SEÇTİKLERİMİZ – İrfan Aktan’ın Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile yapmış olduğu Gazete Duvar’daki röportajı: Tarih ve siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a göre hemen her gün tarihi olaylar yaşayan bir toplumun kolektif bir bellek kurması, dolayısıyla toplum olarak kalması mümkün değil.
20 Ocak’ta başlatılan Efrîn savaşı ikinci ayına yaklaşırken içeride ve dışarıda yeni düşmanlar üretilmeye devam ediliyor. Hemen her gün “tarihi” olaylar yaşanıyor. Her kriz, sonrasında gelen daha büyük bir krizle kısa süre içinde unutulup giderken, zaman olağanın dışında bir hız kazanıyor. Türkiye daha düne kadar İsrail ve Rusya’yla gırtlak gırtlağa gelmişken, şu anın yeni düşmanları ABD ve Avrupa olarak görünüyor.
Öte yandan siyasette ve toplumda yaşanan militarizasyon, ölümün yüceltilmesi, şiddetin olağanlaşması, krizlerin kanıksanması, az zamanda kronolojisi bile tutulamayacak kadar fazla olayın yaşanması toplumu sersemletiyor, suskunluk sarmalını daimileştiriyor.
Efrîn savaşının Mayıs ayında bitebileceğinin sinyalini veren Dışişleri Bakanı, ardısıra Irak’ta yeni bir harekâtın başlayabileceğini ifade ediyor. Yani bir savaş biterken yeni bir savaş başlıyor. Peki, Türkiye bu kriz, savaş ve istikrarsızlığın yan etkilerini nasıl yaşıyor? Ortadoğu’da rejimler ve toplumlar çökerken Kürtleri nasıl bir gelecek bekliyor? Türkiye’deki muhalefeti nasıl bir tarihsel görev bekliyor? Bu ve daha bir çok sorunun yanıtını Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, Kürt sorunu gibi konuların en yetkin isimlerinden Prof. Dr. Hamit Bozarslan’dan alıyoruz…
Efrîn’e yönelik savaşla birlikte Suriye’de yeni ve arkası belirsiz bir perde daha açıldı. Efrîn bağlamında, bölgesel ve uluslararası güçlerin pozisyonları, kurulan veya dağılan ittifakları ve Türkiye’nin maksatlarını nasıl özetlersiniz?
Aslında tam bir ittifaktan bahsedebilmek mümkün değil. Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev kitabının yazarı Etienne de La Boétie, “kötüler kendi aralarında arkadaş değil, olsa olsa işbirlikçi olabilirler” diyor. Ortadoğu’da şu anda böyle bir işbirliği söz konusu. Öte yandan Türkiye kendisini bölgesel bir güç olarak dayatmak ve özellikle de Kürt hareketini zayıflatmak istiyor. Dahası Türkiye, savaşın sadece Kürtlere karşı değil Batı’ya, özellikle de ABD’ye karşı olduğunu tekrarlıyor. Türkiye’nin çok şiddetli bir imparatorluk nostaljisi var ve bunu da ancak şiddetle giderebilmek durumunda. ABD ise Türkiye’yle ilişkilerini bozmak istemediği halde Suriye’deki varlığı tümüyle Kürtlere dayanıyor. Kürt hareketi de ülkenin yüzde 25’i ila yüzde 30’u arasında bir bölgeyi kontrol ediyor. Rusya’nın ise Kürtlerle en ufak bir sorunu yok ama ABD ve Türkiye ilişkilerinin bozulması kendisi açısından son derece önemli. Zira Türkiye, ABD’yle ilişkilerinin bozulması dolayısıyla Rusya’ya tamamen teslim olmuş görünüyor. Öte yandan Türkiye’nin Efrîn’e yönelmesi IŞİD’e karşı savaşı yavaşlatırken, Amerikan siyaseti İran ağırlıklı olarak yeniden tanımlanıyor. Ne var ki Türkiye’nin işin içine girmesi ABD’nin İran karşıtı mücadelesini zayıflatıyor. Tablo genel hatlarıyla böyle.
Türkiye’nin imparatorluk nostaljisini İbn Halduncu perspektifle değerlendirdiğinizde nasıl bir tahlil yapıyorsunuz? Bu nostalji yeni bir güce mi, sıkışmışlığa mı dayanıyor?
Son dört yılda Türkiye’nin devlet rasyonalitesi tümüyle imha edildi. Türkiye artık ancak krizlerle yaşayan bir rejimle yönetiliyor ama aynı rejim, krizlerin sonuçlarını kontrol edemiyor. 2012’den sonra Mısır’la, İsrail’le, Rusya’yla, keza Batı’yla yaşanan krizler Türkiye’nin Ortadoğu siyasetinde tam bir çöküş yaşadığını gösterdi. Aynı krizleri iç siyasette de görüyoruz. Yani Türkiye artık kriz üretmeden yaşayamayan bir rejim tarafından yönetiliyor. İbn Haldun bu vaziyeti “devletin bunaklığı ve bu bunaklıktan çıkış hamleleri” olarak tanımlardı.
