Paris katliamının planlamasıyla ilgili Ömer Güney ve MİT ekibine ait olduğu ileri sürülen ses kaydı internete, Roboski katliamıyla ilgili ses kaydı iddiası basına düşerken, AKP de HSYK’yı tamamen yürütmenin güdümüne sokma girişimlerini sürdürüyor. Paris ve Roboski katliamlarında MİT’in parmağının olduğu ortaya çıkarsa (Neden olmasın?) Kürt hareketinin içinde bulunulan süreç konusunda yeni bir konum alması (çatışmaları yeniden başlatmak vs,) beklenmiyor. Dolayısıyla “sürecin” gerilemesi değil, olsa olsa hızlanması söz konusu olabilir. Nitekim Abdullah Öcalan, AKP-Cemaat kavgasındaki pozisyonlarını net olarak ortaya koydu: “Ateşe benzin taşımayacağız.” Yani AKP’yle pazarlık devam eder. Ancak Öcalan’la görüşülürken hem Paris katliamı da planlanmışsa, bu net olarak ortaya çıkarsa, Kürt hareketi ve Öcalan, İmralı görüşmelerine dair ciddi bir güvensizliğe gark olur. Bundan sonraki aşama da Erdoğan’ın Kürtleri samimi çözüme ikna edip etmeyeceğine bağlı olarak şekillenir ki, bu, AKP’nin de kaderini önemli ölçüde belirleyecek gibi görünüyor.
Zira belli ki zamanında koalisyon sarhoşluğuna kapılmayıp AKP’nin tüm kirli çamaşırlarını toplamış olan Cemaat bir yandan, Erdoğan’ın dizginlenemez bölgesel güç hırsına karşı frene basan uluslararası güçler öbür yandan sıkıştırırken, hükümetin sığınabileceği tek liman Kürt sorununun çözüldüğü, demokrasi ve özgürlüklerin önündeki bariyerlerin kaldırıldığı bir ortam.
Erdoğan ve şürekâsı son zamanlarda bunun farkına varmış görünüyor ama bu idrakin ne kadar geç olup olmadığını da, geri adımların hızı belirleyecek.
Başbakan Erdoğan’ın Japonya seyahati sırasında yaptığı ve dış ilişkiler konusunda son derece önemli olan açıklaması, nedense sıradan bir demeç muamelesi gördü. Türkiye’nin içine sokulduğu bölgesel girdabın itirafı sayılabilecek açıklamasında Erdoğan şunları söyledi: “Türkiye’nin bölgesel veya küresel güç olma gibi bir hedefi yok. Türkiye sadece üzerine düşen görevi yapmak suretiyle gerek bölgede gerekse uluslararası camiada bir yere oturtuluyor. Olan budur, olması gereken de budur. Diğeri ise bir hırs diye tanımlanır ki hırs her zaman tehlikelidir. Bizim böyle bir hırsımız yok.”
Erdoğan’ın çok sık dillendirdiği üzere hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. O yüzden de ufak bir hatırlatmayla Erdoğan’ın bu beyanatının tekzibi yapılabilir. Nitekim 1 Ağustos 2013’te Erdoğan, Anıtkabir defterine şunları yazmıştı: “Türkiye kararlı bir şekilde bölgesel ve küresel bir güç olmaya ilerlerken, sürekli istikrar, barış ve huzura da katkı koymaya devam ediyor.”
Anıtkabir’de “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” sözüne uyduğunu beyan eden Erdoğan, atı ay sonra Japonya’da hattı müdafaaya geri dönüldüğünü itiraf ederek emellerinden rahatsız olan uluslararası güçlere geri adım attığını ilan etmiş oldu. Böylece kitlesinin “dik dur, eğilme” sloganı yerle yeksan oldu. Gezi’de halkına karşı dik duran Erdoğan, uluslararası güçlere karşı Japonya’da fena halde eğildi.
Oysa Batı’nın, esas olarak ABD’nin gücünü arkasına alarak Ortadoğu’da hegemonik bir güç olmaya kendini ve kitlesini motive eden AKP, birkaç yıldır bu konuda somut bazı girişimlere imza atmıştı.
2009’da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’la Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşması imzalayan AKP hükümeti, “sınırları anlamsızlaştırmaktan” söz ediyordu. Anlaşma dolayısıyla 17 Eylül 2009’da, Suriye Dışişleri Bakanı Velid Maullim’le ortak basın toplantısı düzenleyen Ahmet Davutoğlu, yapılan anlaşmanın “komşularla sıfır sorun” stratejisinin bir uzantısı olduğuna işaret ediyordu. Fakat araya giren Arap Baharı, AKP’nin Ortadoğu’daki hegemonya hayallerini yeniden depreştirdi. 7 Haziran 2012’de Adıyaman’da konuşan Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Suriye’ye açılan örtük savaştan Türkiye’nin yeni kazanımlarla çıkacağını açıkça şöyle ifade ediyordu: “Türkiye’ye ayak bağı olacak her konuda gerekli çalışmalarımızı yapıyoruz ve tüm sorunların üstesinden geleceğiz. Bu yeni dönemde de Türkiye’de değişim ve gelişimi tüm hızıyla devam edecek ve kazanımlarına yenilerini ekleyecektir.”
