HDP Onursal Başkanı ve İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, dün katıldığı Siyasi TV’nin Açık Görüş programında gündemi değerlendirdi. Kürkçü, “Esas ihtiyaç Türkiye’nin daha iyi yönetilmesi değil, Tayyip Erdoğan ve sülalesinin işlediği suçları kanun haline getirmektir.” ifadelerini kullandı.
Referandumda ’Evet’in ‘Hayır’ın çok gerisinde olduğunu savunan Kürkçü, rüzgarın tersine dönmeyeceğini, ‘Evet’ çıkması ihtimalinin ise Türkiye’nin yalnızca kaosa taşınmasıyla mümkün olduğunu belirtti.
'Hayır'ın AKP tarafından benimsenmeyeceğini belirterek, 'Hayır' sonuçlarının siyasete yansımasının önünü keseceğine vurgu yapan Kürkçü referandum sonrası HDP'nin taleplerinin "Erdoğan'ın çekilmesi, Kurucu Meclis inşaası ve adil ve demokratik bir seçim yoluyla Türkiye'nin kaderinin yeniden belirlenmesi" olduğunu bildirdi.
Kürkçü önümüzdeki referandum sürecinin 7 Haziran dengeleri içinde olduğunu belirterek "Türkiye 7 Haziran'da çıkacak olan sonuca doğru gidiyor, bir dejavu yaşanır gibi" dedi.
Türkiye’de "Kürtlerin desteği alınmadan yüzde 50 olunmuyor" diyen Kürkçü "Kürtlere 'sizi katletmemizi istemiyorsanız Erdoğan’ı başkan yapın' deniyor" diyerek AKP'nin Kürt yurttaşların oyunu almak için onları 'kucaklama politikasını' da deneyeceğini belirtti.
“Türkiye bir delirme haline gider mi? Yapılanları meşru kılmak için halk arasında nifak tohumu, boğazlaşma mı yaratılacak?” diyerek Kürkçü bunun için Türkiye’nin Avrupa’dan tamamen soyutlanması gerektiğini, bunun Türkiye’nin ‘serseri, kan içici devlet’ haline getireceğine dikkat çekerek “bu ‘deliliğe’ kendimizi karptırmamalıyız” ifadelerini kullandı.
Kürkçü, anayasanın toplumsal bir ihtiyaç olmadığını belirterek "Mantıklı bir izahı yok bunun. 'Bütün gücü bana vereceksiniz artık koalisyonlara ihtiyaç kalmayacak' diyor Tayyip Erdoğan. AKP görünüşe göre 14 yıldır bir koalisyon olmadan bu memleketi yönetiyordu dolayısıyla bir koalisyon tartışması yoktu; yoksa aslında AKP bir koalisyon olmadan ülkeyi yönetemez olduğunu saklamaya mı çalışıyor? Çünkü Fethullah’la yaptığı koalisyonla ayakta durdu, onunla iç savaşa tutuştu. Şimdi MHP ve Ergenekonla koalisyon kurdu. Dolayısıyla Erdoğan’ın kendisini meşrulaştırmak ve rasyonelleştirmek için bugün hiçbir argüman kendisine vurmadan edemiyor. Yani ‘koalisyonlara ihtiyaç yok’ diyen insan en uğursuz koalisyonu kurarak geliyor. Halk bunu görüyor." ifadelerini kullandı.
Kürkçü HDP'nin Eş Başkanlar ve vekillerinin tutukluluk davalarını götürdükleri AİHM temaslarına dair şöyle konuştu:
"Dokunulmazlıklarımızın kaldırılması süreci esasen hukukla herahngi bir ilgisi olmayan bir süreç. Aslında zaten dokunulmazlıkların kaldırılması demek ‘herkes size dokunubilir’i göstermek, ‘alem görsün sizin dokunulmaz olmadığınızı’ diyerek yapıldı. Bu bir siyasi teşhir sürecinin bir parçasıydı, bizim buna direnişimiz bizim çok kıymetli insanlar olmamızdan değil Türkiye’deki biricik demokratik zırh bu olduğu içindi. Fakat ne yazıkki hem bu konuyu doğru dürüst anlayamayan ve anlatamayan bir parlamentoyla yüzyüzeydik, hem de Tayyip Erdoğan’ın onda simgelenen olağanüstü hırsı dolayısıyla bu yola girildi ve CHP burada kendi seçmenlerine ve parlamentoya yeni dönemin en görünür ilk ihanetini yaptı, işbirliği yaptı. Açıkça söylediler, “Anayasa’ya aykırı olduğunu biliyoruz ama kaldıracağız” dediler. Çünkü kurulu düzene söz vermişlerdi, siz HDP’yi ezerken biz de sizinle birlikte olacağız diye. Bütün bunlar bundan oldu, HDP’nin parlamentoda oluşturduğu alternatif ve kurulu düzen karşısındaki en önemli direnç noktası olarak HDP’nin meşruiyeti tartışma konusu yapılmak istendi. Parlamentodan aldığı yetki ve güçle halkın önünde davayı anlatma ve ona karşılık bulma imkanı ortadan kalksın diye yapıldı."