Erdoğan, geleceği tarihin intikam zamanı olarak görüyor
Bir devletin, rasyonalitesini kaybetmesi ne tür sonuçlar doğurur?
İki yıl önce Rusya’yla savaşın eşiğine gelindi. Rasyonalitenin imha edilmesi yarın ABD’yle ilişkileri de son derece kötüleştirebilir. Elbette şu anki ortamda görüş ufkumuz neredeyse 24 saatle sınırlı. Fakat genel vaziyet ister istemez akla 1912 öncesini getiriyor. Birinci Balkan Savaşı’ndan hemen önce İttihat ve Terakki, savaş yanlısı mitingler düzenlemiş ama savaş büyük bir felaketle bitmişti. 1914’te de İttihat ve Terakki’nin bir savaş arzusu vardı ama Birinci Dünya Savaşı’nın nasıl bittiğini biliyoruz. Rasyonalitenin imha edilmesiyle birlikte tarihten, geçmişten intikam alma arzusu ortaya çıkıyor ve Erdoğan bunu açıkça dillendiriyor. Erdoğan, Türklerin tarihsel bir misyona sahip olduğunu ve bu misyonun da dünya hâkimiyeti olduğunu tekrarlıyor. Dolayısıyla 5 milyon kilometrekarelik bir imparatorluktan, anavatandan bahsetmesi boşuna değil. Türklerin tarihsel misyonunun iç ve dış düşmanlar tarafından suikaste uğradığını Erdoğan açık bir şekilde dile getiriyor. Erdoğan, geleceği, tarihten intikam alınacak bir zaman dilimi olarak görüyor. Bu da kaçınılmaz olarak şiddete başvurmayı gerektiriyor.
İntikam duygusunu doğuran, geliştiren, politize eden toplumsal ve siyasal etmenler neler?
Bir kere Erdoğan’ın yetiştiği 1970’li yılları hatırlamak gerekiyor. O yıllarda sağcıların okuduğu kitaplar, Osmanlı hezimetine rağmen Türklerin tarihsel bir misyona sahip olduğu, iç ve dış ihanetlerce bu misyonun sekteye uğratıldığı üzerineydi. Bu tezleri günümüzde Sünni-Türk kitleye aktarabilmek oldukça kolay. Fakat sadece bir toplumsal destekten bahsetmek doğru olmaz. Türkiye toplumu sersemleştirildi. Totaliter rejimler, toplumların akli melekelerini imha ediyor. Birbiri ardına gelen krizler, toplumun düşünmesini imkânsız kılıyor. Düşünün, dört yıl önce İsrail’le, iki yıl önce Rusya’yla neredeyse savaşın eşiğine gelinmişti ama bugün İsrail’i, Rusya’yı eleştirmek neredeyse mümkün değil. Fethullah Gülen, iktidarın en büyük ortağıyken şu an Gülenci olmak en büyük suç. Zamanda ve mekanda tutamakları imha edilen bir toplum artık düşünemez. Daha çok anda yaşayan ama geçmişi ve geleceği düşünemeyen bir toplumla karşı karşıyayız. Sünni-Türk kitleleri geçmişin büyüklüğüyle büyüleyebilmek mümkün ama toplumun tümünün de sersemleştirilmiş olduğunu gözden kaçırmamak lazım.
Türkiye toplumu farklı etnik, dini, ideolojik aidiyetleri olan heterojen bir toplum. Üstelik 16 Nisan 2017 referandumunda bu toplumun yarısı Erdoğan’ın talebine “Hayır” dedi. Dolayısıyla “sersemletilmiş” dediğiniz toplumdan kastınız, yüzde 50 mi?
Sanıyorum yüzde 50’yi aşan bir orandan söz etmek lazım. 1950’den sonra, 1973-77 istisnası dışında, yapılan seçimlerin hemen hepsinde muhafazakâr partiler yüzde 60-65 oranında oy aldı. Şu anda muhafazakâr-Sünni kesimin önemli bir kısmının iktidara karşı siyasi bir pozisyon geliştirebilme kapasitesine sahip olmadığı görülüyor. Öte yandan AKP’ye veya Erdoğan’a oy vermeyen CHP’nin ulusalcı kısmının da Efrîn harekatına karşı olmadığını biliyoruz. Elbette, Türkiye toplumu heterojen ama savaş yanlılarının sesi çıkarken savaş karşıtlarının sesi çıkamıyor. Dolayısıyla Kürtlerin dışındaki toplumsal katmanların pozisyonunu okumamız oldukça zor.
Şehitlik, düşmanlık, hıyanet söylemi nazizmle benzerlik taşıyor
Krizle yönetimin daimileştirilmesi, Carl Schmitt’in ifadesiyle “egemenin olağanüstü hale karar verebildiği” bir aşamada, bu krizlerden rahatsız olan toplumsal kesimlerin sesinin baskı yoluyla kısılması ne kadar sürdürülebilir?
