İnsanlar az bildikleri ya da uzaktan izledikleri olayları diyelim, mevcut bilgilerini genelleştirerek değerlendirirler. Bazı Avrupa ülkelerindeki genel grevlerin Türkiye’deki değerlendirmeleri buna örnek olarak gösterilebilir.
Bütün çalışanların genel greve gitmesi önemli bir olaydır ama önem derecesi ülkeye göre değişir. Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerde bu bir haktır bugüne kadar değişik kereler kullanılmıştır. Bizde ise bu çapta bir iş bırakma eylemi olmadığı için, başka ülkelerdeki örnekleri gerçekleştikleri mekanlardaki gerçek önemlerini aşan değerlendirmelere tabi tutmak bir noktaya kadar normaldir. Ne ki, genel grevden devrim beklentisine girmek konuyu fazla abartmak olur.
Gezi ve Hamburg
Hamburg’da olan ve Gezi Parkı ile benzerlikleri üzerinde durulan olaylara bu çerçevede bakmak gerekir. Gezi Parkı’nın başlangıcıyla sonraki gelişmesi birbirinden oldukça farklıdır. Sermayenin kentin her alanına el koymasına karşı bir protesto ile başlayan Gezi Parkı eylemi, kısa sürede yaygınlaştı, hükümete karşı ülke çapında bir başkaldırıya dönüştü ve büyük bir kitlesellik kazandı. Hamburg’da ise başlangıçta benzerlik olmakla birlikte bırakın ülkeyi, kent ölçeğinde bile yaygınlık kazanamadı.
Almanya’da eyalet sistemi bulunuyor. Federal parlamentonun yanı sıra her eyaletin kendi parlamentosu ve hükümeti var. Kentlerin merkezi alanlarının hoşa gitmeyen faaliyetlerden ve insanlardan arındırılmaya çalışılması yeni değil, yıllardan beri uygulanıyor. Bu uygulama eyaletlere göre çeşitli farklılıklar gösteriyor.
Geçtiğimiz yıl Frankfurt’taki Avrupa Merkez Bankası çevresinde kurulan kamp -“Blockupy Frankfurt” adıyla anılır- aylarca Hıristiyan Demokratların çoğunlukta bulunduğu belediye meclisinden çıkan izinle varlığını sürdürdü.
Almanya’nın yönetim yapısı nedeniyle bir yerdeki olayın ülke çapında hareketlenmeye dönüşmesi genellikle daha zor gerçekleşen bir durumdur Birkaç yıl önce Stuttgart’ta eskisinin yıkılarak yerine büyük bir tren istasyonu yapılmasına karşı çıkan insanlar polisle çatışmış ve kısa sürede çok sayıda kentte “Stuttgart ile dayanışma komiteleri” kurulmuştu. Hamburg ise böyle bir gelişmeye vesile olmadı. Olay kentin belirli bir bölgesiyle sınırlı kaldı ve bu sınırlar içinde sonuca ulaştı: Polis kendi yetkisine dayanarak ilan ettiği yasak bölgeyi kısa süre sonra kaldırmak zorunda kaldı.
Polis yasama organından bağımsız olarak sahip olduğu bu yetkiyi, 11 Eylül olayından sonra kazanmıştı. Ama her büyük kentte polis aynı yetkiye sahip değildir.
Hamburg olaylarının tetiklediği tartışma, polisin parlamenter demokrasilerde bu tür yetkilere sahip olmaması gerektiği tartışmasıdır. Felsefecilerden siyasal bilimcilere ve sosyologlara kadar değişik kişiler, belli başlı günlük gazetelerde konuyla ilgili makaleler yazdılar, halen de yazmaya devam ediyorlar. Hamburg’da olup bitenler ne Gezi Parkı’na ve ne de Brezilya’daki büyük protestoya benziyor. Genelleme yaparken dikkatli olmak gerekir.
İktidar yanlısı gazetelerin konuyu bu tarafa çekmek istemesi ve polis şiddetini adeta övmesi anlaşılabilir, ama bu, bizim genelleme yaparken ihtiyatlı olmamız ve özgünlükleri gözden kaçırmamamız gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Tarihin gerisinde kalmamak
Hamburg olayları üzerine değişik açılardan kaleme alınan yazılarda sıkça “neo-liberal” uygulamaların doğurduğu tepkilerden söz edildiği görülüyor. İlginç bir durum zira hiç yoksa Almanya’da neo-liberalizm yok artık… Tıpkı bizde hala dem vurulan ama aslında artık geride kalmış olan post-modernizmin namevcut olması gibi…
Arkada bıraktığımız yıllarda, neo-liberal taarruz hem doz, hem ritim ve hem de zamanlama olarak ülkeden ülkeye ciddi bir farklılık ve çeşitleme sergiledi. Dolayısıyla, neo-liberalizmin ortadan kalkması sürecinin de ülkelere göre değişiklikler göstermesi son derece doğal. Ne ki, Almanya’da hala neo liberalizmin baskınlığından veya hatta varlığından söz etmek artık doğru değil. ABD’de bile neo liberalizmin düşünce üretimini üstlenmiş olan “neo con”ların güç kaybettiği bir dönemde aynı kavramları kullanmakta ısrar etmek oldukça sorunlu.
Avrupa Birliği içinde neo-liberalizmin sözcülüğünü İngiltere yapıyor ve yeniden büyük sosyal kısıtlamalara gidilmezse Birlik’ten çıkacağı tehditleri savuruyor. Bu tehditlerin gerçekliğe dönüşmesi pek mümkün değil.
Burada asıl önemli olan, AB’nin bir numaralı ülkesi Almanya’da durumun on yıl öncesindeki gibi olmadığını, bizzat Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU) bile bir değişim geçirerek güya “solculaştığını”, neo-liberalizmin has partisi Hür Demokratlar’ın (FDP), son genel seçimde CDU’nun marifetiyle Federal Meclise girebilecek oyu bile alamadığını gözden kaçırmamak.
Gelecek için öngörüde bulunmadan önce ve bunun ön koşulu olarak tarihe yetişmemiz gerekiyor.