"AYM kendi kararını unuttu"
Bizim bütün dünyaya anlatmaya çalıştığımız şey Avrupa’daki İnsan Hakları Mahkemesine anlattığımız şey olan bitenin hukukla alakası olmadığını, iç hukuk yollarının tükenip tükenmediği tartışmasının söz konusu olamayacağı bir noktada olduğumuz. Çünkü çok önemli bir dayanağımız var, bu sefer onları gündeme getirdik; AİHM karşısında Anayasa Mahkemesi’nin 2013’te bulduğu bir çıkış yolu vardı, cemaatçi hakimlerin cezaevindeki milletvekillerini bırakmamak konusunda gösterdikleri büyük inada karşılık AYM şu kararı verdi “Milletvekilinin yeri parlamentodur, hapiste Milletvekili olamaz, Milletvekilinin seçilmiş olması demek onun parlamentoda olması ve herhangi bir yürütme veya güç tarafından engellenmemesi demektir” Bu kararı verdi AYM, fakat dokunulmazlıkların kaldırılması sonrası ortaya çıkan yargılama sürecinde bu kararını hatırlamadı.
95 gün olmuştu biz başvurumuzu yaptığımızda AİHM’e, yani geçen hafta, 95 gündür AYM 15 günde sonuçlandırması gereken başvuruyu sonuçlandırmadı.
Bir tek şey söyleyecek, “benim verdiğim karar geçerlidir ve bu insanlar tutulamaz” diyecek ve tahliyelerine çağrıda bulunacak veya başka bir karar oluşturup önce verdiği kararı çiğneyecek.
Bunu da yapmadı, biz bu nedenle iç hukuk yollarının tüketilip tüketilmediği tartışması geçersizdir, AYM’nin bu içtihadı ortada durduğu sürece AİHM buna dayanarak Türk Mevzuatı, aslında bu vekillerin tutuksuz yargılanmasını gerektirir” diyeccekleri bir karara davet ettik, başvurunun anlamı buydu.
Ne karar verilecek? Bunu çok iyi bilmiyorum, kahin olmak lazım, ama mantık ve hukuk söylüyor ki AİHM’in bu güne kadar verdiği kararlar ve AYM’nin kararlaryla paralelliği dolayısıyla bu iki eş başkanın ve vekillerimizin tutuksuz yargılanmaları gerektiği konusunda bir karara varabilir, varmalıdır.
Türkiye Hükümeti özellikle Adalet Bakanlığı, AİHM’i iç hukuk yollarının tüketilmediği konusunda iknaya çalışıyor. Mart başı Bekir Bozdağ Strazborug’uuuuu ziyaret edecek ve yeniden bu meseleyi gündeme getirecek, biz biraz bunun önüne geçmiş olduk, başvurudan beklediğimiz bu.
"AİHM kararı vermezse Avrupa hukukunun Türkleşmekte olduğunu anlarız"
Eğer AİHM bu kararı hala vermez ise ozaman şu tezi ortaya atmalıyız, yargı ile yasama, yargı ile yürütme arasındaki ilişkiler Avrupa’da Türkleşmektedir. Yani Türk modeli Avrupa’da kendine karşılık bulmaktadır ki bu bence Avrupa hukuku bakımından en önemli utanç anıdır. Çünkü bu güne kadark bütün mahkeme kararları Avrupa Konseyi Parlamenterler Kararları, Avrupa Parlamentosu kararları, hepsi Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin neredeyse tamamen imha olduğu noktasındadır.
