SEÇTİKLERİMİZ – Kadir Akın’ın Siyaset Dergisi’nin Kasım-Aralık sayısındaki yazısı: “AKP ve Erdoğan’ı bekleyen zorluklar, burjuvazinin yeni arayışları, faşist diktatörlük tehlikesini ortadan kaldıran olgular olmadığı gibi, yüz yüze olduğumuz tehdidi de hafife almamıza asla neden olmamalıdır.”
KADİR AKIN
Ne yapmalı? nasıl yapmalı?
Toplumsal muhalefete düşen en önemli görev, kitle hareketinin bu süreçte payını arttırmak, sivil itaatsizliği geliştirmek, meşru ve yasal direnme hakkına sahip çıkmaktır. Bu bağlamda yerelde ve genelde demokrasi temelinde yan yana gelme ve cephe arayışlarında ısrarlı olmak gerekiyor.Önümüzdeki bir yılın her gününün, her saatinin hem iktidar bloğu hem de toplumsal muhalefetin her bölüğü için oldukça salınımlı, belki çatışmalı, yeni sürprizlere ve hamlelere gebe bir biçimde gelişeceğini ve bu durumu hesaba katmadan, sürecin her momentinde bir değerlendirme yapmadan da geleceğe ilişkin taktikler geliştirmenin ve tedbirler almanın mümkün olamayacağını bilmek gerekiyor.
Kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı, her türlü kararın tek bir kişi tarafından alındığı, muhalif seslerin ve medyanın bastırılıp yerine kendi medyasının geçirildiği, özgürlüğün sınırlarının siyasal iktidar tarafından belirlenerek daraltıldığı, keyfiliğin egemen hale getirildiği, parlamentodaki 3. Parti konumundaki HDP’nin diskrimine edildiği, eğitimin bilimden, üniversitelerin kısmi de olsa özgürlüklerinden kopartılarak iktidarın denetimine ve emrine sokulduğu, özerk her kurumun neredeyse tek kişiye bağlandığı, özel yaşamın iktidar tarafından denetlendiği ve devletin partileştiği bir süreci adım adım yaşıyoruz.
Son bir ayda siyasal iktidar, eğitimi bilimsellikten uzaklaştırarak anti laik, hurafelere dayalı gerici bir biçime soktuğu gibi, parası olanın istediği eğitimi alabileceği bir kulvarı meşrulaştırdı, Müftülere nikâh kıyma yetkisini veren yasayı meclisten geçirerek kadın düşmanı yüzünü bir kez daha gösterdi, boşanmayı zorlaştıracak yasa teklifi üzerinde çalışmaları yoğunlaştırdı. Kendi partisini faşist bir parti haline dönüştürecek restorasyon çabalarını hızlandırdı, yerel seçimleri -ve elbette genel seçimleri- kitlelerin zihninde boşa düşüren kayyum atamalarından sonra istifa dayatmasını gündeme getirdi, kışkırttığı ilkel milliyetçilikle savaş dilini daha da büyütüp Afrin’i hedef haline getirdi ve olağanüstü hali 5. kez uzattı. Girilen bu yolun nasıl bir yol olduğunu ve nereye çıkacağını anlamak için daha önce yapılanlara ek olarak bu yapılanlar yeterli örneklerdir sanırım!
Demokrasi güçlerinin neredeyse tamamının farklı tanım ve nitelemelerle aktüel tehdit olarak gördükleri bu uygulama ve yönelim karşısında ne yaptıkları, yaşamsal önemdeki bu gelişmeler ve süreç karşısında nasıl pozisyon takındıkları, tutumlarının ne olduğu ise “hikmetinden sual olmaz” halini henüz aşabilmiş değil. Dolayısıyla devletin biçiminin değiştirilerek faşist bir diktatörlüğe doğru yol alındığı koşullarda toplumsal muhalefetin ve bu gidişattan rahatsız olan tüm güçlerin kendi durumlarını ele alması, aralarındaki ilişkiyi yeniden sorgulaması ve yeniden tanzim etmesi için zamanın oldukça daraldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Siyasal iktidarın zorlukları
Elbette siyasal iktidarın girdiği bu yoldaki iç ve dış faktörler, ilişki ve çelişkiler onu derinden etkilemekte, deyim yerindeyse iktidarını “bıçak sırtında” sürdürüp günlük gelişmelere bağlı olarak varlığını idame ettirmeye çalışmaktadır. Arkasına aldığı yüzyıllara dayalı devlet geleneği ve hafızası, karşılaştığı sorunları savuşturmada ve manevra yapmada ona alan açsa da, yüz yüze olduğu sorunların gittikçe derinleşmesi, onu beklenmedik bir “çılgınlık” yapmaya da yöneltebilir.