Bu çok uzun sürebilir ama tarihsel deneyimler gösteriyor ki, bu tür rejimler ya çöküyor veya yeniden rasyonaliteyi kazanmak zorunda kalıyor. Türkiye’deki rejimin geleceğine dair öngörüde bulunamıyoruz ama böylesi bir rejimin kendisini tahrip etmeden devam edebilmesi mümkün değil. Çünkü böyle bir rejim ancak yeni düşmanlar üreterek varlığını sürdürürken belli bir noktadan sonra düşmanlar ona yetmiyor. Zamanla iç düşmanlar dış düşmanlara dönüşüyor; AKP içinde bazılarının neredeyse hain olarak tanımlanması bunu açıkça gösteriyor. Böylesi bir siyaset sürekli bir iç ve dış seferberlik gerektiriyor ama bu seferberliğin de imkânları yok. Mesela şu anda Türkiye toplumunun yüzde 60’ından fazlası Efrîn harekatını desteklese de gidip orada ölmek isteyenlerin sayısının birkaç bini aşmayacağını sanıyorum. Ya da 15 Temmuz sonrası yapılan gösterileri şu anda tekrarlatmak da mümkün görünmüyor. Böyle bir rejim hem seferberliğe ihtiyaç duyuyor ama kendi varlığı için gerekli olan kurumları imha ettiği için seferberliği imkânsız kılıyor. Kurumların reddi tek adam rejiminin kaçınılmaz sonucudur. Tek adam rejimlerinde bireyleştirilmiş kitleler ile lider arasında doğrudan bir ilişki gerekiyor ama bu ilişkinin uzun sürmesi mümkün değil. Fakat bu tür rejimlerin çöküş nedenlerini ancak çöküş gerçekleştikten sonra anlayabiliyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Akit isimli bir televizyonun sunucusu “sivil öldürecek olsak Cihangir’den başlarız, Nişantaşı, Etiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi var” dedi. Bu sözlerin şahsi olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa yeni bir iç düşman hedeflenmesine mi işaret ediliyor?
Kürt hareketini destekleyen ya da Türkiye açısından demokratik bir senaryo öngören Türklerin AKP açısından düşman kategorisinde olduğunu zaten biliyoruz. Öte yandan iktidar, toprağın ancak şehit kanlarıyla sulanması şartıyla vatan haline gelebileceği söylemini dillendiriyor. Şehitlik, düşmanlık, hıyanet, yaşamsal alan kavramının sürekli tekrarlanması kaçınılmaz olarak Nazizmle benzerlik taşıyor, Goebbels’in söylemiyle çakışıyor. Bu çok tehlikeli bir aşama. Çünkü zihinleri belirliyor ve bu kavramları kanıksatıyor. Kimse bu kavramları sorgulamaya bile yeltenmiyor. Beni korkutan ikinci gelişme ise devletin paramiliter bir nitelik kazanması. Bu paramilitarizasyon üzerine çok çalışılmadı. JÖH, PÖH, Osmanlı Ocakları, SADAT gibi girişimler devletin artık rasyonel olmadığını, devletin şiddet kapasitesinin kendi organları tarafından değil toplumun en saldırgan, en milliyetçi, en lumpen katmanları arasında üretildiğini gösteriyor. Söylem ve paramilitarizasyonu aynı anda değerlendirdiğimizde, gelecek açısından son derece korku verici işaretlerle karşılaşıyoruz.
Bazı rejimler toplumları da imha ederek çöküyor
İki ihtimalden söz ediyorsunuz. Ya rejimin kendi kendini de çökertecek politikaları sürdürmesi veya rasyonaliteye dönüşü. Fakat rasyonaliteye dönüşün mümkün olmadığına, gidişatın rejimin yıkılmasıyla sonuçlanacağına dair öngörüden umut devşirenler de var. Yıkım, beraberinde yeni bir rasyonalite mi getirir yoksa şimdikini de aşan bir yıkım evresine mi kapıyı aralar?
Onu da şu anda öngörmek mümkün değil ama şu kesin ki, bu tür yıkımlar toplumun yıkılmasını da beraberinde getiriyor. Saddam Hüseyin rejiminin çökmesi Irak toplumunun kurtulması anlamına gelmedi. Şu an Suriye rejimi çökmedi ama rejim, toplumu imha ederek ayakta kalabildi. Türkiye açısından beni korkutan da toplumun çöküyor olması. Ahlaki bir çöküş, eğitimde, dilde çöküş son derece yoğun. Bazı rejimler toplumları da imha ederek çöküyor. İbn Haldun şunu söylüyor: Normalde bir medeniyet yükseliyor, gelişiyor, mükemmelleşiyor ve çöküyor. Ondan sonra da yeni bir döngü başlıyor ve medeniyet yeniden yeşeriyor. Fakat İbn Haldun şunu da ifade ediyor; bazı hallerde toprak o kadar kısırlaşabiliyor ki, medeniyetin yeniden yeşerebilmesi mümkün olmuyor. Bu ihtimali gözardı etmemek gerektiği için muhalefete büyük bir sorumluluk düşüyor. Muhalefetin toplum içinde bir rasyonalite üretebilmesi büyük bir cesaret gerektiriyor. Eğer muhalefet, AKP ve devletin kaybettiği rasyonaliteyi kendi seyrinde geliştiremezse, Türkiye’yi çok tehlikeli bir gelecek bekliyor.