Bu yüzden ben bu kararı er yada geç mahkemenin bu kararı vereceğini düşünmek istiyorum. Değilse de sonuçta kendimize bir mahkeme buluruz yada davamız divanda görülür, hepsini yapabiliriz.
"90'lara değil 1930'lara dönüş yaşıyoruz"
"Bir yandan vekillerin tutuklanması bir bölümünün alınıp alınıp bırakılması eş başkan vekilliğinin düşürülmesi diğer yandan Koruköy'de olup bitenler yeniden mi köy boşaltmalara ve bu bakımdan 90'lara geri dönüş mü söz konusu?" sorusuna ise Kürkçü şöyle cevap verdi:
90’lara değil, 1930’lara geri dönüş yaşıyoruz, bir bakıma, çünkü, Kürt meselesinde 90’lar Kürt’ün varlığını kabul, ama Kürt’ün hak davası gütmesini ret üzerine kuruluydu ve Özal dönemi sonrası statüko böyle oluşuyordu. Aslında 90’lar Kürt’ü kabul edelim de bu gerillaları ne yapalım?” üzerine inşa edilmişti. Şimdi Kürtlüğün de reddi üzerine, Kürdistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesi üzerine, Özal dönemi statükosunun da imha edildiği yeni bir döneme doğru taşıdı. Burada ben Tayyip Erdoğan rejiminin esasen OHAL’i olağanüstü rejim haline getirmek için durumu manipüle ettiğini ve Kürt halkını kendisinin seçmediği bir yer ve zamanda Kürtlerin özgürlük güçlerini kendi seçmedikleri bir metotlarda bir ayaklanma ve düelloya davet ediyor. Sur’da ve diğer ilçelerdeki uygulamalarda duvarlarda görülen yazılarla bu konularla hiçbir alakası olmayan sivillerin evlerine yatak odalarına onların mahrem alanlarına girilerek bırakılan hakaret sembollerini aşağılıyıcı muameleyi hatırlayın, cenazelere yapılanları, kadın gerillaların ölü bedenlerine yapılan zulmü, hepsini bir arada hatırlarsanız tablo son derece açıktır: Kürtlerin onuruna yapılmış bir saldırı var ve Kürtlerden beklenen şey kendilerini büyük bir yıkıma sürükleyecek, tıpkı eski dönemlerdeki gibi, Kürtler modern mücadele dönemine girmeden önceki dönemlerdeki kabarıp taşmalar ve bütün bunların devlet tarafından yerlebir edilmesine özgülenmiş bir kışkırtmayla karşı karşıyayız.
"Erdoğan'ın 'Hayır'a tahammülü yok"
Ben Tayyip Erdoğan rejiminin ‘Hayır’a karşı hiçbir tahammülü olmadığını görüyorum, çünkü onların bütün tahayyülleri halkın rızası üzerine değil bizim iddiamız üzerine kurulu, onların iddiası da “Sizin sultanınız, hükümdarınız biziz, bunu kabul edecekiniz” üzerine.
Fakat ne yazık ki bütün bunların onlar açısından bazı kalıplar içersinde yapılması gerekiyor, bir anayasa var, onun değiştirilmesi gerekiyor, bunun için de ölçüler var. Erdoğan 40’ı 50 yapacak, onun desteği yüzde 40, bir 10 icat edilmesi lazım, bu 10 nasıl icat edilebilir, durup dururken insanları ordan alıp buraya taşıyamayacağına göre birincisi katılım oranını düşürmek, ikincisi tereddütte olanları merkeze doğru sürükleyecek, yani ‘vahim birşey var, iç savaş ihtimali var, bir kaos ihtimali var, merkeze, düzenin olduğu yere kaçalım’ duygusunu insanların kafalarına yerleştirmek.
"Halk öfkesini 'Hayır' oyunda topladı"
Henüz bunu ceplerinden çıkarmadılar ama 7 Haziran-1 Kasım arasında yaptıklarını biliyoruz. Şimdi onlar kendi kendilerine diyor ki, ‘önce bir nasihat edelim, 7 Haziran’da sövüp saydıkları, onlar şerefsizdir dedikleri HDP seçmenine şimdi ‘Kucağımızı açtık kardeşim, sizi biz kucaklayacağız, geleceksiniz, bize oy vereceksiniz…’
Bu taktikler ile güya mütereddit seçmene ‘biz kutuplaşmadan yana değiliz’ temsili yapılmaya çalışılıyor ama başbakanın bu meddahlıkları kimseyi kesmez. Çünkü son 2 yılda yaşananlar herkes için çok ibret verici ve halk öcünü, öfkesini ‘Hayır’ oyuna toplamış durumda.