Türkiye’nin sorunsuz bir dış politika hayalinden bütün sınır komşularıyla kavgalı hale gelmiş olması nasıl bir sır değilse, Ortadoğu’da ve özel olarak Suriye’deki taşların yerine oturmasına bağlı olarak, bugün manevra yaptığı alanın ayaklarının altından kayıp gideceği de sır olmayacaktır. Ortadoğu’da karşılaştığı her sorunu, müttefiklerini güncelleyerek aşma becerisi gösteren siyasi iktidarın, ABD ve AB ile yaşadığı gerilimlerden ise bir çırpıda kurtulabileceğini düşünmek ise pek de mümkün görünmüyor.
Köklü bir hariciye geleneği olan Türkiye’nin diplomasi bahsinde AB ile süren ilişkilerde bu denli gerilim yaşadığına tanık olunmamıştı. NATO üyesi olan Türkiye’nin ABD ile yaşadığı bu gerilimi bu haliyle sürdürebilmesi de olanaksızdır. Kuşkusuz dünya çapında bir bütün olarak kapitalist sistemin yaşadığı kaotik dönemin etkileri her bölgeye yansıyor. Asya Pasifik’te ABD ile Çin arasındaki gerilim Kuzey Kore üzerinden gelişirken, Yine ABD’nin İran’la nükleer kriz konusunda yaşadıkları da artık her ülkeyi ilgilendiren konular haline gelebiliyor.
ABD ile yaşanan gerilimin Zarrab davası üzerinden Recep Tayyip Erdoğan’ı açmaza alabileceğini “Vatandaşımızı rehin alacaksın ve sonrada onu itirafçı yapacaksın” sözleriyle bir kez daha anladık. 27 Kasım’da görülecek davada jüri önüne çıkartılacak olan Zarrab’ın ne diyeceği gerçekten önemli. Hem ABD ile hem de AB ülkeleriyle devam eden bunalımın, önümüzdeki günlerde uluslararası ilişkilerde yeni sonuçlar yaratması hiçte şaşırtıcı olmayacaktır. Henüz bu yaşananların sermaye ilişkilerine bütünüyle yansıdığını söyleyemeyiz. Alman orijinli şirketlerin yatırımları devam etmekte, Almanya’nın Türkiye’ye 4 milyon dolarlık silah satışı gerçekleşmekte ve İsviçre yıllardır imzalanmayı bekleyen ticaret anlaşması için Türkiye’nin kapısını çalmaktadır. Ama emperyalizmin Türkiye için bir iç olgu olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu durumun sermaye alanında da sürgit devam edemeyeceğini, Türkiye’nin Rusya’dan almayı ön gördüğü S-400 füzelerinin akıbetinin de daha önce Çin’den almayı planladığı füzelere benzeyeceğini öngörebiliriz. Bu konuda Pentagon’un yaptığı açıklamanın da altını çizmekte yarar var!