AKP’ye oy vermeyen seküler, şehirli nüfus, militarizm ile İslamcılığı birleştiren yeni jargona şiddetli bir itirazda bulunmadı. Bu kabullenmenin tek nedeni süregelen baskı mı, yoksa zaten sahiplendikleri sekülerizmin temelinin sağlam olmadığının zımni bir kabullenmesi mi var?
Bu her şeyden önce toplumun ne kadar zayıfladığını gösteriyor. Toplumsal direniş mekanizmalarının çökmesi, kanıksamayı da beraberinde getiriyor. Türkiye’de iki ayda olanlar, Fransa’da on yılda olmuyor. Hannah Arendt, eğer her gün çok büyük bir olay oluyorsa ve bu olay dünkü olayı unutturuyorsa o zaman toplumun varlığı mümkün değil, diyor. Toplumun oluşabilmesi için zamanda ve mekânda sınırlı sayıda bazı tutamaklar, kilometre taşları olması gerekir. Eğer günde on tane büyük olay yaşanmışsa, bundan hareketle bir kronoloji veya kolektif bellek oluşturabilmek mümkün değil. Kolektif bellek çökünce, bellek kişisel bir nitelik kazanıyor. Şu anda Türkiye’de yaşanan da bu. 30-40 yıl önce Türkiye’de kolektif bir bellek oluşturulması belki mümkündü. 12 Mart bir tutamaktı, 73-77 seçimleri, 1981, 1991 birer tutamaktı. Ama şu anda neredeyse günde dört-beş önemli olay oluyor. Zamanın hızlanması aynı zamanda zamanın çökmesi anlamına da geliyor. Bu da kanıksanmayı kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyor. Bunu 1930’lar ve 40’lar Almanya’sında da görüyoruz. Dilbilimci Victor Klemperer, Almanya’da tarihin ortadan kalktığını söylüyor. Victor Klemperer, Nazi Almanya’sında döşenen her yolun, düşen her bombanın tarihsel bir olay olduğunu, Hitler’in her konuşmasının tarihsel olarak değerlendirildiğini söylüyor. Bu kadar çok şeyin tarihsel kopuş olarak adlandırıldığı bir dönemde artık tarihten bahsedebilmek mümkün değil. Türkiye’de de artık bir tarihten bahsetmek mümkün değil. Çünkü her şey bir tarihsel kopuş olarak sunuluyor ve kopuşlar da birbiri ardına geliyor. O yüzden diyorum, toplumun artık kolektif bir bellek oluşturması mümkün değil.
Türkiye toplumu çöküyor
Anladığımız kadarıyla kolektif belleğin oluşturulamaması, tarihten veya zamandan kopuş, toplumun çöküşüyle aynı anlama geliyor. O halde Türkiye toplumunun çökmeye başladığını mı söylüyorsunuz?
Türkiye toplumu çöküyor. Kolektif olarak, ahlaki olarak çöküyor. Kendisini düşünebilme kapasitesi açısından çöküyor. Kendisini düşünebilmek, aynı zamanda geçmişi değerlendirebilmeyi ve gelecek tahayyülünde bulunabilmeyi sağlar. Şu anda AKP’li seçmenlerin yüzde 90’ının kalkıp AKP’nin tarihini okuyabilmesi veya belleklerine yerleştirebilmeleri bile mümkün değil.
Neden?
AKP’nin birinci ve ikinci neslinin neredeyse tümüyle tasfiye edilmiş olması, Kürt açılımından bugünkü şiddet dönemine geçilmesi… Bunlar son derece önemli olgular veya tezatlar. Fakat birbiri ardına geldikleri için bunları anlamsal bir bütünlük içinde değerlendirmek mümkün değil. Dolayısıyla başka bir aşamaya daha geliyoruz: Anlamsal bütünlük imha ediliyor.
İktidar, imha ettiği anlamsal bütünlüğün yerine Türkçü-İslamcı veya neo-Osmanlıcı söylem üzerinden yeni bir anlamsal bütünlüğü ikame etmiyor mu?
Tümüyle haklısınız ama mesela bu, Rusya’nın önünde diz çökme pahasına oluşturuluyor. İki yıl önce Rusya’yı eleştirmemek ihanetken, bugün Rusya’yı eleştirmek ihanet. İki yıl arayla bu her iki olgu da aynı insanlar, aynı iktidar tarafından dayatılıyor.
