Mahir Sayın yazdı: Hitler tipi bir faşizmin İslami versiyonu…
Faşizm 20. yy’da sermayenin keşfettiği en son savunma hattını oluşturan devlet biçimi olarak ortaya çıktı. Emperyalist metropollerde uluslar arası tekelci sermayenin sınıf mücadelesine karşı kurduğu bu saldırgan açık diktatörlük, bir kez metropollerde var olduktan sonra sömürge ve yarı sömürge ülkelerde de yansımasını buldu.
Lenin “tekel egemenliği siyasal gericiliğe tekabül eder” diyordu. Sermaye merkezileşip iktisadi ve siyasi egemenlik de buna paralel olarak zamanla güçlenen daralan bir mali oligarşinin egemenliği altına girdikçe toplumsal çelişkiler de, eskinin bilinen devlet biçimleriyle sermaye egemenliğinin korunmasına imkan vermeyecek ölçüde şiddetlendi. Tüm Avrupa’yı saran 1848 devrimleri ve Paris Komünü’nün dersleri oligarşiye örtülü diktatörlük biçimlerinin artık egemenliği sürdürmeye yetmeyeceği gibi, bilinen açık diktatörlüklerin de yetersiz kalacağı dersini çoktan vermişti. Meselenin sadece yönetememekle sınırlı kalmayıp, Paris Komünü ve Ekim Devrimleri örneklerinde olduğu gibi, kapitalizmle birlikte gelişen işçi sınıfının toplumun diğer ezilen sınıflarını da etrafına toplayıp oligarşinin iktidarına son verebileceği ve yeni bir toplumsal düzen yaratabileceği gerçeği, egemen sınıfa yeni yollara başvurmanın zorunluluğunu kavrattı.
20. yüzyılın başı, tekel egemenliğinin sadece tek tek ülkelerde değil tüm dünya çapında çelişkileri en dayanılmaz boyutlara taşıdığına tanık oldu. I. Paylaşım Savaşı kriz içinde çökme eşiğine gelmiş olan kapitalizm, egemenliğini dünyanın bir bölümünde yenilerken, bir başka bölümünde ise Komünist Manifesto’da işaret edilen 1848 devrimlerinden beri Avrupa’nın üzerinde dolaşan hayaletin, Rusya’da işçi sınıfı iktidarı olarak hayat bulmasını da getirdi.
Kapitalizme bir bütün olarak ölüm terleri döktüren bu ağır darbe, finans oligarşisine toplumun sadece yukarıdan sağlanan politik-ideolojik hegemonya ve zor yöntemiyle değil, aynı egemenlik yapılanmalarının toplumun iç dokularında da hayata geçirilmesi suretiyle, tekelci kapitalizmin yığınlarda yarattığı öfkenin bütünüyle sermayeye yönelmesi yerine işçi sınıfı hareketine karşı kullanılmasının gerekliliğini kavrattırdı. Sınıf mücadelesi deneyimlerinden geçmiş bir dönek olan Mussolini bunu en iyi idrak edenlerin başında geliyordu. Toplumun içten fethi temeline dayalı olarak devlet erkinin açık bir diktatörlük koşullarında ele geçirilmesi sınıf hareketinin ne kadar etkin olabileceğini İtalya deneyinde ortaya koydu: Lenin’in “İtalya yakında Sovyet olacak!” diye yazdığı tarihin üzerinden çok geçmeden, yıllardır sermayeye karşı grev ve sokak savaşları sürdüren işçi sınıfı mücadelesi 1923’de faşist diktatörlük altında çöktü. Aslında bu Sovyet devriminin kaderini de belirleyecek olan dünya-tarihsel bir gelişmeydi. Rus devriminin yardımına koşacağı umulan Avrupa devrimi faşizmin yarattığı bu barikatları aşarak hiçbir zaman gelemedi.
Türkiye faşizminin ilk ideolojik malzemesi: Türk-İslam sentezi
Faşizm, sınıf mücadelesinin sloganlarını demogojik bir biçimde kullanırken milliyetçilik yanında toplumda gericilik adına ne varsa, başta din olmak üzere hepsini değişik düzeylerde kullandı. Türkiye’de de İttihat ve Terakki, henüz ortada doğru dürüst bir sermaye yokken dinle milliyetçiliği iktidar yolunda kullanan ilk hareket oldu. Kemalizm onun devamı olarak aynı temeli devralırken, eski rejimle olan çatışması nedeniyle dini milliyetçiliğin hizmetine sokacak bir çerçeve oluşturdu. Bu, Kemalizmin iktidar olduğu tarihlerde Avrupa’da gelişmekte olan faşizmin yarattığı uygun koşullarda Türkiye faşizminin de ilk ideolojik malzemesi olarak şekillenecek olan Türk-İslam sentezini oluşturdu. Avrupa’daki genel gericiliğin cüretlendiriciliğinin yanında, Türk-Müslümanların balkanlarda uğradığı soykırımın yarattığı dehşetli korku ve Türk milletini yaratmak adına girişilen Ermeni, Rum, Süryani, Ezidi soykırımlarıyla ideolojik, politik ve psikolojik olarak beslendi.
