Karanlık tarihsel gelenek
Türkiye Cumhuriyeti tarihi Osmanlı’dan devralmış olduğu bir mirasın özelliklerine de bağlı olarak bir tiranlık ve onu takip eden özgürlük mücadeleleri dalgalanması içinde ilerler. Aslında Osmanlı’da başlayan bu özellik, tiranların yarattığı basınca toplumdan gelen reaksiyonların özgürlük talebi etrafında ama yine de egemen sınıf katından yanıtlanması, özgürlüğü gerçekleştirdikleri iddiasında olanların kurdukları yeni bir tiranlıkla devam etmek özelliğini taşıyordu. Meşrutiyet henüz ortaya çıkmadan Osmanlı’daki hem çağdaş dünyada ortaya çıkan modernleşmelere yanıt olmak hem de toplumsal basıncı azaltabilmek üzere II. Mahmut’un âyanlar ile imzalamak zorunda kaldığı 1808 tarihli Sened-i İttifak, 3. Selim’in sürdürdüğü reformların açtığı zeminde1836’da Tanzimat Fermanı’yla bir çerçeve kazandı. Tanzimat’ı Gülhane Hattı Hümayun’u izledi; ancak atılan adımlar l. Meşrutiyet’e kadar toplumsal sıkıntıların üstesinden gelinmesine olanak sağlamadı.
Bu dönemde 1861’de ortaya çıkan Ermeni Anayasası‘nın Türkiye toplumundaki demokratikleşme açısından önemli bir adım olduğunun altını çizmek gerekir. Bundan çok daha önce Rumların özgürlük mücadelesinin Osmanlı’daki bir demokrasi mücadelesine dönüşmesini sağlamak amacıyla Rigas’ın 1793 Fransız Anayasası’nı esas alarak hazırladığı ‘İnsan Hakları Bildirgesi’ ve ‘Anayasa İlkeleri’ Osmanlı’da, Yunanistan’ın bağımsızlığının yarattığı infial içinde etkinliği yaygın olmasa da erken tarihlerdeki “demokrasi horozunun ilk ötüşü” (H. Milas) olmuştur.
Fransız devriminin etkisiyle tetiklenen reform dalgası 1876’da 1. Meşrutiyet’in kurulması ile zirvesine ulaşmış oldu. Meşrutiyetin kuruluşuyla birlikte iktidar katına yükselme, sultan olma şansını elde etmiş olan Abdülhamit bir yıl sonra bu meşrutiyeti ve Meclisi Mebusan’ı feshetmeden bir kenara koyup, hatta mebuslara maaş vermeye devam ederek, sultana dayalı bir tiranlık yönetimi oluşturdu. Abdülhamit’in 40 yıl yıl süren bu İstibdat yönetimi Türklerin ve tüm diğer ezilen milliyetlerin ortak özgürlük mücadelesi ile yüz yüze geldi; ve bilindiği üzere 1908’de bu mücadele Osmanlı’da o zamana kadar olan özgürlük mücadelelerinin zirvesini oluşturan ll. Meşrutiyeti ortaya çıkardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sultan karşısındaki gücünü artırabilmek için ezilen sınıfların yanında ezilen milliyetlerin desteğini de yanına çekmek için oluşturmuş olduğu çerçeve kendisinden sonra gelecek olan Cumhuriyet’ten daha geniş bir özgürlük zemini ortaya koydu.
Ama berbat geleneği en kötü biçimiyle onlar da sürdürdüler. İlan ettikleri tiranlık rejimiyle paylaşım savaşında söz sahibi olabilmek için Almanların yanında girilen cihan savaşı yenilgiyle sonuçlanınca bu kez Anadolu hareketi Türkiye’de yaşayan Kürtlerin özgürlüğünü de içerecek çerçevede, yeni kurulan Sovyet rejimiyle yakın ilişkiler içinde yeni bir “özgürlük ve kurtuluş” dalgası yarattı. Ama daha Kurtuluş Savaşı’nın içindeyken bu dalga yeni bir tiranlık oluşturacağı konusunda ilk işaretleri bu mücadelede ana direk görevini görmüş olan Kürtleri ve Çerkes Ethem’in Kuvva-yi Seyyare güçlerini tasfiye etmeye başlayarak ortaya koydu.
Feodal istibdat ve parçalanmaya karşı toplumu ulus çerçevesinde birleştirmek için milliyetçiliği geliştiren Avrupa burjuvazisinin gösterdiği ilerici tutumdan 100 yıldan fazla bir zaman sonra uluslaşmaya girişmek, hele bu uluslaşmanın da emperyalist gericiliğin biçimlerinden biri olarak dünyada faşizmlerin at koşturduğu bir dönemde gerçekleşmesi, Türk milliyetçiliğinin karakterini ilerici değil, başkalarına düşmanlık çerçevesinde şekillenmiş bir gericilik olarak belirledi. Böyle şekillenen milliyetçilikler bünyelerinde yoğun miktarda ırkçılık ve faşist tohumlar taşıdıklarından dolayı sıkıntıya düştükleri her durumda çok fazla zorlanmadan faşizm karakterini kazanırlar. Türkiye’de de milliyetçi akımların hemen hemen hepsinde bu eğilim kendisini sergiler. Kendilerini sosyalist ve sosyal demokrat olarak ilan edenler bile kendilerini böyle bir milliyetçilikten günümüzde dahi hala kurtaramamaktadırlar.
