Son otuz yıldır, Türkiye’de yaşam alanlarına çok yönlü bir saldırı var. Bu topyekün saldırıya karşı mücadele etmeye başladığımızda, ilk elden hepimiz kendimizi en masum haliyle “çevreci” diye tanımlamışızdır herhalde.
Şimdilerde ise her yerde mantar gibi biten, nerede doğaya karşı bir yağma ve talan projesi var ise, orada farklı yaş gruplarından, sınıflardan, mesleklerden insanlar değişik çıkar, değer ve algılar çerçevesinde bir araya gelerek “çevreci” ön adıyla Sivil Toplum Kuruluşları (STK) oluşturmaya başladılar. Bu STK’lar, yerelin amatör işleyişi ve genelde tek bir çevre sorunuyla ilgilenmenin yanı sıra, ulusal anlamda çevre politikasına müdahil olmaya ve uluslararası ağlarla, yani küresel sermayeyle işbirliği yapmaya da başladı. Çalışanlarının önemli bir kısmını profesyonel olarak istihdam etmeleriyle ve iş dünyasına yönelik çalışmalarıyla da önceki dönem çevreci örgütlerden ayrışıyorlar. Peki bize ne onlardan, ne işimiz olabilir ki bu STK’larla diye sorabilirsiniz? Toplumsal hareketlerin, aslının zayıflayıp taklidinin güçlendiği yerde etki gücünü sürdürmesi kolay değildir.
İşte asıl mevzu buradan başlıyor. Yukarıda bahsedilen bu çevreci STK’larekolojist olmayan, hatta birer çevre örgütü oldukları bile söylenemeyecek olan, büyük sermaye destekli bazı vakıf ve dernekler görünümünde çevre hareketinin tabandan örgütlenmesini engelleyenlerdir. Sermayenin aleyhine oluşabilecek herhangi bir durumda tampon görevi üstlenerek uzlaşı sağlayan sisteme öfkeyi pasifize edenlerdir. Bu türden örgütlerin en büyük ve tipik örnekleri; TEMA, Doğa Derneği, Greenpeace, WWF.. ve benzerleridir.
Örneğin TEMA; erozyonla mücadele ve ağaçlandırma amacıyla kurulmuş, kuruluş amacında bile klasik çevreci taleplere yer vermeyen, hatta nükleer santral ihalelerine giren, suyun şirketlerin eline geçmesini savunan, şirketlerin yöneticilerinin mütevelli heyeti başkanlığı gibi yüksek görevlere gelebildiği bir vakıf olduğu halde, birkaç yılda kendini Türkiye’nin en büyük çevre örgütü olarak ilan edebilmiştir.
Bu ün ve sözde başarının arkasında elbette sermaye vardır. Aynı modele dayanan, yani demokratik organları olmayan, hiçbir şekilde şeffaf olmayan, ama sahip olduğu parasal kaynaklar ve ürettikleri projelere buldukları fonlar sayesinde kamuoyunda görünürlük kazanan ve belli bir tabana yayılan çok sayıda böyle kuruluş olduğunu biliyoruz. Bu “çevreci” örgütlerin finansmanının az sayıda büyük şirket ya da belli bazı devletler, AB tarafından sağlanması, çevreci sivil toplumun tekelleşmesinin önünü açmıştır. Bunun sonucunda ise, devlet, sermaye ve medya desteğiyle giderek büyüyen bu tür kuruluşlar, kaçınılmaz bir şekilde büyük bir çekim merkezi haline gelerek, daha fazla tüketim için daha fazla üretim yapmak adına, doğanın sermayenin kar hırsıyla yok edilmesine karşı mücadele eden antikapitalist ekolojist hareketlerin tabanını oluşturan dinamizmi engelleme gücüne sahip olurlar. İşte asıl itirazımız bunadır ve yüksek sesle diyoruz ki; kapitalizmi yeşillendirmek akıntıya karşı kürek çekmek gibi boş bir uğraştır. Çünkü kapitalizmin en önemli yapısal özelliği, krizlerinin derinleşerek süreklilik arz etmesidir. Bu sürekliliği sağlayabilmesi içinse daha fazla enerjiye ihtiyacı vardır.
Neo liberal politikalar gereği, gelişmiş kapitalist devletler kendi ülkelerindeki kirli teknolojilerle üretilen enerji santrallerini 3. Dünya ülkelerine Kyoto Sözleşmesi oyunu ile transfer ederek, üretimine ucuz işgücü ile hız kesmeden devam etmişlerdir. Bu ise Avrupa’nın bir yandan atık kuralları koyarak (çevre şartı başlığında), diğer yandan da para karşılığı kendi atığını bize göndererek ülkemizi atık çöplüğü haline getirdiğinin açık delilidir. 3. Dünya ülkelerini arka bahçesindeki çöplük olarak gören kapitalist sistemin artık vakti dolmuştur, kendini sürdüremeyeceğinin farkında olan kapitalizm, can simidi olarak “sürdürülebilirlik, yeşil ekonomi, yeşil teknoloji, temiz enerji” gibi kavramlara sarılmıştır. Bunun alt metni büyük şirketlerin çevresel duyarlılıkları kullanarak, sistemin kendini idame ettirmesini ekolojik bir sürdürülebilir kalkınma düşüncesiyle temellendirerek, her durumdan kâr elde etmeye çalışmasıdır. Bu düşüncenin somutlaştığı kurumlar ise yanı başımızda, sisteme entegre olmuş, “foncu-burjuva STK’lar” ile Avrupa ve Türkiye’deki “Yeşil Hareket”tir.
Kapitalizmin yıkıcı mantığı sorun edilmedikçe, aç gözlülük ve sınırsız kâr hırsı her türlü insani, toplumsal ve ekolojik kaygının önüne geçmeye devam ettikçe, sistemle barışık ve uzlaşmacı politikalar terk edilmedikçe, velhasıl kapitalist mantığın dışına çıkılmadıkça, doğal alanlarımız, yaşamımız ve geleceğimiz tehdit altındadır.
*Peter F. Drucker