Yüksek öngörü sahibi Ahmet Davutoğlu ve giderek Tayyip Erdoğan, “Esad’ın gidişine haftalar, günler kaldı” diyeli iki yıl oldu. Gerek Suriye’deki iç dinamikler gerekse İran ve İsrail’in pozisyonlarının Esad’a güvenli bir liman yarattığına dair bizim gibi sıradan gazetecilerin bile başından itibaren yaptığı değerlendirmeleri Türkiye dışişlerinin yapamamış olması, olsa olsa hegemonya hırsının gözleri karartmasından kaynaklanıyordu.
Gelin görün ki, Ortadoğu dehlizleri AKP’ye kısa sürede yolunu kaybettirdi. Suriye’deki emellerini gerçekleştirmek için her türlü yolu mubah sayan hükümetin önceleri Özgür Suriye Ordusu, ardından da bu yapının meşruiyetini zedelemesine mani olmak üzere katliamların aleti olarak kullanılan El Nusra ve İŞİD’e destek verdiği dünyaca bilinir hale geldi. Nihayet iş o kadar sarpa sardı ki, birkaç gün önce İŞİD çeteleri Suriye’nin Akçakale sınırına dayandı ve ÖSO güçlerini Türkiye’ye sığınmaya zorladı.
Oysa başta ABD ve bazı Arap ülkeleri olmak üzere uluslararası ve bölgesel güçler, Suriye’de Esad diktatörlüğünü bertaraf edip yerine “insancıl” bir “ılımlı İslam” rejimi koymayı arzuluyordu. Deyim yerindeyse bu güçler, Arap dünyasında (Mısır, Suriye, Libya vs,) “AKP modelini” hâkim kılmak istiyordu. Uluslararası sermaye düzenine karşı çıkmak, onları güvenli limanlar oluşturmaya gayret edecek “AKP modeli”, hem Müslüman kitlelerden destek alacak hem de sermayeye kolaylık sağlayacaktı. Fakat muhtemelen 17 Aralık’taki yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan çok önce ABD ve diğer uluslararası güçler, bizzat AKP’nin İran’a uygulanan ambargoyu örtülü bir alışverişle deldiğini tespit etti. Mısır’da Mursi’ye yapılan darbeyi kendine yapılmış gibi algılayan AKP, öncesindeki diplomatik faaliyetleri neticesinde Bağdat ve Tahran’la iyiden iyiye karşı karşıya gelmişti zaten. İsrail’le ilişkiler zaten malûm. Hasılıkelam, ABD, onun ekseninde olan uluslararası güçler (hatta ABD ekseninin karşısında yer alan Rusya gibi güçler de) Ortadoğu’da üstlendiği “mühim” rolü başrollük zannederek iyice açılan Erdoğan’ı frenlemeyi kaçınılmaz buldu.
Dolayısıyla Erdoğan, yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu uluslararası bir “komploya” bağlamakta haklı. Fakat bu, lanse edildiği gibi Türkiye’nin “hızla büyümesinin hazmedilememesiyle” değil, AKP’nin bölge politikasının çökmesiyle ilgili.
Gelinen noktada Erdoğan’ın koltuğunu koruması, iki yıl önce ömrüne birkaç hafta biçtiği Esad’ınkinden çok daha güç hale geldi. Türk dış politikası şimdi hızla geri adım atmaya, büzüşmeye çalışıyor ama geri çekilmenin de büyük bedelleri olacağı açık. Bu “bedeller” iki türlü tebarüz edebilir.
Erdoğan ya hızlı demokratikleşme adımları atıp içte ve bölgede barış yanlısı bir siyasete ikna olur ya da hep yaptığı gibi taktiksel hamlelerle elindeki gücü yitirmemeye çalışabilir. İkinci seçenek hırsın beslendiği tehlikeli sulardır ki, Ortadoğu’da yüzmeyi bilmediği ortaya çıkmış olan hükümet hâlihazırda zaten o sularda boğuluyor. AKP’yi bu tehlikeli sularda boğulmaktan kurtaracak yegâne can simidini Abdullah Öcalan geçen hafta attı; yasal çerçevesi belirlenmiş bir çözüm süreci ve dolayısıyla barış, eşitlik, demokrasi, ademimerkeziyetçi yeni bir yönetim modeli… Ama herkes bilir ki bazı vakalarda haddinden fazla su yutulmuşsa can simidini yakalamak da boğulmaktan kurtarmayabilir. Hatta boğulmakta olanın, o korkuyla cankurtaranını da (çözüm süreci) suyun dibine çekmesi yaygın vak’adır. Tanrı sonumuzu hayretsin.
Yüksekova Haber