Daha sonraki yıllarda Mustafa Kemal kendisi ile uyumlu olanların dışındaki diğer bütün mücadele arkadaşlarını tasfiye edecek olan bir çizgiyi hayata geçirdi. Kendisinin ölümünden sonra da Cumhuriyet Halk Partisi aracılığıyla süren bu çizgi, 1950’de dünyada faşizmin yenilgisinden sonra İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Hitler faşizmi ile sürdürülen ilişkilerin hesabının Sovyetler tarafından sorulabileceğinin endişesi içerisinde Batı’nın koruma kanatları altına girebilmek için faşizmin yenilgisi ile oluşan demokrasi dalgasına teslim olup sınırlı çoğulcu bir sistemi benimsemek zorunda kaldı. Ancak bu çoğulculuk ezilen sınıfların, ezilen milliyetlerin kendilerini ifade etmelerine imkân verecek olan bir çerçeveye sahip değildi ve bunu da kimse onlardan zaten istemedi. Mustafa Kemal‘in İsmet Paşa‘nın yerine geçirmiş olduğu Celal Bayar önderliğinde oluşan Demokrat Parti, CHP’nin bütün tezgahlarına karşın geniş bir özgürlük talebi dalgasını arkasına alarak 1950’de iktidar olmayı başardı.
1950’nin getirdiği özgürlükler henüz hissedilmeye başlamışken Demokrat Parti, sanki geleneği bozmak istemezcesine kendi iktidarını devam ettirebilmenin yolunu yeni bir tiranlık sistemini hayata geçirmekte buldu. Toplumda yükselen özgürlük talebini 1960 darbesi ile değerlendiren Cumhuriyet bürokrasisi edindiği imtiyazı korumanın imkanını elde etmiş oldu. Ancak 1960 böyle bir darbe olmasına karşın denebilir ki, kendi amaçlarının ötesinde Türkiye toplumunda başka demokratik hakların ve dinamiklerin hayat alanı bulmasına da yol açtı. Aslında bu daha önceki tiranlığa karşı verilen özgürlük mücadelelerinin izlediği yoldan farklı bir yol oluşturmamaktaydı. Bonapartizme yatkın olan Cumhuriyet bürokrasisi bu kez varlığını ikili değil çoklu denge ile güvenceye almak istemişti.

Bir yandan Cumhuriyet bürokrasisi iktidar üzerindeki egemenliğini korumak için kurumlar oluştururken diğer yandan da toplumsal desteği arkasına alabilmek, çoklu bir denge oluşturabilmek için işçi sınıfının örgütlenmesinin, sendikal hakların genişlemesinin, sosyalizmin açık alanda ilk defa hayat bulmasının yasal imkanları da yaratıldı. Bu zamana kadar ezilenlerin mücadelesi gerek sınıfsal düzlemde gerekse inanç ve milliyetler düzleminde emniyetin meselesiydi; ancak 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin göstermiş olduğu başarı Türkiye toplumundaki yeni dönüşümün de işaretini verdi. Esasında 1950 ile birlikte hızlanan kapitalist gelişme, sınıflar ayrışmasını çok şiddetlendirmiş, kır-kent nüfus oranını büyük ölçüde değiştirmiş, kentlere büyük bir nüfusun yığılmasını ve işçi sınıfının hayat şartlarını iyileştirebilmek için mücadeleye atılmasını o zamana kadar görülmemiş boyutlarda sergilemeye başlamıştır.
Bu dönem de yine yeni bir baskı dalgasıyla karşılandı. DP’nin devamı olarak iktidar olan Adalet Partisi‘nin baskıları, toplumsal muhalefeti durdurmaya yeterli olmaması, devletin kendi içindeki yarılma, 12 Mart Darbesi ve yeni bir baskı şiddet dönemi ile karakterize oldu. 12 Mart darbesinin kendi içinde taşıdığı çelişkiler, “toprak işleyenin su kullananın”, “Che Guevera’nın önündeki kapılar kapalı olduğu için silaha sarılmak zorunda kaldı” imasıyla sosyalizme göz kırpan Ecevit, yeni bir “demokrasi-özgürlük” vaadiyle 12 Mart darbesini hızla geriletti. Ne var ki o da gerici milliyetçilik geleneğinin bir parçası olarak Kıbrıs’ın işgali ile iktidarının ömrünün kısalmasına ve yeni bir baskı döneminin şartlarının hazırlanmasına zemin hazırladı.