Bu gelenek kendisini sınıf mücadelesinin hızla yükseldiği 60’lı yıllardan itibaren Türk-İslam sentezi olarak, diğer partileri de etkisi altına alıp esas olarak MHP hareketinde soy bir faşizm olarak odaklandı. Kendisi iktidar olamayacak olsa da etkisi burada da kalmayıp daha önceki etkilerine ilaveten12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle birlikte ordu ve daha genel anlamında Kemalistleri Türk-İslam sentezine doğru çekti.
“Toplumsal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı!” diyen 12 Mart’ın M. Tağmaç’ını, din derslerini zorunlu hale getiren, ayetler okuyarak ortalıkta dolanan 12 Eylül’ün K. Evreni tamamladı. Bu verimli zemin 60’lı yıllarda orta burjuvazinin tekelcilerle çatışmasının eseri olarak ayrı siyasal varlık haline gelen İslami akımın içinde yükselen ve oligarşi içerisinde kendisine yer arayan bir kesiminin o zamana kadarki rejime duyulan tepkiyi Kemalizm şahsında formüle edip, milliyetçilik üzerindeki İslami vurguyu öne çıkararak iktidara yürüme yolunu açtı.
İslami akım, yeşil kuşak projesi
İslami akım zaten daha ortaya çıkarken ABD’nin SSCB’yi kuşatmak üzere geliştirmiş olduğu yeşil kuşak projesine paçasını kaptırmış, antikomünizm zehirini çoktan yutmuş ve hareketin birçok öncüsü CIA denetimindeki kontrgerilla dairesinin elemanı haline gelmişti. (F. Gülen’i de bu tarihlerde işe almışlar.)
İslam ambalajına sarılmış bu milliyetçilik türü, Kemalizm’e karşı yükselmiş olan tepkileri sınıf mücadelesine karşı kullanma imkanını yaratırken, yükselen Kürt halkının mücadelesini de İslam zemininde bölmeyi başarmak suretiyle Türk-İslam sentezinin asla başaramayacağı bir kıvraklık kazanıyordu.
Daha da önemlisi, öne çıkan çelişkiyi devlet içi alana çekerek, sosyalizmin geliştirebileceği ideolojik-politik hegemonyanın önünü “Kemalizm’e-militarizme karşı reform” takiyyesiyle kesip birçok sol ve liberal aydını, “atılan adımlar yetersiz görülse bile arkasının gelebileceği umuduyla”, oluşturmaya çalıştığı ideolojik-politik hegemonyanın kullanışlı ajanları haline getirebiliyor ve işlevlerinin bittiği yerde de akıllarını yemiş vaziyette birer safra gibi bordadan aşağıya atabiliyordu. Benzeri liberal yanılsamaların Mussolini ve Hitler hareketleri karşısında da yaşanmış olması hiç tesadüf değildir. Bu kadar verimli bir hareketi, ABD emperyalizmi de Ortadoğu’ya vermeyi planladığı yeni nizamda taşeron olarak görevlendirdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri biriktirdiği bütün çelişkilerin ulusal ve sınıfsal mücadelenin üzerine boca edilerek boşa çıkması olanaklı hale geldi.
Türk-İslam sentezinden İslam-Türk sentezine
Neticeten Türkiye faşizmi Türk-İslam sentezinden İslam-Türk sentezine makas değiştirmiş oldu. Tüm bu özellikleriyle AKP, Hitler tipi bir faşizmin İslami versiyonunu oluşturmaktadır.