"Herkes 16 Nisan'ı bekliyor"
Bence bütün bu kışkırtmalara rağmen gerek Kürdistan’da gerek Karadeniz’de halkın Erdoğan rejiminin ‘gel, gel meydanda hesaplaşalım, haydi çıkın karşımıza, hani ötüyordunuz aslanlar gibi ne oldu size’ gibi yalanlarını, kışkırtmalarını kabul etmiyor ve eğer tabir-i caizse ölü taklidi yapıyor.
Herkes 16 Nisan’ı bekliyor. Sandıktan neler çıkacağını Erdoğan gördü, bugünkü AKP açılışına baktığımızda şişirilmiş, hormonlanmış bir gösteri ama gerisinde hiçbir enerji, güç ve iddia görülmeyen, böbürlenen, kof bir topluluk gördük; millet can sıkıntısından uyuyacaktı neredeyse.
Çünkü coşku uyandıracak birşey değildi bu. Düşünün bir başbakan kampanyada şöyle desin “benim ortadan kaldırılmam için kampanya yapıyorum” Bu başbakanın yapacağı kampanyadan ne hayır gelebilir? Kendinin imhasına halkı davet ediyor, “ beni imha edin, başka bir düzen olsun, herşeyi Sultanımıza verelim’ ama AKP seçmenine bile bu kadarı fazla. Çünkü onlar adalet veya başka şeylerin yanısıra bir yandan bir ilahlaşma seziyorlar burada.
Kendi inandıkları öğretiyle bu ilahlaşma gerçekliği arasında dehşet içindeler. Yani diyorlar ki “Kitapta yazılı bir Allah var fakat biz ona bir ortak mı yaratıyoruz, nasıl herşey tekleşiyor, tek dediğimiz bir tek Allah’tı, ne oldu bir tek daha mı oldu”
Bu hakikaten samimi inançlarla duygularla bu AKP merkezi etrafında toplanmış, gelenekçiliğin, sağcılığın, İslamcılığın, müesses nizamın kendisini ihya etmesinin bir imkanı olarak görmüş olan insanlar için “bu kadarı da fazla” dedirtiyor. Bunu başka türlü yutturamazlar, insanlar bunu gördüler, damadın bakan olduğu, oğlanın gemiciklerinin transatlantik’e dönüştüğünü, bütün sülalenin devlet haline gelmekte olduğunu herkes görüyor. Bütün bu nedenlerle o camiada büyük bir tereddüt var. Şimdi bunu nasıl tersine çevirebiliriz? Bildiğimiz gündelik siyaset yolundan değişmez. Burada olağanüstü birşeyler yapmak, şapkadan tavşan çıkarmak, harp ilan etmek, iç savaş çıkarmak, darbe var demek, bütün bunları yapmak gerekir. Tayyip Erdoğan’ın bu yollardan birini seçeceğini düşünebiliriz.
Fakat bir kere kendisini referandumda koşullamış durumda, bu yoldan çıkamaz. Bu yüzden hem politik güç olarak biz, hem de bu politikanın öznesi olan halklar, bu referandum seçeneğini; nasıl diyordu Tayyip Erdoğan “15 Temmuz darbe girişimi bize bir Allah’ın lütfu” Tayyip Erdoğan’ın referanduma gitmeksizin edememesi de Tayyip Erdoğan’ın bize bir lütfu, biz bunu geri çevirmeyeceğiz. Halkımız, o kahverengi bölgeye mührü çakacak.
"'Hayır' çıkınca haksız ve azınlıkta olanı tescilleyeceğiz"
Bununla hiçbirşey düzelmiş olmayacak fakat madem ki bu bir sınıf mücadelesidir, madem ki sosyal mücadeledir, haksızlar ve azınlıkta olanların kim olduğunu tescilleyeceğiz. Halk “Çoğunluk biziz” diyecek, çoğunluk bu noktadan itibaren kendi hakkını isteyecek, “Meclisteki AKP-MHP bloğu çoğunluk değildir” diyecek, “şimdi siz bize uyun” demek hakkı elimize geçmiş olacak. Bunu büyük bir itinayla kullanmaya özgülenmiş bir siyaset gütmemiz lazım. Bütün bu oyunu karşı sahaya aktarmak demektir, futbol tabiriyle konuşacaksak, şimdi biz defanstaydık ama ikinci yarıda oyunu rakip sahaya yıkıyoruz, bu büyük bir avantaj.