70’li yılların ortasından itibaren dünyada gelişen krize karşı o zamanlar Monaterizm diye adlandırılan neoliberal politikalar Türkiye’de de bir yapısal değişikliği uluslararası kredi kurumları aracılığıyla dayatmaktaydı. Bu dayatmalara yanıt olarak Adalet Partisi iktidarının hazırlamış olduğu bir dönüşüm planı hayata geçirilemeyince egemen sınıfların bilinçli biçimde yaratmış oldukları faşist milislerin oluşturduğu kargaşaya son vermek amacıyla, esasında sınıf mücadelesinin tümünü bastırmak üzere ABD’nin patronajı altında 12 Eylül Darbesi hayata geçirildi. O zamana kadar ezilenlerin mücadelesi ile kazanılmış olan bütün demokratik haklar ortadan kaldırılarak oluşturulan 1982 Anayasası ile de 2000’li yıllara kadar sürdürebilecek olan “askeri vesayet” diye nitelenen yarı askeri bir sistemin temelleri atılmış oldu.
Tarih esasında burada da tekerrür etti. Kürtlerin yükseltiği ulusal kurtuluş mücadelesini bastırma bahanesi ardında geliştirilen baskı sistemi, önemli bir özgürlük talebi oluşturmuştu. Saadet Partisi’nden ayrılan bir kesim böylesine büyük bir dalgayı da arkasına alarak iktidar olmayı 2001 krizinin ardından ABD desteğiyle başarabildi. AKP’nin politikalarının sergileyişi öylesine radikal görülmekteydi ki, birçok solcuyu, sosyalisti, liberal ve demokratı da kendi etrafında toplama başarısını gösterdi; zira partinin sözcüleri “milliyetçiliğin her türlüsünü ayaklarının altına aldıklarını, Kürt meselesinin kendi meseleleri olduğunu, şimdiye kadar askeri vesayet rejiminin yaratmış olduğu tüm baskı mekanizmalarına son verileceğini, işkencenin ortadan kaldırılıp Avrupa demokrasinin kriterlerinin benimseneceğini” her dakika ilan etmekteydiler.
Aslında bunu yeni bir tiranlık dalgasının izleyeceğini anlamak için meşum geleneği bilmek ve hareketin önderinin daha önceden sergilemiş olduğu tutumlara bakmak yeterliydi: “Demokrasiyi ulaşacağın yere vardıktan sonra inilecek olan bir tramvay” olarak niteleyen, onu böylesine araçlaştıran birisinin demokrasiyi bir yaşam tarzı olarak gerçekten savunduğunu düşünebilmek olanaklı değildi:
Demokrasi onun için ulaşacağı hedefe varmakta kullanılacak bir araçtan ibaretti; ve tabii ki bunun doğrudan sonucu olarak da hedefe varıştan sonra o demokrasinin imha edilmesini beklemek gerekirdi.
Öyle de oldu! AKP iktidarı kendisini 2010 Anayasa değişiklikleriyle konsolide ettikten sonra, ardından tüm demokrasiyi tasfiye etmeyi, daha sonrasında da kaybetmiş olduğu seçimleri bile hile hurdayla kazanmış gibi göstermeyi başardı.
Yeni “muhtemel” seçimler vesilesiyle bu konunun üzerinde böylesine uzun boylu durmamızın nedeni, yeniden aynı durumla yüz yüze gelme ihtimalinin çok yüksek olmasıdır.
Restorasyon tehdidinin ciddiyeti Cumhur ve Millet İttifaklarını aynılaştırmaz
Bugün iktidarının karşısında bir alternatif olarak yükselmekte olan Millet İttifakı sergilediği tutumlarla özgürlük taleplerinin gerçekleştiricisi olmak yerine sözünü ettiğimiz geleneğin bir takipçisi olacağı konusunda daha fazla işaretler vermektedir.
Tutumlarının karakteristik özelliğini bugün Halkların Demokrasi Partisi’ne karşı göstermiş oldukları tavır sergilemektedir. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin sağladığı olanaklar çerçevesinde ortaya çıkmış olan bir ittifak Türkiye politikası sürdürürken Millet İttifakı HDP’yi iktidarın tarifi ile ele almakta ve onu terörist olarak kendi ittifak ilişkisi içerisinde görmediğini defaatle ortaya koymaktadır. Demokrasi için böylesine mücadele vermiş olan bir halkın terörizmle bağlantılı ilan edilmesi, bundan başka bir tanımın bulunamaması/tercih edilmemesi, yüzlerce insanın AKP’nin beslediği teröristler tarafından katledilmiş olduğu gerçeği karşısında esas terör odağının AKP iktidarı olduğunun ilan edilmemesi, esasında Millet İttifakı‘nın karakterinin ne olduğunu sergilemektedir. Demokrasi mücadelesini ve demokrasi savunucularını terörist olarak niteleme aslında kendisini de AKP iktidarının yanına koymak anlamına gelir.

CHP sosyal demokratlaşma konusunda kimi adımlar atmaya çalışsa da özüne yerleşmiş olan şoven milliyetçilik illetinden kurtulamadı; bundan kurtulmak için de esasında hiçbir özel çabası olmadı. Halbuki, Kürt meselesi bu tarihsel hastalığı sağaltmak için en büyük imkanı sunmuştu. AKP bu imkanı faydacı çerçevede CHP’den çok daha iyi değerlendirdi ve bundan dolayı da ona hiçbir şey olmadı. Yani meselenin ana engelini kimilerinin sandığı gibi toplum nazarında oy/itibar kaybına uğrama korkusu değil, bizzatihi yapının ana direklerinden birinin şoven milliyetçilik olması oluşturmaktadır.
