Meriç Gök yazdı – Tarihsel akış içinde Gezi Direnişçileri, sadece Gezi Parkı’nın muktedirler tarafından yeniden “tanzim” edilmesini engellemiş olmakla kalmayacak, daha güzel bir dünya uğruna halkın özgürlük ve eşitlik taleplerinin hayata geçirilmesini sağlamak için gerektiğinde ülkenin her yerini gerçekten “Taksim” yapacaktır.
Tüm Gezi kayıplarına ve intikam duygusuyla
Gezi’yi temsilen hapiste tutulan tüm tutsaklara…
Taksim Gezi Parkında, kepçe ve vinçlerle başlatılan çalışmaya karşı çıkan ve bu nedenle parkta nöbetleşe konaklayan çevrecilere, polisin, basından da o çok iyi bilinen görüntülerle (Kırmızılı Kadın; alacakaranlıkta zorla sökülen çadırların toplanıp yakılması v.b.) saldırısı tüm yurtta büyük bir direnişe yol açmıştır. Bu direnişin yer yer de göstericilerin kolluk güçlerince uygulanan şiddete karşılık veren görüntülerine Erdoğan, alelacele çıktığı Kuzey Afrika seyahati sırasında “ vandalizm” demiştir. Onun böyle bir nitelemeyle yurt içinden çok, yurt dışına seslenmeyi tercih ettiği açıktır.
Bu nitelemeyle o günlerde aslında amaçladığı, AB ve ABD’nin, yani Batı’nın egemen güçlerinin, kendi iktidarının uygulamakta olduğu şiddet karşısındaki muhtemel tepkisini yumuşatmaktır. Eğer direnişçiler hemen orada bulunan AKM’yi yakıp yıkmaya kalkmış olsalardı, ya da sözgelimi özellikle de hemen yanı başlarında bulunan bir anıtı, Taksim Anıtı’nı yıkmaya kalkmış olsalardı, ancak o zaman yaptıkları tartışmasız “vandalizm” olurdu. Oysa daha yakın geçmişte sanatsal bir anıta, üstelik en önemli heykelcilerimizden Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı” olarak tasarladığı heykeline önce “ucube” diyen kendisidir. Anıt için edilenbu ‘söz’ üzerine Kars Belediye Meclisince hemen durumdan vazife çıkarılıp apar topar alınan bir kararla bu sanat eseri 14 Haziran 2011 günü yıkılmıştır. Dolayısıyla gerçekte kimlerin “ vandal” olduğu ortadadır. Terim olarak vandalizm, 455 yılında Roma’yı yağmalayan Cermen soyundan bir kavim olan Vandallar’ın yerleşik yaşamda gördükleri her şeyi kırıp yıkan davranışından türetilmekle birlikte zamanla esas olarak insanların, anlayamadığı, anlamlandıramadığı objeleri, özellikle de sanatsal ve kültürel objeleri, şiddet yoluyla yok etmeleri anlamına gelmektedir.
Gezi sırasında on yılını tamamlamış olan bir iktidarın bu süre içinde yaptıklarına bakıldığında, başta yukarda belirttiğim Kars’taki heykelin yıkılması olmak üzere Yortanlı Baraj Havzası projesi nedeniyle sular altında kalan Allianoi antik kentinin yanı sıra Ilısu barajı ile Dicle nehrinin suları altında kalıp yok olmasına göz yumulan tarihi Hasankeyf örnekleriyle “vandal” teriminin tam anlamıyla kim(ler) için geçerli olduğu açıkça görülür. Kaldı ki AYM, Aksoy’un anıtının yıkılmasını ifade özgürlüğüne aykırı bularak kendisine tazminat ödenmesine hükmetmiştir. Öte yandan Türkiye ile Ermenistan arasındaki dostluğun pekiştirilmesi için yapılmış olan bu anıtın yıkılması sırasında Kültür bakanı görevinde bulunan eski “sosyal-demokrat” Ertuğrul Günay’ın da, hiç ayrıntısına girmeden, son derece kötü bir sınav verdiğini de belirtmeliyim.
