Hayatın bir takım politik söylemleri doğrulatması bu söylemlerin ortaya çıktığı dönemin ihtiyacı olmasından kaynaklanır. Bu gün yaşananlar ve Türkiye halklarının gelmiş olduğu nokta açısından, doğrulanamayan politik tahliller bir coğrafyanın tüm dinamiklerini tarihsel olarak düşünmüş olmamaktan ileri geliyor.
7 Haziran seçimlerinden sonra bölgede ve özelinde Cizre’de yaşanan katliamın kendisi bu coğrafyanın tarihinden ve mirasından koparılarak ne anlatılabilir ne de anlaşılabilir. Günümüz toplumlarının hem sosyolojik açıdan aynı potada eritilmiş hem de zamansal bakımdan parça parça edilmiş yapısı, kendini tarihsiz ve maddi kişisel bütünlüğü dışında her şeyden kopuk ve bağımsız bir parça imiş gibi düşünüyor olması, kendi tarihini ortak bir tarihe sahip olduğu bir başkasından ayırarak ilerlemesine neden oluyor. Uzun bir süreç içinde örgütlenmiş olan ve artık bazı sabit ölçütleri doğru kabul edilerek ilerlenen bir toplumsal yapıdan söz ediyoruz. Bu doğrular içinde kurgulanmış bir toplumsal yapı ve böyle kurgulanmış bir toplumsal yapı içine doğmuş jenerasyonlara, o ana ait gündemin kendisini o andan ibaret olarak tüm yönleri ile kavratamazsınız ve aynı çizgide bu gündem üzerinde uzlaşamazsınız.
Toplumun belli bir kesiminin bu belleği “tarihsiz’’ oluşundan mütevellit, verili resmi tarih anlatımını modern dünyanın tektipleştirdiği pragmatist , pozitivist ve salt ilerlemeci aklı ile okumasına neden oluyor. Ve bir de bu okumaya uygun kurgulanmış hissedişler eşliğinde geri dönüşler veren bir toplumsal atmosfer içinde katliamları, savaşları, otoriter yönetimleri, ulus devleti, sömürge sorununu ,sınıfı, kadını… hepsini tartışmaya ve sahip olduğumuz yaşantı tahayyülünün altında ezilmeyi göze alarak bu belleksiz , hafızası bastırılmış kesimle de yüzleşme beklentimizin olduğu bir kavgaya girişiyoruz.
Çünkü aslında temel mesele gündemin kendisinin farkında olmamak değil kendi tarihini tüm yönleri ile bastırdığı gibi bugünün farkındalığını ve bilgisini de bastıran bir toplumsal yapının varlığıdır. Ne Cizre ne de bölgenin durumu artık bir bilinemezler yada farkında olmamalar üzerinden tartışmalı olamaz. Tarihini bastıran kimselerin bastırdığı konular ve siyasi bastırılmışlığının geri dönüşü bu günün sinik toplumu ve siyasi algılayışın çarpıklığı şeklinde geri dönmüştür. Halka rağmen güya halk için gerçekleşen devrimlerden tutun da ilerlemecilik adına halkların vicdanlarına dair yasalar koymalara kadar böyle başlayan cumhuriyet tarihi bu gün kendini egemenden yana konumlandıran kesimler tarafından birer travmadır.
Devletçi zihniyetin ve otoriteryenliğin toplumun tüm tabakalarında örgütleneceği kurgusal haklılaştırmalar, üretilen korkular ve değerlerin hissediş biçimi olarak yerlerinin adım adım değiştirildiği bir dünya düzeni sonucu insanlık kendi vicdanına karşı bir savaşıma girişmiştir. ��çindeki ses , gözünün önündeki somut gerçeklik, kulağının içine bağıran doğru ne kadar yakın ve ne kadar haklı olursa olsun otoritenin dışına düşmemek için bu sesi susturmak, bu resmi silmek , bu kulağı kesmek ve esasında bu vicdani sorumluluğu harekete geçiren herkesi ve her şeyi bir suçun parçası ilan edip saldırıyı ,görmek istemediklerine yönlendirmek ile malul oluyor. Dolayısıyla sorun en tepede hangi suçlunun hangi suç ile orada yer aldığının deşifre olup olmama sorunu değildir. Sorun bir takım siyasi kurum mekanizmalarının nasıl işlediği ve nasıl işlemesi gerektiği sorunu da değildir. Sorun, hayatın mücadele dinamiklerini bir takım otoritelerin hareket tarzına endeksleyip nasıl bir hamlede tüm toplumu daha olumlu bir çizgiye çekip çekmeyeceği, hangi uluslararası dengelerde coğrafyanın iç yapısının ve dış ilişkilerinin nasıl pozisyon alacağını tahmin edip edememe sorunu da değildir.