Suriye’de operasyon seçeneği
Suriye’de işler ağır ağır son perdeye yaklaşırken, geçiş döneminin Esad ile olacağı belli olur ve bu durum genel kabul görürken, sonuçları çok ağır dahi olsa siyasi iktidar sıkıştığı yerde Suriye’de askeri bir operasyona kalkışabilir. Bu seçeneğin tümüyle ortadan kalktığını iddia edemeyiz. Suriye’de İdlib dışında temizlenecek önemli bir merkez kalmamış görünse de işlerin bir çırpıda yoluna gireceğini de kimse düşünmemeli. İdlip’te sayıları birkaç on bin civarında olan cihatçı çetelerin yeni bir kılığa sokulup “ılımlı” hale getirilmesi görevi de Türkiye’nin önüne konmuş durumda. Rakka’nın IŞİD’den arındırılmasının ve kentin ele geçiriliş biçiminin, başta Türkiye olmak üzere sahadaki tüm güçlere önemli mesajlar içerdiğini de hemen herkes gördü, anladı. IŞİD’in egemenliğini ve hilâfetini ilan ettiği, her türlü insanlık dışı infazları gerçekleştirdiği bu kentin meydanında PYD’li kadın gerillaların Öcalan posteriyle verdikleri fotoğraf, geleceğin nasıl şekilleneceğine dair önemli bir işaret olarak anlaşılmalıdır. Önemli bir insan hakkı olduğu konusunda şüphe duymayacağımız Irak Kürt bölgesindeki referandum ve sonuçları bölgede yeni saflaşma ve ittifak ilişkilerine de neden oldu. Irak merkezi hükümet birlikleri ve Haşd el Şabi koalisyonuna KDP-KYP’nin Kerkük’ü direnmeden bırakmasını, bu fotoğrafla birlikte düşündüğümüzde, dört parçaya bölünmüş Kürt coğrafyasında kimin yıldızının parlayacağı da daha iyi anlaşılacaktır. ABD’nin bölgedeki varlığını Kürtlerin büyük ortağı olduğu Suriye Demokratik Güçleri üzerinden sürdürdüğünü biliyoruz. Ama buna rağmen bölgedeki bütün Kürtler için durumun hâlâ belirsizliğini koruduğu kabul edilmelidir. Bu bakımdan “Ulusal Kongre” çağrısını, Kürtlerin parçalı durumdan kurtularak bölgede güçlü bir oyuncu olma isteğiyle doğru orantılı okumalıyız.
İran’dan başlayarak Türkiye’nin güney sınırları boyunca devam ederek Akdeniz’e açılacak bir “Kürt koridoru”, “Devletin bekası” sözünün arkasında duran devlet “erkânını” çılgına çevirmektedir. Dış politikada ve Ortadoğu’da Katar konusu dışında hiçbir öngörüsü gerçekleşmemiş Türkiye’nin Irak Kürdistan bölgesindeki referandum sonrası hezeyanları ise İran’ın hamle yaparak bölgede nüfusunu arttırması ile sonuçlanmış görünüyor. Suudi Arabistan ve Lübnan’da ki gelişmeler İran’ın artan hegemonyasına karşı ABD’nin ve İsrail’in tedbir alma ihtiyacı içinde olduğunu gösteriyor. Suudi Arabistan’da iktidar katında cereyan eden gerilim ve çatışmanın ABD’nin istemleri doğrultusunda geliştiğinden şüphe etmemek lazım. Lübnan başbakanı Hariri’nin ziyaret ettiği Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ta istifasını açıklaması ve bölgede “İran’ın ellerinin kesileceği” tehdidini savurması ise Lübnan’da Mayıs ayı içinde yapılması beklenen seçimleri zora soktuğu gibi yeni bir çalkantılı dönemin kapısının aralandığına da işaret ediyor. İran ve Türkiye’nin “Kürt tehdidi”ne karşı “anlık” çıkarları gereği kurdukları ittifakın kalıcı olacağını düşünmek ise hatalı olur. Başta Kerkük olmak üzere kimi yerleşim alanlarının Kürtlerin denetimi dışına çıkmış olması, gelecek açısından Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmayacaktır. Türkiye’nin 3 milyona varan Suriyeli mültecileri TOKİ vasıtasıyla Suriye topraklarında kuracağı şehirlere iskân ederek tampon bölge yaratma iddiasının ise artık esamisi okunmuyor.
Devletin biçim değiştirmesine paralel AKP de değişiyor
AKP’nin faşist bir parti olarak kurulmadığını biliyoruz. Şimdi devletin biçim değiştirmesine paralel olarak AKP’nin de konsolide edilerek faşist bir partiye evrilmesine tanık olmaktayız. Çünkü aslolan “güçlü reis” simgesidir. Reis’e biat etmeyen ya da kendine göre manevra alanı olan hiç bir kimseye tahammül yoktur. Daha önce 12 il başkanının istifasının istenmesinin ardından İstanbul, Ankara ve Bursa belediye başkanlarının da içinde olduğu kimi isimlerin istifaya zorlanması, Balıkesir belediye başkanının istifa ederken söyledikleri, partide de yeni çalkantılara neden olurken, bu durumun, önümüzdeki süreçte burjuvazinin geleceği şekillendirmedeki istemlerine bağlı olarak AKP’nin başını ağrıtan bir sorun haline dönüşebilmesi de mümkündür.
