek inkârı derinleştirmek esas alınmaktadır. Devlet aklının tutumu, savunmacı veya refleksif değil; önleyici ve planlıdır.
Bu akıl, Kürt üzerinden halkları teslim almaktadır. Susan Buck-Morss “Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih” adlı eserinde şöyle der: “Manchester’daki ilk fabrikaları, artık anavatanı işgal etmekte olan koloni sisteminin bir uzantısı olarak görmek yanıltıcı olmaz.” Yani sömürgede başlayan rejim, kendini ana vatana ihraç ederek sürdürür. Bu yönetim anlayışını coğrafya yerine, halklar üzerinden değerlendirdiğimizde de aynı yere çıkarız. Kürtlerin statüsüzlüğü, bölge halklarının boyunduruk altında kalmasına giden kapının aralanmasıdır.
Devlet aklının var oluş meselesi haline getirdiği Kürtlerin statüsüz bırakılması, bölgeye biçilen anti—demokratik, olabildiğine sömürücü düzeni esas alan gelecek tasavvurudur. Çünkü Kürtlerin statüsüz bırakılması ekonomi politik sömürünün devam ettirilmesi ve jeopolitik olarak bölgesel güç olma hayallerinin diri tutulması bağlamlarında düşünülmektedir. Kürtlerin statüsüz kalması, Ortadoğu’nun merkezinde bulunan milyonlarca insanın siyasi ve ekonomik sömürü düzeninin sürdürülmesidir. Jeopolitik olarak bir coğrafyaya yerleşmek, bu coğrafyayla ilgili halk iradesini yok saymak ve iktidarlar ile sermaye lehinde egemenlik yürütmektir.
Alternatif yaşamın kapısını aralamak: Radikal politika ve politikanın toplumsallaşması
Küresel denklemler ve bölgesel ağlarla örülen kapitalizmin krizlerine cevap verme arayışına karşı mücadele etmek ve alternatifleri ortaya çıkarmak, Ukrayna-Rusya savaşına karşı barışı savunmanın arka planıdır.
Alan Badiou “siyasette (…) düşmanı yararlı şekilde eleştirebilecek bir konumda olmak için protestonun kendisi bir alternatif taşımalıdır” derken analiz düzeyinden çözüm düzeyine geçişte gerekli olanın alternatifle birlikte konuşmak olduğunu ifade ediyor.
Bu alternatifi ancak politikayı radikalleştirerek, radikal politikayı de toplumsallaştırarak gerçekleştirmek mümkündür. Eğer iki kapitalist gücün merkezinde bulunduğu ve en küçük yerel birimlere kadar etkilerinin hissedildiği bir denklem kurulmuşsa, mesele hem bu denklemi bozacak kritize etme düzeyi hem de başka bir denkleme halkları çağıran özgürlükçü bir dünya çağrısıdır.
Özgürlükçü dünya çağrısı, ekonomi-politik eksenli gerçekleştirilebilir. Sınıfı esas almayan herhangi bir analizin başarılı olma ihtimalinin bulunmadığını bir an olsun akıldan çıkarmaz. Gerçek bir alternatif olma yolunun herkesi kapsayan bir ekonomi-politiği, ulus-devletle yüzleşen bir siyasal bilinci içermesi gerektiğinin farkındadır.
Alternatif yaşamın kapısını aralamak isteyen devrimci güçlerin siyasal olanı onto-epistemolojik çerçevede ve siyaseti stratejik düzeyde kurgulayan bir akla ve bu akıldan süzülen yeni bir söze ihtiyacı var!
*”Bu yazı ilk olarak Yaşayan Marksizm dergisinin 7. sayısında yayımlanmıştır.”