AKP’nin kendisini böylesine bir zemin üzerine oturtmuş olması, MHP ile de çelişkili bir yakınlığın oluşmasına yol açmaktadır. Her iki partinin tabanı esen rüzgarlara göre birinden ya da diğerinden yana doğru eğilmektedirler. Bu nedenledir ki, MHP hem devletin bekası konusunda kendisini sorumlu görmekten, hem bütün hücrelerine emperyalist güçlerin egemen olmasından hem de her zaman o taraftan kendisine yönelebilecek kitle konusunda beslediği umut dolaysıyla AKP nerede sıkışsa derhal yardımına koşmaktadır. Bu yakın duruşun MHP’ye oy kaybettirdiğini kuşkusuz MHP yöneticileri de görmektedirler. Ama faşist hareket, emperyalizme ve devlete karşı olan sorumluluğu çerçevesinde bu kayıpları kendi amaçları açısından geçici olarak kabul etmektedir ve bunda da haksız değildir. Bu tutumu sayesinde AKP tabanı içindeki sempatiyi korurken, AKP’yi de kendinden kaptıklarını koruyabilmek için MHP çizgisine bükülmek zorunluluğuyla yüzyüze bırakmaktadır. Böylece AKP’nin yönetiminden bıkanların bir gün yeniden kendisine döneceği umudu AKP’ye karşı politikalara temellik etmektedir. Parti yönetim çevreleri bu umutla kendilerini avuturken, barajın altına düşme krizleri içerisinde parti içinde bir muhalefet hattı oluşturmaya çalışanlara karşı, RTE, barajı %7’ye düşüreceği müjdesini vererek D. Bahçeli’nin pozisyonunu korumasına katkıda bulunmaktadır. Ne de olsa ikisinin patronu da aynı.
AKP, toplumsal hegemonya oluşturabilmek için din görevlilerini ve özellikle kadınları kullanmıştır
AKP toplumsal hegemonya oluşturabilmek için, Hitler’in daha sonra yok etmek zorunluluğu duyacağı SA’lar yerine lumpenlerden, mafyadan, AKP gençlik kolları ve son zamanlarda ortaya çıkan Osmanlı Ocakları gibi Ülkü Ocakları ve Alperen Ocakları’ndan transfer edilenlerle kurulan paramiliter organizasyonları ve ideolojik hegemonya için de sayısı 100 bini aşmış olan din görevlilerini ve özellikle kadınları kullanmıştır. İktidara gelmeden önce özellikle polisin önemli bir kısmını vurucu güç olarak Fettullah Gülen Cemaati ile kurduğu ittifak sayesinde hareketin emrine sokmayı başarmış ve yine Hitlerin, ihtiyacının kalmadığı noktada SA’yı “uzun bıçaklar gecesi”yle tasfiyesine benzer bir biçimde “paralel operasyonu”yla Cemaati ittifakın dışına atıp tasfiye etmiştir.
AKP’nin orduyla olan ilişkisi de bir anlamda Hitler’inkileri anımsatmaktadır. Alman ordusunun tepelerini işgal eden ve Hitler’e yukarıdan bakan soylu generaller diz çöktürüldükten sonra ordu genelkurmayından erlerine kadar faşizm saflarına transfer edilmişti. RTE de ABD’nin açtığı kanaldan ilerleyerek, Kemalist yargılarıyla kendisine yukarıdan bakan “darbeci” generalleri tasfiye ettikten ve ABD planlarıyla uyumlu davranacak olanları hiyerarşinin tepe noktalarına taşıdıktan sonra, harp akademilerinde Türk milliyetçilerinin yaptığı soykırımların ne kadar yerinde olduğunu, bu “homojenleştirme hareketleri” sonucu TC devletinin sağlam temellere oturtulabildiğini kurmaylara anlatıp onlarla duygudaşlık kurarken, eski çatışmaya da son vermek amacıyla bir zaman önce kimi askerlerin tasfiye edilip hapislere doldurulmalarının da “paralel devletin” kendilerini kandırmasının sonucu olduğunu ilan edip, “günümüzün homojenleştirme eylemi” olarak Kürt düşmanlığında birleşmiş oldular.
Demokrasi cephesi ihtiyacı hayati önemde
AKP’nin özgürlük hareketini tasfiyesi temelinde patronu ABD ile ortaya çıkan çelişkiler bizleri yanıltmamalıdır. Nihayetinde, akıllı bir uşak efendisini çarpma niyetlerini içinde taşısa da onun ne istediğini bilir ve durumunu ona göre ayarlamakta tereddüt etmez. Nitekim, İncirlik, İsrail’le ilişkilerin yenilenmesi, AB’nin verdiği görevlerin benimsenmesi patrona göre tutumunu ayarlamanın alametleri olarak görülmelidir. Tabii böyle bir tutum değişikliğini gerçekleştirirken bu güne kadar yaratılan büyük İslam devleti illüzyonları üzerinden konsolide edilmiş olan safların, illüzyonların yıkılmaya başlamasıyla çatlama olasılığının da yüksek olduğunu akılda tutmak, bu çatlamanın gelişmesine ve RTE’nin hesaplarının altüst olmasına neden olacak bir demokrasi cephesinin örülmesine olan ihtiyacın hayati önemde olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.