Gerek Ortadoğu ve Suriye politikalarının iflası, gerekse ABD ve AB ile yaşanan krizler ve iç politikada parlamenter demokrasinin terk edilerek baskıcı bir diktatörlüğe yönelmesi nedeniyle Türkiye burjuvazisinin bütünü için demesek bile önemli bir kesimi için AKP artık taşınması zor bir yük haline gelebilir. CHP’nin önümüzdeki sürece hazırlanması ve Meral Akşener’in kuruluşunu gerçekleştirdiği İYİ parti, bu duruma işaret ediyor. Meral Akşener öncülüğünde kurulan partinin NATO çıkarları ekseninde bir proje partisi olduğu, hitap alanını geniş tutmaya çalıştığını ve siyasal iktidarın sıkı markajı altında kurulduğunu belirtmeliyiz. MHP’nin seküler kesiminin kurulan bu partinin temelini oluşturduğu rahatlıkla söyleyebiliriz. Önümüzdeki aylar içinde aslında daha geniş olan “kurucular kurulunu” tanıma ve görme şansımız olacaktır. Eğer bu gerçekleşmezse İYİ partinin kendisine düşen rolü oynayacak bir kudrette olmadığı da anlaşılmış olacak.
Ne var ki, yukarıda sıraladığımız AKP ve Erdoğan’ı bekleyen zorluklar, burjuvazinin yeni arayışları, faşist diktatörlük tehlikesini ortadan kaldıran olgular olmadığı gibi, yüz yüze olduğumuz tehdidi de hafife almamıza asla neden olmamalıdır. Siyasal iktidarın zorlukları ve açmazları bu gidişe itiraz edenlere özellikle Kürt hareketine ve sosyalistlere şiddet ve zorbalık olarak yansıyacaktır bundan kimse şüphe duymamalıdır. Zorbalığın sadece Kürtler ve sosyalistlerle sınırlı kalmadığını tutuklanan gazeteci ve insan hakları savunucularından biliyorduk. Demokrasi mücadelesinde önemli bir figür olan Osman Kavala’nın da gözaltına alınarak tutuklanması tüm demokrasi güçlerine bir göz dağı olduğu gibi, sermaye ve iş dünyasına da bir uyarıdır. Bir iktidar ne denli zayıf olursa olsun, ne denli zorluklarla yüz yüze olursa olsun onun yerine güçlü bir alternatif ve kararlı bir güç ortada yoksa o iktidar hükümranlığını devam ettirmenin yolunu bulur. Son tahlilde ise gerek ABD, gerekse AB emperyalistleri için önemli olan bölgedeki çıkarlarını korumaktır.
Yaklaşan seçimler
Toplumsal muhalefet yaklaşan 2019 seçimlerine-ya da olası bir erken seçime- yönelik elbette bir tutum belirlemek zorundadır. Ama bu soyut bir seçim tartışması biçiminde yapılamayacağı gibi, 7 Haziran seçimleri ve 11 Nisan anayasa referandumu süreçlerinin deneyimlerini arkalamadan ve bu günün aktüel görevini erteleyen ya da ıskalayan bir biçimde hiç yapılamaz! Seçimlerin, uyum yasalarının çıkartıldığı, meclisin devre dışında bırakıldığı, olağanüstü şartlarda ve KHK ile devletin biçimlendirildiği koşullarda olacağından hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Dolayısıyla seçimleri kazanmaya dönük her türlü tedbirin alınacağından, kontrolün tümüyle ele geçirilmiş, devletin kurumlarının ise buna yasal bir kılıf bulmak için 7 Haziran referandumundan daha da cüretkâr davranacağından emin olabiliriz. Siyasal iktidar bütün hazırlıklarını tamamladığı ve kendini hazır hissettiği bir anda başkanlık, yerel ve parlamento seçimlerini birlikte yapmaya çalışacak ve seçimlerin nirengi noktası başkanlık seçimi haline gelecektir. Burada isimden ziyade bir protokol-program üzerinde anlaşmak ve bu anlaşmaya uygun bir isim arayışına girişmek doğru tutumdur.