AKP tabanı artık açıklama bile istemiyor, anı yaşıyor
Dolayısıyla Orwell’ın 1984 romanına tekrar bakmak gerekiyor…
1984 romanında sürekli savaş halinde olan bir merkezi imparatorluk var. Ama doğuyla mı, batıyla mı savaşta olunduğu bilinmiyor. Devletin hafızayıyla yönetmekle görevli kurumları, dünün hafızasını yıkmak zorundalar ki, bugünün hafızasına yer bıraksınlar. Fakat bugünün hafızası veya bugünün gerçekleri yarının hafızası veya gerçekleri olmayacak. Şu anda Türkiye’de son derece nekrofil bir milliyetçilik olgusu var. Fakat resmi ideoloji haline gelen ve Sünni-İslamcılıkla birleştirilen bu milliyetçilik, örneğin Rusya’nın önünde diz çökebiliyor.
Peki AKP bunu tabanına nasıl açıklıyor?
Açıklamıyor, çünkü AKP tabanı artık açıklama bile istemiyor. Günü, ânı yaşıyor ve ânın gerçekleri tek gerçek olarak kabul ediliyor.
Pragmatist de olsa içeride veya dışarıda gerçekleştirilen geçici ittifaklar, kriz yaşayan bir rejimi geleceğe taşıyıp yeni bir toplumsal, siyasal düzen kurmasında işlevsel olmuyor mu?
Otoriter veya totaliter bir rejim de kursanız, bu da rasyonalite gerektiriyor. Yani belli bir noktada oluşturulan yeni tutamakların müesseseleştirilmesi gerekiyor. Totaliter bir rejim oluşturacaksanız da öncelikle stabilizasyonu sağlamanız, yeni krizlerden kaçınmanız, yeni ideolojinin toplumsal dayanaklarını kurmanız, toplumu ona göre yeniden düzenlemeniz gerekiyor. Gelecekte böyle bir senaryo oluşabilir ama bunu şu anda öngöremiyorum. Çünkü AKP, müesseseleri imha eden bir mekanizma olarak işliyor.
Türkiye’nin bir diktatörlük olamayacağına ilişkin en sıkça dile getirilen argüman, ekonomik ilişkilerin, örneğin petrol ülkelerine, hatta Mısır ve Rusya’ya kıyasla daha yatay, bu nedenle kötüleşen ekonomik koşullarda hesap verebilirliğin eninde sonunda siyasi aktörü yerinden edebilecek güce sahip olduğu yönünde. Bu tezi nasıl yorumluyorsunuz?
İran ve Venezuela üzerine yapılan bazı çalışmalar var ama bunların ikisi de petrol üreten ülkeler. Fakat petrol üretmeyen Afrika ülkelerinden biliyoruz ki, bazı çıkarlar için savaşırken ekonomi imha edilebiliyor. Ekonominin imha edilmesi toplumu daha fazla çökertiyor ama aynı zamanda daralan ekonomik kaynaklardan faydalanan yeni bir katmanın oluşması da mümkün hale gelebiliyor.
Kültürel sermaye sahipleri ekonomik açıdan zayıf katmanlar
Ve daralan ekonomik kaynaklardan faydalanan yeni katmanlar, iktidarın devamlılığını mı sağlıyor?
Evet, bu yeni katman, bölünmüş, fragmante olmuş bir iktidarın sürdürülebilmesini sağlayabiliyor. Afrika’daki savaş ekonomileri büyük ölçüde buna dayanıyor. Suriye de İran ve Rusya olmasa ayakta kalamazdı. Oysa Suriye ekonomisi savaştan altı ay sonra, Kasım 2011’de tümüyle çöktü. Ancak ekonominin çökmesi yeni savaş ekonomisinin oluşmaması anlamına gelmedi. Aksine, yeni savaş ekonomisi, rejimin ihtiyaç duyduğu insan gücünün oluşmasına imkân sağladı.
Modern Türkiye tarihinin bir ölçüde sermayeye el koyma tarihi olduğunu hatırladığımızda, sırada seküler, şehirli orta-üst sınıf sermayesi olabilir mi?
Bu doğru. Şu konu çok işlenmedi ama Gülencilikle suçlanan şirketlerin sanıyorum 65 milyar lira sermayesine el kondu. Aydın Doğan’ın Milliyet gazetesini satmaya mecbur kalmasının nedeni olarak, yaklaşık 2 milyar dolarlık cezaya çarptırılması gösterildi. Türkiye’de kültürel sermayeye sahip olanlar zaten ekonomik olarak çok zayıf katmanlar. Erdoğan açıkça “her şeyi başardık ama kültürde başarılı olamadık” dedi. Şu an kültürel sermayeyi elinde tutan entelektüel katmanlardaki kişilerin aylık geliri 600-700 euro’yu geçmiyor. AKP’nin İstanbul burjuvazisini vurması, sermayesini ele geçirmeye çalışması da mümkün. Fakat örneğin Cihangir’de yaşayanlar milyoner kategorisine girmiyor. Onlar nispeten alt-orta sınıf olarak tanımlanabilir.
Batı, Türkiye'nin çökmesini istemediği için Efrin savaşına sessiz
AKP askeri, siyasi, kültürel veya ekonomik operasyonlarının gerekçesi olarak dışsal faktörleri, komploları, bölme çabalarını, darbe planlarını gösteriyor ve milleti, devleti muhafaza etmeye çalıştığını söylüyor. Gerçekten de ABD’nin, Batı’nın Türkiye’yi zayıflatmak, yıkmak, bölmek gibi bir planı var mı?