Direniş ve “ örgütlü” siyasal hareketler
Gezi Direnişi’nin önce İstanbul’da ardından tüm yurtta patlak vermesi, sadece mevcut otoriter, faşizan karakterli bir iktidarı değil, aynı zamanda başta mecliste temsil edilen muhalefet partileri ile meclis dışındaki muhalif parti ve hareketlerini de deyim yerindeyse tümüyle “hazırlıksız yakaladı”. Bunlardan hiçbirinin, hatta aralarında, günün birinde böylesi bir “isyan”ın patlak vereceğini ve o zaman bu isyanı desteklemek bir yana bizzat içinde yer almayı öngörenlerin dahi, bu başkaldırıya, örgütlülük olarak ve daha önemlisi zihinsel olarak da hazırlıklı olmadıkları ortaya çıktı. Direniş, gerek kendisini sosyal medya üzerinden örgütlemesi, gerekse direniş sırasında ihtiyaç duyulan savunma araçlarını inşa edip saldırgan güçlere karşı kullanması ve her şeyden önce de, bu günlerde meydana gelen kitlesel yaralanmalara karşı kendi sağlık ağını/kurumlarını oluşturması bakımından esas olarak “spontan/kendiliğinden gelişen” bir hareketin tüm özelliklerini göstermiştir.
Bu bağlamda Direnişin en güçlü olduğu yanlarının saptanması bakımından İktidar sahiplerinin, en çok saldırılarına hedef olan “baş belası “ sosyal medyaya ve Direniş Günlerinde Taksim yakınlarında kurulan revirlerde sağlık hizmeti veren hekimlere karşı, kendi açılarından uygulamaya kalktıkları önlemlere ve bunlara ilişkin sergilemiş oldukları söylemlere bakmak yeterlidir. Bu iki düzlemde de Direnişçiler, son derece gelişkin bir örgütlülük düzeyi ortaya koymuşlardır. Bununla birlikte İstanbul’da elde edilen özgürleştirilmiş alanlar, başta Gezi Parkı olmak üzere Taksim Meydanı, resmi-sivil polis güçlerinin saldırılarına karşı korunamamış ve bu alanlar, bir süre sonra polis güçlerince işgal edilmiştir. Direnişçiler açısından son derece önemli olan bu alanların, tekrar emniyet güçlerince ele geçirilmesinde gösterilen zafiyetin nedenlerinin saptanması da Gezi Direnişinden ‒ en azından örgütlü siyasal hareketler için ‒ çıkarılacak/alınacak dersler arasındadır kuşkusuz.
Geziyi karalama kampanyaları
Gezi’nin hemen başında iktidar medyası alabildiğine bir karalama kampanyası başlattı. Bu kampanyanın merkezine de iki büyük yalan oturtuldu. Bunlardan birincisi Dolmabahçe Camisi’nde bira içildiği iddiası; ikincisi de Kabataş İskelesinde, türbanlı Müslüman bir hanımefendinin bir grup Gezici tarafından taciz edildiği iddiasıydı.