Sorun, katliam olurken ve her şey kaldığı yerden devam ederken en az bu tarihsizler kadar herşeyi unutup bir can havli hissiyatı duymadan , bir hüzün belirtisi göstermeden katliam denen şeyin şokunu yaşamadan, o katliamın içinde bulunan birinin dediğine yaklaşır (yaklaşır diyorum çünkü bunu somut olarak yaşayanın kendisi ile birebir aynı hissedişe sahip olunması beklentisi yok.) bir şey deyip hissetmeden buz gibi bir soğukluk ile siyasi tahliller yapma, yapabilme durumunun kendisidir. Sorun bu soğukluğun koşulu olan yaşanan şeyin kendisini hakikatinden koparıp bir kurgu formatında örgütlenmiş bir şey olarak görüp, bölgeyi bir laboratuar edasında siyasi tahliller yoluyla insanlara anlattıran pozitivist akıl. Sosyal medyada yaşanan katliamın kendisini tartışmak , katliamın kendisini yaşamaktan daha az umut öldürücüdür.
Otoriter kişilik gündelik yaşantıda pek dikkat çekmeyen faşizan eğilimlerini, bir sorunun çözümü olarak tarif edilen ve aslında o sorunun nesnesi olmaya indirgenmiş Kürtler üzerinden kendini her fırsatta ortaya koyar.
Otoriteryanlik salt yönetim mekanizmalarının kendisinde veya yönetenin yönetme mantığında değil, yönetilme algısının kendisi ile devletin kendi varlığını darbeler dolayısıyla ortaya çıkan meşruiyet krizini çözmek üzere iç düşman tayin ettiği kesimler ve kendi egemenlik haklarını bu belirlenmiş iç düşman üzerinden var etmiş kitleler referansı ile tarif edilmelidir. Çünkü sorun bir takım siyasi mercilerin varlığı üzerinden tartışılmaktan çıkartıp , Cizre de katliam sürerken Dağlıca saldırısını gerekçe edinip Kürt komşusunu linç edip Atatürk büstü öptüren kişiliklerin temsil ettiği bir toplumsal zeminin kendisidir. Tıpkı Bosna Savaşı’nda olduğu gibi…
Hatta tıpkı 28 Mart 2006 da başlayan Diyarbakır Olayları gibi… 5 gün boyunca süren olayların sonucunda 5’i çocuk 10 sivil ölmüş, 200’ü çocuk 563 kişi gözaltına alınmış, 91’i çocuk 382 kişi tutuklanmış ve yüzlerce yaralı ile devlet insan hakları ihlali konusunda iyi bir hasılat yapmıştır… Otoriter yönetim anlayışının yerleşik olduğu toplumlarda faşizm elbette ki şiddetin tırmandırıldığı durumlarda daha canlı ve daha da yakınlaşılan bir eğilim olmaktadır. Ancak bunun tek sorumlusunun onu kışkırtan ve devreye sokan mekanizmalar olduğunu söylemek , toplumları bir kez daha yönetilen olmaya ve edilgen pozisyonlarının daha da gerisine itmektir. Diyarbakır olayları sırasında da sosyal medyada ve ülkenin batısında ciddi linç kampanyaları örgütlenmiş, sokaklar yine sorunun nesnesi olarak tarif edilen kesimler için tehlikeli hale gelmiştir. Sosyal medyada her türlü faşizan saldırıya onay verenler kendi saldırganlıklarını kardeşlik, Kürt komşularının olması ,yaşam hakkı, ve terör karşıtlığı adı altında tekrar olumlanarak tarihteki pozisyonunu korumuştur.
Cizre katliamında da süregelen katliam ve uygulamalarda da zaafiyetin temel kaynaklandığı yer, işte o “benim de Kürt komşularım var vs .” diyen bir kimsenin o Kürt komşusunun maddi ve manevi bütünlüğünü, onurunu hedef alma isteğindeki bu soğuk rahatlık ve ana akım medyanın ne söylediğinden bağımsız zaten onun ne dediğine inanmaya hazır, gönüllü bir kitlenin varlığı üzerine düşünmek gerek…
Bu birikimin ve hazırda her daim bekleyen faşizan eğilimlerin varlığı, iktidara (biz muhalifler için çok akıldışı gelen) pervasızca kendini deşifre eden açıklamalar yapmasına olanak tanımaktadır. Yani muktedirler bir bilinmeze düşüp gaf yapmamaktadırlar. Cizre katliamını nasıl ve neden yaptıklarını ifşa eder iken gaf değildir “400 vekil olsaydı…” demek. Tıpkı Soma’da ,tıpkı Roboski’de, tıpkı yolsuzluk açıklamalarında, tıpkı kadınlara karşı devletin her defasında yaptığı açıklamalarda olduğu gibi… Bu faşizmin kendinden içkin, otoriter kişilik yapısının toplum nezdinde kabul görmüş olmasının özgüveninin sonucudur. Yani faşizanlığın, otoriteryanliğin karşılık bulacağı bir toplumun olduğundan duyulan eminliktir. Yani bu, sistemin kendi korkunç yüzünü şirin gösterme dönemlerinin, onu olduğundan farklı gösterme suretiyle onaylatma ihtiyacı dönemlerinin çok uzun zaman önce geçtiğini , yönetmenin kendisinin mutlak bir haklılık ve koşulsuz ,şartsız kabul edilmek olarak anlaşıldığı bir dönemdir. Bu, tüm faşist yönetimlerin ve benzer eğilime sahip toplumların ortak özelliğidir. Gündelik hayatın bu girdilere yani bu faşizan eğilimlere uygun işlediğinin en büyük göstergesidir bu diyalektik etkileşim.