Böyle bir plan Türkiye’nin tahayyülünde var. Batı, ABD bölgesel dengeler dolayısıyla Türkiye’nin çökmesini istemiyor. Yine Türkiye’nin çökmesi aynı zamanda Avrupa’ya on-yirmi milyon mültecinin dayanması anlamına gelir. Son 10-15 yıllık siyasete baktığımızda gerek ABD gerekse Avrupa’da Türkiye’ye karşı bir düşmanlık yok. Bu tamamen Türkiye’nin tahayyülü.
Türkiye neden kendisine düşmanlık beslemeyen ABD veya Avrupa’yı düşman olarak görsün ki?
Çünkü düşmanlık üretmesi için bu söylem gerekli. Öte yandan elbette 2011 sonrasında ortaya çıkan dış faktörleri tamamen gözardı edemeyiz. 2010 Kasım’ında Erdoğan “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”nü alıyordu. Fakat bundan sadece üç-dört ay sonra Ortadoğu’nun tümünde bir değişim yaşandı. Türkiye 2012’den sonra bu değişimi Arap ülkelerindeki AKP benzeri partilerle ittifak çerçevesinde dönüştürmeye çalıştı. Fakat bu perspektif Libya’da çöktü. Çünkü Libya kısa sürede bölündü ve orada Müslüman Kardeşler seçimi kaybetti. Mısır’da Sisi darbesi yaşandı ve En Nahda iktidardan uzaklaşmak zorunda kaldı. Kala kala Suriye kaldı ve Erdoğan’ın projesi Esad’ın 2012 sonuna kadar düşmesi üzerine kuruluydu. Bu da tümüyle çöktü. Türkiye tüm bu çöküşleri AKP’ye, Erdoğan’a, Türklerin hâkimiyete dayalı tarihsel mirasına karşı komplo olarak değerlendirdi. Bu komplonun failleri ise her zaman aynı değildi. Mesela üç, dört yıl önce bu failler İran ve Rusya olarak tanımlanıyordu. Daha sonra ciddi bir değişiklikle komplonun failleri ABD ve Batı olarak tanımlandı. ABD ve Batı karşıtı söylem aslında 2014 sonrasına denk geliyor. Bu açıdan da bir bellek çöküşü yaşıyoruz. Düşman var ama düşman kim, bilinmiyor. Batının Efrîn konusunda sesini çıkarmaması Türkiye’nin çökmesini istememesinden kaynaklanıyor. Türkiye’nin başarılı çıkmasını değil, bir şekilde susturularak savaşın bitirilmesini istiyor.
Fakat belli ki savaş devam edecek…
Türkiye’nin ne yapacağını öngörmek mümkün değil. Menbic’e saldıracak mı, Amerikalılar Menbic’i savunacak mı? Rusya ile ABD arasında bir anlaşma sağlanacak mı? Bu ihtimalleri de gözden ırak tutmamak gerekiyor.
Her savaş yeni bir savaşı gerektiriyor
Belli ki AKP bir savaş kazanma ihtiyacı hissediyor…
Fakat bir savaşı kaybetme ihtimali de var. Tarihsel tecrübeler bize gösteriyor ki, bir savaşın kazanılması, savaşın bitmesi anlamına gelmiyor. Çünkü her savaş yeni bir savaşı gerektiriyor. Bunu Almanya’dan da Saddam Irak’ından da biliyoruz.
Yani Türkiye’nin bölgesel politikalarında, Efrîn savaşı kazanılsa da bir istikrar olmayacak mı?
Türkiye’yi son derece çalkantılı dönemler bekliyor. Gerek Efrîn’e ilerlemenin uzun sürede sınırlı düzeyde olmasına gerekse Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin verilerine baktığımızda Türkiye açısından işlerin pek de iyi gitmediğini görüyoruz. Keza Türkiye, İdlib’de çatışmadan ne kadar kaçınabilir, meçhul. Maceracı siyaset Türkiye’yi Menbic’de nereye sürükleyecek, bilinmiyor. Türkiye çok bilinmeyenli denkleme rasyonel bir stratejiye sahip olmadan, hatta taktik geliştirmeden giriyor.
Ortadoğu!da toplumlar çökerken kürt toplumu çökmedi
Sizce bu çok bilinmeyenli denklem içinde Kürtleri nasıl bir gelecek bekliyor?
Bir yandan yirmi yıl öncesine göre çok güçlü bir Kürt olgusu var. Ortadoğu’da toplumlar çökerken, ortadan kalkarken Kürt toplumu tüm sorunlarına ve iç ihtilaflarına rağmen çökmedi.
Neden?