Bu iki asılsız iddia, daha doğrusu iki büyük yalan da gerek Erdoğan tarafından sık sık dillendirildi, gerekse iktidar medyasının anlı şanlı gazetecileri (İsmet Berkan gibi) tarafından da temcit pilavı gibi yinelenip durdu. Ancak Dolmabahçe Bezmiâlem Valide Sultan Camisinin – Erdoğan, her defasında bu ismi özel bir tonlamayla seslendirmektedir ‒ dürüst ve namuslu din görevlisi müezzin Fuat Yıldırım, emniyet ifadesinde “Ben din adamıyım yalan söyleyemem” diyerek Gezi direnişçilerinin camide ve bahçesinde bira içtikleri iddiasının doğru olmadığını belirtmiş ve bu ifadesini gerek Gezi sırasında ve gerekse sonrasında defalarca yineleyerek kamuoyunun gerçek hakkında bilgilenmesini sağlamıştır. Öte yandan Kabataş İskelesi’nde yaşandığı iddia edilen hadiseye ise tanıklık edecek tek bir kişi dahi çıkmamıştır. Böylece yalancının mumu yatsıya kadar da yanmadı. Ancak aradan dokuz yıl geçtikten sonra dahi onlara yapılan saldırının hâlâ sürdürüldüğünü görüyoruz. Gezi sürecini baştan sona çok kötü yöneten Erdoğan dün, Gezi’nin dokuzuncu yıldönümünde yaptığı konuşmada onca güzel insanın ölümünden, yaralanmasından ve sakat kalmasından tek kelime olsun söz etmezken Gezicilere bir de “çürük” ve “sürtük” ‒ Kırmızılı Kadın imgesinin onun kafasındaki karşılığı olmalı ‒ Erdoğan’ın bu konuşmasında Gezi Direnişi sırasında ayrı kazalarda hayatını yitirmiş olan iki emniyet görevlisinin ölümünden dahi söz etmemiş olması da son derece ilginçtir.
Her Yer Taksim, Her Yer Direniş!
Direniş tüm yurda yayılırken ortak sloganlarından biri de tüm yurtta, hatta “dünya”da dile getirilmiştir: “ Her Yer Taksim, Her Yer Direniş!”. Direnişin ve bu Direnişi tüm yurda yayma çabasında olan “GEZİDAŞLAR”ın bu sloganındaki “her yer Taksim” sözü, kısa süre içinde kesinlikle mecaz anlamını yitirerek “gerçek” anlamına kavuşmuştur. Bu yer ister ODTÜ, Boğaziçi, Galatasaray vb. gibi bir üniversitenin geleneksel mezuniyet töreni olsun, isterse geleneksel Gazi Koşusu veya bir spor karşılaşması olsun, orada bulunan yüzlerce, binlerce insan hep bir ağızdan bu sloganı haykırıyorsa gerçekten “Her Yer Taksim” olmuş demektir.
Türkiye, Taksim Gezi Parkında başlayıp bir yangın gibi önce bütün İstanbul’a ve ardından bütün büyük şehirlere, hatta köylere kadar yayılan protesto, gösteri, zaman zaman da polis şiddetine karşı direniş biçimlerini alan, siyasal ve toplumsal olarak halkın mevcut iktidara, onun yönetim tarzı ve üslubuna isyan olan büyük bir başkaldırıyı yaşadı. Ünlü Amerikalı gazeteci ve yazar John Reed, 1917 Ekim Devrimi’nde yaşadıklarını, gözlemlerini son derece etkileyici bir anlatımla yazdığı kitabına “ Dünyayı Sarsan On Gün” adını vermişti. John Reed’den esinle bizde de başta İstanbul olmak üzere tüm büyük şehirlerde yaşananlar için “Türkiye’yi Sarsan Gezi Günleri” denebilir.
Tarihsel akış içinde Gezi Direnişçileri, sadece Gezi Parkı’nın muktedirler tarafından yeniden “tanzim” edilmesini engellemiş olmakla kalmayacak, daha güzel bir dünya uğruna halkın özgürlük ve eşitlik taleplerinin hayata geçirilmesini sağlamak için gerektiğinde ülkenin her yerini gerçekten “Taksim” yapacaktır. Ülkenin tüm siyasi parti ve örgütlerinin kadroları ve sempatizanları ile o güne kadar politik yaşama kayıtsız kalmış, ‘apolitik’ denilen on binlerce insanı aynı şekilde içine almış; bir LGBTİ birey ile maço bir futbol fanının, kendisini aynı ölçüde özgür hissedebildiği ‒ bunun gibi birçok yönüyle Gezi sadece Türkiye’de değil dünyada da benzersizdir ‒ büyük Gezi Direnişi, kuşkusuz Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde daha şimdiden bir milat olmuştur: Bundan böyle Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihi, “Gezi’den Önce” ve “Gezi’den Sonra” diye anılacaktır.