Topluma şovenizmi şırınga edenlerin en eskisi CHP’dir. Başına bir Alevi-Kürdü de getirseler durum en ufak bir değişiklik arz etmez. Onun için de CHP’den çağdaş demokrasi atılımlarını beklemek olanaklı değildir. Böyle bir yapısal özelliğe sahip olan bir partinin kendisinden daha da gerici pozisyonlarda olanlarla bir araya gelerek oluşturmuş olduğu ittifakın onu daha da gerilere çekmekte olduğuna kuşku yoktur.
Bu muhalefetin karakteristik özelliği, iktidarın bir bütün olarak nasıl bir demokrasi düşmanı olduğunu sergileyen bir çerçeve ortaya koymak ve bu konuda talepleri olanlarla bir araya gelmek değil, kendi hayat alanını rakibinin hayat alanında kurmaya çalışmak oluşturmaktadır.
İttifakın bileşenleri gerçek bir demokrasi savunucusu olmaktan ziyade geleneksel devlet karakterini korumak suretiyle, yani eskiyi yeniden kurmak üzere “yeni iktidarı” oluşturma çizgisinde buluşmaktadırlar.
İktidara alternatif olduğu görülen böylesine bir gücün bu karakteristik özelliği bizi bu ittifak konusunda son derece dikkatli olma ve tüm ezilenleri bu ittifak karşısında uyarma görevi ile karşı karşıya getirmektedir. Zira gelenek de göz önünde bulundurulduğunda gerçekleşecek olanın geçmişin yeniden kurulması olacağına çok fazla kuşku kalmamaktadır.
Ne var ki AKP iktidarının alaşağı edilebilmesi için bu ittifakla belli bir ilişkinin sürdürmesi de tarihsel bir zorunluluk olarak karşımızda bulunmaktadır. Bu konuda tarihte işlenmiş olan hatalara düşmemeye özel bir önem vermek gerekmektedir. Faşizme karşı mücadeleyi sosyal demokrasinin oluşturmuş olduğu tehdit karşısında küçümseme, faşizmin oluşturduğu tehditleri görmemezlikten gelme, onun demagojisi içerisinde kolayca boğulup alt edilebileceğini sanmak, faşist iktidarların kuruluşunun ve insanlığın başına İkinci Paylaşım Savaşı gibi büyük bir felaketin gelmesinin de temelini oluşturur.
Dolayısıyla, Millet İttifakı’nın da taşıdığı zaaflar dolayısıyla iki ittifakın arasında herhangi bir farkın olmadığı zehabına kapılarak iki ittifak karşısında tarafsız olan üçüncü bir seçenek olmaya kalkışmak tarihsel hatayı tekrarlamak anlamına gelecektir. Binnetice antifaşist mücadelenin bir zorunluluğu olarak AKP-MHP faşist iktidarının kaybetmesi için Millet İttifakı ile belli bir ilişkinin sürdürülmesinin tarihsel bir zorunluluk olduğu durumda yığınların yüz yüze bulunduğu tehlike karşısında da titizlikle uyarılması gerekmektedir.
Hegemonya yokluğu ve gerçek seçenek
Millet İttifakı‘nın bu tutarsız konumu can sıkıcı olsa da, aslında çok da kötü bir duruma işaret etmez; esasında bu, geleceğin demokratik toplumunun kuruluşunda bir engelin kendiliğinden ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Yani bir restorasyonun gerçekleştirilmesi durumunda bile toplum üzerinde hegemonya kuramamış olan iktidarın bunu bir başka seçeneğe kaptırması da kaçınılmaz olacaktır. Bu durum yeni bir hegemonyanın kurulması imkânlarının HDP eksenli bir ittifakın etrafında oluşturulabilmesinin imkanlarının oluşması anlamına da gelir.
Bugün iktidar sahiplerinin bizatihi kendi ağızlarından ifade ettikleri gibi onların da toplum üzerinde oluşturabildikleri bir hegemonya söz konusu değildir; tam tersine oluşturdukları kısmi ideolojik ve politik hegemonya da 2015’den beri aşağıya doğru bir seyir izlemektedir.
Bu bize gelecek açısından umutlu olma imkânı sunmaktadır. Millet İttifakı’nın iktidarı alması ya da kaybetmesi durumunda bizim için her halükarda üçüncü alternatifi yaratabilmek açısından diğer alternatiflerin hegemonya yokluğu dolayısıyla önemli bir imkan ortada durmaya devam edecektir. Elbette her iki durum birbiriyle eşit derecede aynı değildir; AKP’nin bir kez daha kazanması durumunda faşizmin kurumlaşmasında bir adım daha ileri gidilmesi daha sonra gerçekleştirebileceğimiz ideolojik-politik hegemonyanın koşullarının çok daha zorlaşması, belki de yasal imkanların tümden ortadan kaldırılması anlamına da gelecektir. Ancak bir iktidar değişikliğinin ardından olabilecek olan yeni bir hegemonya mücadelesi bizim için daha büyük kolaylıklar taşıyacaktır. Bu hem faşizmin kaybetmiş olması hem alternatifinin de bir işe yaramadığı konusunda kitlelerin kendi deneyimleri ile öğrenmeleri açısından son derece önemlidir. Böylece Lenin’in Ekim Devrimi arefesinde söylediği gibi “her parti iktidarını denemiş, seçenekler tükenmiş ve yeni bir seçeneğe yer açılmış olmaktadır.”