Bundan sonrası zekadır, basirettir, oyun kabiliyetidir, plan yapmaktır, dayanıklılıktır, sebattır, bunları organize etmemiz lazım.
"'Hayır'ın yüzü olmaması en iyisi"
Geçen gün bir tartışma gazetelerin köşesinde belirdi, deniyor ki ‘Evet’in bir yüzü var; Tayyip Erdoğan, ‘Hayır’ın bir yüzü yok” Bence en iyi şeylerden biri ‘hayır’ın bir yüze özgülenmiş olmaması. Hayır diyen herkes Hayır’ın bir yüzü, binbir sebeple ‘Hayır’ diyor, Meral Akşener ‘Hayır’ diyor, onun sebebiyle benim sebebim arasında bir alaka yok ama mesele onun benim yüzüm olmaması, benim de onun yüzü olmamam. O yüzden hiç kimse Hayır derken bana oy vermiş olmayacak, HDP’ye oy vermiş olmayacak, CHP’ye veya MHP muhaliflerine oy vermiş olmayacak, kendi ilkesine inancına, demokrasi arayışına yada AKP’nin zulmüne karşı oy vermiş olacak.
O yüzden şimdiki ‘Hayır’ safının tam kendi tabiatına uygun sonuç alıcı olduğunu düşünüyorum, bu sebeple AKP düşman ihtiyacı içinde, diyor ki “PKK Hayır diyor” ona da cevap geliyor, “IŞİD Allah birdir dese itiraz mı edeceksin” bununla bir ilgisi olmayacağını ahali kendi duruşuyla ortaya koyuyor. Bizim için bunlar dönemi karakterize eden başlıca motifler.
"Erdoğan sülale diktatörlüğü…"
Bu rejim, başkanlık, diktatörlük, despotizm esasen Tayyip Erdoğan ve sülalesine lazımdı. Evet Türkiye’de genel olarak egemen sınıfın olağanüstü rejime ihtiyacı olabilir, fakat bunun bir ‘Erdoğan sülale diktatörlüğü’ olarak ortaya çıkmasının biricik sebebi Tayyip Erdoğan’ın öteki politikacılar gibi seçim kaybettiğinde normal birşey olmayacak olması. Normalde bir politikacı seçim kaybederse muhalefet safına geriler veya o kadar başarısızdır ki işten atılır, emekli olur, partisi onu reddeder ve o da işte bir tatil kasabasında anılarını yazar, “şimdiye kadar söyleyemediklerimi yazdım” der. Bildiğimiz öykü bu.
Fakat Tayyip Erdoğan kaybettiğinde bunların hiçbirisini yapamaz. O bir hapishaneye gidecek. O bunu adı gibi biliyor. Başbakanlığında Anayasa’yı çiğnedi, rüşvet, suistimal, dolandırıcılık, sahtekarlık, savaş suçu, uluslararası hukuk ihlalleri yaptı. Cumhurbaşkanlığı dönemi tamamen bir Anayasa ihlaliydi. MHP’nin anayasa değişikliğine verdiği desteğin arkasında “Bu güne kadar Anayasa’ya aykırı bir durum oldu, durumu değiştiremediğimize göre Anayasa’yı değiştirelim” yatıyor, MHP bunu teklif ediyor. Bu şu demek; MHP diyor ki “Eğer Anayasa’yı değiştiremezsek Tayyip Erdoğan’ı Yüce Divan’a göndermemiz lazım, Erdoğan bize lazım, bunu yapmayalım, bu yüzden Anayasa’yı değiştirelim”
Bütün bunlar bir hakikati gösteriyor, aslında ihtiyaç duyulan şey Türkiye’nin daha iyi yönetilmesi, yönetişim, demokrasi, adalet, bölgeler arası dengesizliklerin giderilmesi değil Tayyip Erdoğan ve sülalesinin bugüne kadar işlemiş oldukları halka Türkiye’deki geçerli kurallara karşı işledikleri suçlarla ilgili hesaptan kaçma daha doğrusu suçu kanun haline getirme çabasıdır.
Yayının tamamını şuradan izleyebilirsiniz.