Toplumsal muhalefete düşen görev
Toplumsal muhalefete düşen en önemli görev, kitle hareketinin bu süreçte payını arttırmak, sivil itaatsizliği geliştirmek, meşru ve yasal direnme hakkına sahip çıkmaktır. Bu bağlamda yerelde ve genelde demokrasi temelinde yan yana gelme ve cephe arayışlarında ısrarlı olmak gerekiyor. Var olan itiraz birikimi, uygun momentlerde kendini farklı eylem biçimleri ve birlikteliklerle gösterdi. Bunun ortak bir zeminde sürekli ve kalıcı hale gelememesinin bir nedeni, sekter ve dar grupçu yaklaşımlar olduğu kadar, bir diğer nedeni de durumu tam kavrayamama ve tehlikeyi hafife alma eğilimlerinin galebe çalması oldu.
Bundan tam bir buçuk yıl önce gerçekleştirdiği kongresinde Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) faşizm tehdidine dikkat çekerek demokrasi cephesinin yaratılmasını başat görev ilan etmiş ve aktüaliteyi bunun üzerine kurmuştu. Ardından HDK/HDP, Emek Demokrasi Bloğu ve Demokrasi için Birlik’te benzer analizler yaptılar Ne var ki aradan epey bir zaman geçti ve tehlike olanca ağırlığıyla üzerimize gelmeye devam ediyor ama arzulanan bir demokrasi cephesi hala yaratılamadı.
15 Temmuz darbe girişimini kendisi için fırsata çeviren siyasal iktidar, olağanüstü hal ilan ederek neredeyse demokrasi güçlerine sokakta adım attırmazken, yaygın tutuklamalar ve KHK’lar ile panik havası yaratmaya çalışmıştı. Aslında 16 Nisan anayasa referandumu öncesinde kurulan Hayır Meclisleri vasıtasıyla toplumsal muhalefet sokakta kendisini yeniden var edebildi. Referandum sonuçları ise toplumsal muhalefete soluk aldırdı ve cesaretini yeniden kazanmasına sebep oldu. Üstelik referandum sonuçları siyasal iktidar için tam anlamıyla moral bozucuydu. Ama toplumsal muhalefet yakaladığı bu şansı kullanamadı, hala kullanamıyor. Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşüne ve Maltepe’de ki adalet mitingiyle ilişkilenme de sorunlar yaşadı, doğru taktikler geliştiremedi. CHP ile ilişkileri gözeten ama kendisini onun dışında bir güç merkezi olarak inşa edemeyen solun, CHP’ye sabah akşam küfrederek oyalanmasının kendisine bir faydası olmadığı gibi; devlet, devlet biçimi, faşist diktatörlük gibi tümüyle ittifaklar politikasını ilgilendiren konulardaki hatalı saptama ve analizleri de onun aklını çelen bir faktör haline geldi.
Henüz vakit varken
Demokrasi talebiyle hareket eden güçlerin ortak çatı altında bir araya gelemeseler bile eş zamanlı kampanyalarla bu gidişe dur diyebileceklerini, bu güce ve enerjiye sahip olduklarını geçmiş pratik bize gösterdi. Öyleyse 5. kez uzatılan olağanüstü halin 6. kez uzatılmasına karşı güçlü bir kampanya ile işe başlanabilir ve yerel inisiyatiflerle siyasetin alanı genişletilerek parlamento dışında bir güç merkezi yaratılabilir. Bu konuda akılcı davranmak, en geniş kesimlerin taleplerini ifade eden kapsayıcı bir dille esnek bir tutum geliştirerek önümüzdeki sürece hazırlık yapmak öncelikli görevimiz olmalıdır.
AKP’nin faşist bir parti olarak kurulmadığını biliyoruz. Şimdi devletin biçim değiştirmesine paralel olarak AKP’nin de konsolide edilerek faşist bir partiye evrilmesine tanık olmaktayız.
Demokrasi talebiyle hareket eden güçlerin ortak çatı altında bir araya gelemeseler bile eş zamanlı kampanyalarla bu gidişe dur diyebileceklerini, bu güce ve enerjiye sahip olduklarını geçmiş pratik bize gösterdi.
Türkiye’de OHAL rejimi her yerdedir. Bu rejim, popüler bir çoğunluğun seçimli otoriterlik denemesi olduğundan, özgül bir olağanüstü kapitalist devlet biçimi, muhtemelen sonuçları tarihsel faşizmlerden daha ağır olabilecek ya da demokrasiye geri çekilebilecek özgül bir
anayasal diktatörlüktür.
(Kadir Akın’ın yazısı, Siyaset Dergisi’nin Kasım-Aralık 2017 sayısında yayınlanmıştır.)