Yunanistan‘da yaşanmış olan Syriza deneyiminin bize öğretecekleri gerçekten çoktur. Bir zamanlar yüzde onun altında bir kitlesel desteğe sahip iken ve Komünist Partisi‘nin şiddetli karşı çıkışlarına rağmen bu desteğini önce yüzde onların üzerine çıkarmış ve daha sonra da sosyal demokrat partiyi tümden silerek iktidara ulaşma şansını elde etmiş olan Syriza’nın bu şansı iyi kullanılmamış olması, izlenen yolun yanlış olduğuna değil, o yolda önderlik edenlerin hesabını kitabını iyi yapamamış olmalarına işaret eder.
Halkın kendilerine emperyalizme karşı duruşta destek vermesine rağmen emperyalistlerin tehditlerinden ürken Syriza önderliği radikalleri tasfiye etmek suretiyle hem emperyalistlerin dayatmalarına boyun eğmiş hem de bunun sonucunda iktidarı kaybetme durumuna düşmüştür. Böylesine bir deneyimin yaşanmış olması bizim için son derece önemlidir; kendi ilerleyişimizde de böylesine tehditlerin ne anlama geldiğini önceden öğrenmiş olup buna göre adımlarımızı atma şansını elde etmiş olmaktayız. Syriza’nın yükseliş ve çöküşü bizim başarımızın temelini oluşturabilir. Bu derslerin gerçekten iyi değerlendirilmesi gerekir. Faydacılığın bizim saflarımızda da olmadığını söylemek mümkün değildir. AKP’nin gidişinin ardından oluşacak iktidardan kıytırık da olsa bir pay kapma düşüncesi HDP ittifakının üçüncü kutup olarak seçenek oluşturmasının önüne geçebilecek en önemli zaafı oluşturur. Böyle düşünenlerin olduğu kimse için sır değildir ve gelecek açısından önemli bir zaaf oluşturmaktadır.
Türkiye politikasında seçenek olarak görünürlük
İktidarın yaptığı yanlışlar onun taraftarlarını kopuşa yöneltiyor. Ama koptuktan sonra insanların bağlanacakları yeri seçmelerinde, yöneldikleri yerin ne söylediği son derece önemlidir. Bu kopanların, geldiği yerin söyleminin benzerini gördüğü yere gitmesi beklenemez. Bıktıkları işlere karşı neyin önerildiği onların bağlanmasının esasını oluşturur. Bu konuda ikna edici bir berraklık sağlanamadığında insanlar bağımsız durmaya devam eder ve hatta kopulan yerde umut verici bir değişimin olup olmadığını bile gözlemeye devam ederler. Onun için alternatif olanın ne savunduğu iktidarın hatalarından daha önemlidir. Hatta denebilir ki, iktidarın hatalarının kendilerinin yegane şansını oluşturduğunu sananlar hiçbir zaman kazanamazlar. İktidar, etrafındaki çeperlerin kopmasına doğrudan yol açacak hata yapmayacak olsa da muhalefetin, kazanabilmek için iktidardan daha iyi bir seçenek hazırlamış olduğunu göstermesi gerekir. İşte bu Millet İttifakı denilen altılı masada hiç olmayan bir şeydir.
Millet İttifakı’nın güvenilirlik açısından iki temelli yanılgısı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ne söylediklerinin belirsiz olmasıdır. Evet, birçok şeyler söylemektedirler ama bu söylenenlerin sistematik bir çerçevesi olduğunu, yeni bir yapılanmanın güvencesi olduğunu ortaya koyabilecek olan akılda kalıcı, var olan taleplere net yanıt oluşturan hiçbir somut öneri ortada bulunmamaktadır. Bugün Türkiye 12 Eylül’ün hazırlamış olduğu ve AKP’nin de tek adam rejimi kurmak üzere kendisine göre yeniden şekillendirdiği gerici bir anayasa ile yönetilmektedir. Belli bir devlet yapısının temel kaynağı onun anayasasıdır. Eğer mevcut devlet biçimi aynı şekilde devam etmeyecek ve eski askeri vesayet rejimine de geri dönülmeyecek ise yeni çerçevenin ne olacağını açık olarak tarif edecek olan yeni bir anayasanın ortaya konulması gerekir. Millet İttifakı bu açıdan son derece geç kalmış durumdadır; böyle bir anayasa taslağını toplumun bilgisine, tartışmasına, içselleştirmesine imkan sağlamak üzere çoktan sunmuş olmaları gerekirdi; ancak böylelikle bir restorasyonun olup olmayacağı konusunda topluma da beklediği güven verilmiş olabilirdi.