Bir kere bir Kürtlük bilinci var, tarihsel bir bellek var. Keza milli ezilmişlik olgusu kaçınılmaz olarak bir direnç de getiriyor. Kürtlerde ciddi bir politizasyon var. Türkiye’ye baktığınızda 1968 ve 78 nesli var. Keza 2013 Gezi nesli var ama bu nesil oluştu mu, oluşmadı mı henüz bilmiyoruz. Fakat Kürt Türkiye’sine baktığınız zaman 68, 78 neslinin yanısıra 88, 98, 2008 nesli var ve büyük olasılıkla 2015-16 nesli var. Bu politizasyonun kendisi bile direnişin boyutlarını gösterebiliyor. Fakat özellikle Suriye’de ABD-Rus ilişkilerinin nasıl şekilleneceği önemli. Mesela yeni bir Yalta projesi geliştirilebilecek mi?
Nedir Yalta projesi?
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD ve Sovyetler Birliği arasında dünyanın, Avrupa’nın paylaşılması projesiydi. Buna benzer bir projenin Suriye’de geliştirilip geliştirilmeyeceği önemli. Bazı ABD’li düşünürler bunu dile de getiriyor. Diğer bir mesele ise Ortadoğu’daki gerginliklerin ağırlık merkezinin İran’a doğru kaymasıdır. İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan’da ciddi bir Şii milis ağı oluşturması, İsrail’in korkuları söz konusu. Dolayısıyla gelecekteki ihtilaflar, çatışmalar İran’la olabilir. Doğrudan İran’la olmasa bile İran’ın desteklediği Şii milislerle olabilir. Bunun ise Kürt meselesini nasıl etkileyeceğini bilemiyoruz.
Türkiye gerilimsiz yaşayamıyor
4 Mart günü Macron-Erdoğan görüşmesi gerçekleşti. Türkiye’nin Almanya’yla yaşadığı gerilimden kaynaklanan ekonomik boşlukları Fransa’nın doldurmak istediğine dair değerlendirmeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Macron, Fransa’nın siyasi ve diplomatik açıdan çok daha güçlü bir rol oynaması gerektiğini düşünüyor. Fakat Fransa bu rolü oynamasını mümkün kılabilecek ekonomik veya askeri imkânlara sahip değil. Avrupa’da ciddi bir diriliş olmadan Fransa veya Almanya’nın dünya siyasetinde çok belirleyici rol oynaması mümkün görünmüyor. Öte yandan Erdoğan, Macron’la görüşmesini çok iyi özetledi: “Macron’un ne demek istediğini anlamak istemedim.” Macron’un siyaseti şu: Maalesef dünyada diktatörler var ve bu diktatörlerle, onları yumuşatmak için görüşmek zorundayız. Putin’le, İran’la, Türkiye’yle iyi ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek lazım. Fransa’nın hedefi illa Almanya’dan boşalan alanları doldurmak değil. Kaldı ki Türkiye’nin Almanya’yla ekonomik ilişkileri devam ediyor. Hatta Hollanda başbakanı da siyasi ilişkilerinin çok gergin ama ekonomik ilişkilerinin çok iyi olduğunu dile getirdi.
Avrupa’nın Türkiye’yle ekonomik ilişkilerinin öngörülebilir çalkantılara rağmen devam edebileceğini düşünüyor musunuz?
En azından şimdilik devam eder. Fakat Türkiye’nin gelecek krizinin hangi ülkeyle olacağını şu an kestiremiyoruz. Türkiye öngörüyü imkânsız kılan bir ülke haline geldi. Fransa’da büyük olasılıkla Ermeni soykırımıyla ilgili yeni adımlar atılacak. Türkiye buna karşı nasıl bir tepki gösterecek, meçhul. Keza, şu an Almanya’yla bir yumuşama yaşansa da Türkiye’ye silah satmaya devam edip etmeyeceğini bilemiyoruz. Silah satışını durdurduğu zaman Almanya’yla yeni bir gerilim yaşanacak. Yani Türkiye gerilimsiz yaşayamıyor ama gelecek gerilimin kiminle olacağı bilinemiyor.
Sünni Türklerde demokratik muhalefet gelişmeli
Elisabeth Noelle-Neumann’ın “suskunluk sarmalı” kuramından hareketle soralım: Türkiye’de rejimin uygulamalarından rahatsız olan geniş kitlelerdeki suskunluğu, “suskunluk sarmalı” olarak tanımlayabilir miyiz? Eğer böyleyse, başta HDP olmak üzere muhalefet partilerinin tüm baskılara rağmen iktidara yönelik eleştirelliklerini nereye koyabiliriz? Muhalefetin, Türkiye’deki suskunluk sarmalını yarabileceğini, ona böyle bir güç atfedilebileceğini düşünüyor musunuz?