Kimse bilmediği ve yanlış bildiği için Cizre katliamına sessiz ya da devletten yana tavır almadı. Çünkü Cizre ilk değil ki… Bölgede yaşanan zulüm yeni değil ki… Devlet yetkililerince yıllarca Pkk yaptı denilen yüzlerce olayın devlet tarafından organize edildiğini ve Pkk ’nin üzerine atılarak işin içinden çıkıldığını o kadar zaman açıktan ifade etmiş iken, o kadar zaman pkk ve öcalan muhatap alınmış iken, şimdi taaa en başa dönüp mevzuyu en ilkel hali ile algılamaya hazır bir kitlenin varlığı politik tahlilleri siyasetin belli kurumları üzerinden tartışıp bir sonuca ulaştırmanın eksik ve yanlış olduğunu gösteriyor.
Çözüm sürecine dair görüşmeler başladığında aynı sessizliği gösteren ve yine devlet sözünü destekleyen kalabalıklar bu gün iktidarın Cizre saldırısını da onaylamış ve sessizlikle izliyor durumdadır. Dolayısıyla burada iktidarın kendisini iknaya çalışmanın , Avrupa ya da herhangi bir dış güç ile baskı mekanizmalarını harekete geçirmenin uzun vadede ne katliamları bitirmek ne de toplumsal barışı tesis etmek noktasından doğru hamleler yönünü göstermeyecektir.
Suriye’de savaşın sorumlusu bir hükümeti destekleyen, işid ve benzeri örgütlenmelere silah ve asker yardımı yaptığı ayan beyan her yerde görünür olduğunda “devletin sırrını ifşa ediyorsunuz” açıklamalarına hızla katılım gösteren kitlelerin durumunu doğru okumak gerekmektedir. Bu kendini yabancısı olduğu bir şeye karşı koruma refleksidir. Bu Kemalist tarihin en acı sonucudur! Bu direniş ve muhalefet yabancısı, kendi kaderine dair söz söylemenin bedellerinin ne kadar ağır olacağını içten içe kestiren milyonların nefretine başkaca ezilen nesneler seçme eğilimidir! Bu, kendi sinik duruşuyla yüzleşememenin direnmesidir. Tarihinden sorumsuz kılınmış , ihtiyaçları kendisi adına hep bir takım merciler tarafından tayin edilmiş bir toplum mirasıdır.
Hala umudun kendini bileylediği bir yer var ki o da şu : tüm bu iktidar adına olanaklar taşıyan siniklik ve toplum yapısı mutlak değildir. Örneğin tarihin kadim halklarından biri olan Hatay ilinde yoğunlukta yaşayan Nusayri halkının Suriyede savaşın başlamasından sonra kendini devlete eklemlenme refleksinden yavaş yavaş kurtarıyor olması , devletçi yapılanmanın bir mirası olarak CHP ye yönelik olumlayan ve çaresizce ona yönelme refleksinden vazgeçmesi ve bunu yaparken “bilmiyorduk” diyerek değil korkularıyla yüzleştiği, yanıbaşında tarihsel ezberine meydan okuyan Kürtler ve diğer halklar ile inşası devam eden demokratik bir birlikteliğin verdiği cesaret ile devletle hesaplaşmayı gören bir yerden yapması tarihin birikimlerinin yaratacağı kırılmalardan doğacak umuda işarettir.
Bu umudun bileylendiği yer tüm olmazlara rağmen bir savaş çıkaracak kadar düşmana hesaplarını ‘’olmaz” kılmaktır. Gezi’nin hesaplanılmazlığında, Ortadoğu’nun kadın aklının yükselişinde ve bütün madunların kendini kendi dili ile tarfi etme arzusunda, tüm siyasi akıllar ve ezberlerden bağımsız kendi ihtiyaçlarını kendisi belirlemekte ısrar eden hücrelerde, çatışkının, reddedişin, ve düşüncenin düşünülmesinde, eylemin kendi dönüştürücü gücünde…ve tek tek değil bütün kurgular aşılarak hakikate toptan bir yüzleşme ile ulaşma potansiyelinde… bu potansiyeli atlayarak yapılmış iyi niyetli de olsa teknik siyaset ile bütün toplumu belirleme alışkanlıkları bu potansiyelin açığa çıkma zamanına geciktirici olmak dışında başka bir katkısı olmayacaktır.