Bu gerçekleştirilmediği gibi bunun yanında böyle bir talebin görünürlüğü ve toplumda benimsenmesini sağlayacak olan bir eylemlilik çerçevesinden de titizlikle uzak durulmaktadır. Belli ki, kitlelerin sokaktaki aktivitesi, kendi kaderlerine müdahale etmeleri ve buna alışmaları şimdiye kadar sürdürülen merkezin her şeyi belirlediği bürokratik merkeziyetçiliğin yerini alması endişesi Millet İttifakı’nı sokaktan uzak durmaya sevk ederken yığınları pasifize etmek üzere de sokağın provokasyon olduğu ve AKP’nin de bunu beklediği iddiaları yaygınlaştırılmaktadır.

Aslında AKP’nin tam da istediği bu propagandanın yapılması ve terörden beklenilen yıldırma işinin teröre başvurmaya gerek kalmadan muhalifler tarafından gerçekleştirilmesidir. Halbuki, AKP terörün egemenliği ile 2015’ten beri seçimleri almış gibi görünebilmekte ve bu durumu yeni seçimlerde de güvence altına almak için klasik faşizmin gerçekleştirdiği türden muhtelif paramiliter örgütlenmeleri hayata geçirmektedir.
Onların yapmadıkları bu işleri üçüncü seçeneğin, esas olarak da HDP’nin gerçekleştirmesi daha fazla hayati bir önem kazanmaktadır. Elbette HDP’nin günlük görünür eylemlilik içerisinde olmasını sağlamak, söylemek kadar kolay bir iş değildir. Binlerce üyesi ve yöneticisi sürekli olarak hapishanelere doldurulan bir partinin günlük eylemlilik sürdürmesinin ne kadar zor olduğu izahtan vareste bir bedahattir. Ne var ki, yerine getirilmesi gereken görev de budur. Herhangi bir siyasal talebin görünür hale gelmesi ve yığınlar tarafından benimsenebilmesi ancak günlük sürekli bir eylemlilikle mümkün hale gelebilir. Bu nedenle, HDP böyle bir eylemliliğin sürekliliğini gerçekleştirmek için kalan tüm enerjisini günlük kampanyalar biçiminde ortaya koyarken, eksik kalan, tüketilen enerjisini tamamlayabilmek için Türkiye politikasının altını daha kalın çizerek ittifakının çerçevesini genişletmenin imkanlarını da sonuna kadar zorlamak durumundadır.
Varolan durumda HDP’nin Kürdistan’da belki biraz daha genişlemesi mümkün olacaktır. Ama Türkiye siyasetinde belirleyici güç haline gelebilmek nüfusun çoğunluğu içindeki etkinliğini artırmaktan geçmektedir. Bu olmadan Syriza başarısını Türkiye koşullarında tekrarlayabilmenin olanaklı olmadığı herkesin bildiği bir gerçektir.
Yeni anayasa ve ittifak için zaruri talepler
1982 Anayasası’nın boğucu boyunduruğundan kurtulabilmek için 2010 anayasasına destek veren yığınlar, yapılanın aslında kurtulmak istedikleri 1980 askeri vesayetinin yerine AKP-MHP faşist vesayetinin geçirilmesi olduğunu geç de olsa idrak edip, faşist bloktan adım adım uzaklaşmaya başladı. Zaten faşist hükümetin başı da toplumda ideolojik hegemonyayı gerçekleştiremediklerini ikrar ederek, toplumsal rıza‘nın yerine şiddeti geçirmenin kurumlarını oluşturmaya çoktan başladı. İktidarın başarısızlıkları yığınları ondan uzaklaştırmaya başlamışken, muhalefetin aynı şekilde güçlenmediğine ve kopanların önemli bir kesiminin tarafsızlar tribününde beklemeye devam ettiklerine tanık olunmaktadır.
Bu bekleme tutumu esasında yığınların, tarihsel “tiranlık-özgürlük mücadelesi-tiranlık zincirini” kırmaya hazır bir hale geldiğini ortaya koymaktadır. Mevcut iktidardan özgürlük bekleyerek destek vermiş olanlar, başka şeyler yanında uğradıkları hayal kırıklığının yanıtını muhalefette bulamadıkları için ara yerde kalmaya devam etmektedirler. Sütten ağzı yanan ayranı üfleyerek içer diye boşuna dememişler.
Yığınlar yaşadıkları deneylerle artık yeni bir devlet biçiminin, demokratik bir devlet biçiminin gerçekleştirilmesinin yeni bir anayasaya bağlı olduğu gerçekliğini, bulutlar arkasından görür gibi olsa bile, idrak etmiş görünmektedirler. İşte bütün muhalefetin mevcut iktidar karşısında güvenilir olabilmek için yerine getirmesi gereken görev, demokratik bir toplumun kuruluşuna yol gösterici olacak olan, çağdaş değerleri içeren demokratik bir anayasanın topluma sunulmasıdır.
Böyle bir çerçeve ortaya konulmadan neyin üzerine anlaşılmış olduğu bulutların arkasında kalacaktır. Sadece faşist blokun iktidardan düşürülmesi konusundaki anlaşma geleceğin ne olacağı konusunda herhangi bir güvence sunmazken, daha muhtemel görünen tarihsel geleneğin sürmesine imkan sağlayarak özgürlük derken yeni bir diktatörlükle yüz yüze gelinmesinin daha büyük bir ihtimal olarak ortada kalmasına neden olur.