Muhalefete bu sarmalı yarabilecek bir güç atfetmek şu an mümkün görünmüyor. Türkiye’de bir suskunluk sarmalı olduğu açık. Toplumsal bellek oluşturma imkânlarının kalmaması, son beş yıldaki olayların bile kronolojik bir bütünsellik içinde algılanamaması, okunamaması, toplumu ister istemez sersemleştiriyor. Suskunluğun ötesinde bir bunama dönemi yaşıyoruz. Elbette bazı sesler var ama bunlar horizontal, yatay sesler değil. HDP kaçınılmaz biçimde Kürt hareketi olarak kalıyor. 2015’te bile bu böyleydi. Kürt damarı olmayan bir HDP’nin varlık göstermesi mümkün değil. CHP kaçınılmaz olarak Aleviliğe ve dar entelektüel bir katmana dayanıyor. İYİ Parti ise MHP ve CHP’den soğuyanlara bir alternatif olarak geliyor. Fakat sanıyorum Türkiye’de suskunluk sarmalının kırılması için bir kere Sünni Türk katmanında yüzde 10-15’lik bir demokratik, eleştirel alternatifin oluşması gerekiyor. Sünni Türk katmanında kendisini sorgulayan, başka bir Türkiye tahayyül eden bir alternatif oluşmadıkça, bence suskunluk sarmalını veya sersemleşme sürecini kırmak mümkün olmayacak.
IŞİD’i yaratan dinamikler ortadan kalkmadı
Ortadoğu’daki şiddet üzerine çok kapsamlı çalışmalar yaptınız. Özellikle IŞİD’le birlikte kafa kesmelerin, insan yakmaların, toplu katliamların kara bulut gibi yayıldığı son beş-altı yıla tanıklık ettik. Bütün bu şiddet gösterileri size ne anlatıyor?
Bunlar, gaddarlaşma sürecinin Ortadoğu’nun tümünü sardığını ve toplumların çöktüğünü gösteriyor. Suriye savaşında 500 bin kişi öldü, 7 milyon kişi mülteci oldu ve 6-7 milyon iç göçmen var. Toplum fiziken de çöktü yani. 2020’de bir Suriye toplumundan bahsetmemiz mümkün olmayacak. 2020’de bir Yemen, Libya toplumundan bahsedebileceğimizden emin değiliz. Irak’taki Sünni Arapların nüfusu 5 milyona yakın olsa da Irak’ın Sünni Arap toplumu çöktü, ortadan kalktı. Keza IŞİD bitmediği gibi onu yaratan dinamikler hâlâ varlığını sürdürüyor. Bunlar hem mezhebi, hem intihar hem de gaddarlaşma dinamikleri. Toplumların suskunluk sarmalına kapılmaları ya toplumları gaddarlaştırır ya da toplumları gaddarlıkla yok edenleri güçlendirir. Bu da marjların ortaya çıkıp merkeze saldırmasına yol açar. Dediğim gibi, IŞİD bitmediği gibi Şii milisleri de unutmamak gerekir ki, bunların IŞİD’den pek farkı da yok. Suriye’de ya da Irak’ta Şii milislerin gerçekleştirdikleri katliamlara baktığımızda orada da çok ciddi bir tehlike olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla tüm bunlar, Ortadoğu’ya dair berrak bir gelecek tahayyülü yapmamızı imkânsız kılıyor.
Batı, Ortadoğu toplumlarının çöküşünden ı azade kalabilir mi?
Zaten kalamadı. 2015’teki mülteci akımının yanısıra 2015-16’da Avrupa’da yapılan katliamlar var.
Nekrofil milliyetçilik, demokrasileri erilliğini kaybetmekle suçlar
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin her geçen gün arttığına da tanıklık ediyoruz. Kadın örgütleri, kadın cinayetlerinin biçiminin de dönüştüğünü, eskisine nazaran daha canavarca işlenmiş cinayetlerle daha sık karşılaşıldığını söylüyor. Keza çocuklara, savunmasız hayvanlara yönelik de ciddi bir istismar, şiddet söz konusu. Erkek şiddetini toplumsal çöküşün bir parçası olarak okumak mümkün mü sizce?
Nekrofil milliyetçilik, ölümü her yere, özellikle de en zayıf kategorilere yayıyor. Nekrofil milliyetçilik eril bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik, demokrasileri erilliğini kaybetmiş olmakla suçlar. Kadına karşı şiddetin sona ermesi için kadınların çok boyutlu bir direniş sergilemesi gerekiyor. Kolektif dayanışma, gerektiğinde şiddet kullanma hakkı olduğunu gözden ırak tutmamak gerekiyor. Ezilenlerin direnme hakkı vardır. Bu direniş bazen barışçıl şekillerde olabileceği gibi fiziki şiddete fiziki şiddetle, direnişle yanıt vermek kaçınılmaz hale gelebilir. Kadınların direnmesi şart ama toplumun değişmesi, erilliğin, erkekliğin değişmesi gerekiyor. Ziya Gökalp, Türkiye’nin en önemli düşünürlerinden birisi. İttihatçılığın, Kemalizmin ve İslamcılığın temelini oluşturan Gökalp, liberalizmden, bireysellikten ve vatandaşlıktan nefret ediyordu. Ve Ziya Gökalp devletin eril kuş, milletin ise dişil kuş olduğunu söylüyordu. Gökalp’in izinden çıkmadan kadın özgürlüğünden söz etmek zor olur.