Eğer muhalefet bir seçim başarısı arıyor ise topluma böyle bir gelecek için güvence oluşturabilecek bir taslağı çoktan sunmuş, tartıştırmış ve benimsenmiş olmasını sağlamış olmalıydı; böyle bir girişim için çok geç kalındığına hiçbir şüphe yoktur.
Bu konuda geç kalınmamış olsaydı başka şeylerde daha kolay anlaşabilme olanağını da siyaset arenasına getirebilirdi. Ne var ki, önümüzdeki “muhtemel” seçimlerde ittifak gerçekleştirebilmek için böyle bir anayasanın her noktasında mutlaka uzlaşmak kuşkusuz beklenebilecek bir şey değildir. Ayrıca böyle bir anayasanın benimsenmesi daha uzun vadeli, toplumun tümünü içeren tartışmaları gerektiren bir süreçtir.
Ancak demokratik bir anayasanın temelini teşkil edebilecek olan belki de -ezilenlerin iktisadi, siyasi, ulusal, kültürel, cinsel, inançsal taleplerini dile getiren- 10-20 maddede özetlenebilecek bir çerçeve bugün AKP iktidarı karşısında oluşturulabilecek olan ittifakların da temelini oluşturabilir.
Bugün her ne kadar Millet İttifakı faydacı ve ilkesiz davranarak demokrasi mücadelesinde HDP ile bir ittifakı kabul etmese bile üçüncü seçenek olarak böyle bir çerçeveyi bizim ortaya koymamız gerekir.
Millet İttifakı bir arada oluşlarını on maddelik bir çerçeve ile ilan etmiş olsa da bunların hiçbirinin bir restorasyondan öteye gidebileceğinin güvencesi yoktur. Ortak açıklamada eski anayasada söylenenlerin tekrarlanmasının çok az ötesine geçilmiştir. Meselenin özü, sadece şimdiki durumun aşılması değil, askeri vesayetin egemen olduğu, eskinin de tekrarlanamayacağı, ilkesiz bir politik ilişki zemini yerine yığınların da içinde söz sahibi olduğu demokratik bir toplumun geliştirilebilmesi, çağdaş demokratik bir çerçevenin yaratılmasıdır. Toplum nazarında buna itibar kazandırılmalıdır.
Böyle bir çerçevenin ortaya konulmasından ve Millet İttifakı‘nın bu çerçeve üzerinde söyleyecekleri kamuoyu tarafından duyulduktan sonradır ki, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde üçüncü alternatif olarak bu talepleri dile getiren adayın desteklenmesi de kuşkusuz yerinde olacaktır. Böyle bir çerçeve ortaya konulduktan sonra adayın kişi olarak kim olacağının önemi kalmaz ve kişiler üzerine olan tartışmalar yerine, ortaya konulmuş olan taleplerin içeriğinin derinleştirilmesi ve kimin bu taleplere ne ölçüde sahip çıktığının izlenmesi tutum alma noktasında ezilenler için yeterli olur.
Seçim güvenliği can alıcı niteliktedir
AKP’nin 2015 den beri seçimleri hile ve şiddet yoluyla aldığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, şimdi kaybettiği hegemonyaya bağlı olarak da bu yollara daha yoğun biçimde başvuracağını kestirmek hiç de zor değildir; Yine, sayısız seçmen transferleri yapılacak, kanuna aykırı biçimde mühürsüz zarflar sayılacak, trafolara kediler girecek, meydanlarda silahlı gösteriler yapılacaktır; hele hele SADAT türünden sayısı bilinmeyen paramiliter örgütlerin varlığı ve emniyetin 150 bin civarında kayıp silahının nereye gittiği tartışma konusuyken, seçim güvenliği konusunda endişeli olmak dünkünden biraz daha fazla yerinde görünmektedir.
Millet İttifakı’nın faaliyetlerine bakıldığında onların da gittikçe artan seçim güvenliği tehditi karşısında bir şeyler yapmak, belli tutumlar geliştirmek zorunluluğunu duyduklarını görmekteyiz; ama yaptıkları açıklamalarla seçim güvenliğini sağlamanın esasında pek de mümkün olamayacağını göstermektedir. Seçim güvenliği sadece bir takım beyanlar ve sözü edilen tedbirlerle değil esas olarak bir kitle seferberliği ve geniş bir örgütlenme ağı tarafından gerçekleştirilebilir. Seçim güvenliği, her türlü tedbiri göz önünde bulunduran başlı başına bir örgütlenme meselesi haline gelmiş bulunmaktadır.
Dolayısıyla bu durum bizim karşımıza seçimlerin güvenliği meselesini acil bir sorun olarak getiriyor. Bu sadece seçimlerin güvenliğini sağlama meselesi değil, aynı zamanda geniş kitleleri harekete geçirme ve 3. alternatifle ittifak kurma konusunda devlet eksenli bir zaaf içerisinde olan Millet İttifakı‘nın gerçek hayat içerisinde bizlerle bir ittifak ilişkisini geliştirilmesine de imkan sağlama meselesidir. Eğer 200.000 civarındaki sandığın her birine (kitlesel olarak orada sandık başında varolmak gerekse de) en az 5 kişi göndermek gerekecek olur ise bu 1 milyondan fazla insanın harekete geçirilmesi demektir. Dolayısıyla da muhalefetin her bileşeninden oluşan bir milyondan fazla insanın önceden kurgulanmış biçimde birlikte davranışı toplumun bütün muhalif kesimlerinin birlikte davranışının da bir aracını oluştur. Mesele elbette ki, her sandığa gözetçi göndermek değil, bunların etkin bir biçimde görev yapabilmesi için gereken örgütsel ve teknik tedbirlerin de alınmasıdır. Bu sağlanamadığı takdirde, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi “adam seçimleri alır” ve kimsenin de gıkı çıkmaz. Alıştığı üzere “atı alan hırsız artık çoktan Üsküdar’ı geçmiştir!”
Seçimler yapılacak mı?
Seçimlerin nasıl olacağı üzerine tartışırken ne zaman olacağı ya da olup olmayacağı meselesini de göz ardı etmemek gerekir. Faşist blok geçen yılın sonundan beri seçim için muhtelif hazırlıklar yapagelmektedir. Öncelikle yeni bir seçim kanunu hazırlayarak, Millet Muhalefeti’ni paralize edip, HDP’yi, üyelerini kitleler halinde tutuklayıp, kapatma ile yüz yüze getirerek işleyemez hale sokarken, yığınlar nezdinde itibarını artırabilmek için de girişimlerde bulunmaktadır.
Yandaş sermayenin çıkarlarını koruyabilmek ve yerel seçimlerde kaybedilen rant alanlarının getirisini telafi etmek için devleti soyup soğana çevirmenin sonucu olarak enflasyonu %100’lerin üzerine tırmandıran AKP, henüz faşist kurumlaşmayı tamamlayamadığı ve hala toplumsal rızaya ihtiyaç duyduğu için asgari ücreti iki katına çıkarmakta, yetmedi %40 daha artırmakta, kimi vergilerden sözde vaz geçerken başka vergileri daha da arttırmak ve nihayetinde Kürtlerin oylarını bölmek ve almak için, yeni girişimler peşinde koşmaktan geri durmamakta ve en büyük umudunu da güvenlik ve beka sorununu bir savaş aracılığıyla iktisadi sorunların önüne geçirmeye bağlamış görünmektedir.
Bunları sürekli bir deneme ve bir baskın seçim mantığıyla gerçekleştiren faşist blok bir türlü istediği olumlu yanıtı alamayarak seçim tarihini gerilere itmektedir. Bütün kamuoyu yoklamaları mevcut durumda gerçekleşecek bir erken seçimin faşist blokun iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanacağını ortaya koymaktadır.
Aksinin olabilmesi için koşulların radikal bir biçimde değişikliğe uğratılması gerekmektedir. Ancak olağanüstü koşullarda olacak bir seçimi sopa zoruyla CHP’nin 1946 seçimleri gibi kazanma ihtimali vardır. Bunun dışında bütün ihtimaller, hile ve zora baş vurulsa bile, muhalefetle iktidar arasındaki farkın gittikçe büyümesi sonucu bu şiddet araçların kullanımının zorlaşacağına ve belli bir noktada da ters tepeceğine işaret etmektedir.
Şimdiden blokun denetlediği güçlerin su sızdırmaya başlaması, devletin bir mafya aygıtına dönüşmüş olduğu, bir mafya şefinin açıklamalarının bile iktidarı sarsacak karakter kazanması, para bulma yanında sırf mafya sarsıntılarının önüne geçebilmek için 15 Temmuz darbesini finanse ettiğini kendilerinin iddia ettikleri BAE emiriyle içli dışlı ilişkilere girilmesi, katilliği TC güvenlik makamlarınca dünyaya ilan edilen ve RTE’nin katilliğini bizzat kendisinin dillendirdiği Suudi Prensi Salman’ın uçak merdivenlerine kadar yolcu edilmesi, kanunsuz uygulamalardan bürokratların birçoğunun sıkıntı duymaya ve artık dışarıya sızdırmaya başlamış olmaları faşist blokun her şeyi canının istediği gibi denetleyemeyeceği bir konum ve kırılgan bir dengenin içerisinde olduğunu gösteriyor.
Toplumsal denetimi daha fazla kaybettiğinin kanıtı olacak olan toplumsal hareketliliğin artışı, seçim döneminin bu gerçekliğin ortaya çıkmasına vesile olacak olması RTE’yi planladığı seçimleri sürekli geriye itmeye zorlamakta ama bekledikçe de durumun daha fazla kritik bir karakter kazanması nedeniyle de bu onu seçimi hiç yapamaz bir konuma sürüklemektedir. Ne var ki seçimlerin ertelenemeyeceği bir tarih mevcuttur. Bu noktadan öteye artık toplumsal meşruiyetten tümünden vazgeçerek “yapmıyorum” demenin faturasının ne olacağı da kimse için belli değildir. Ama tarihsel deneyin ortaya koyduğu gerçek de bu yola başvuranların her defasında kendilerini namlunun ucunda bulduklarıdır.
Bir ihtimal daha var, o da kaçmak mı dersin?