GÜLFER AKKAYA yazdı: “Ne pahasına olursa olsun kendisi olmaktan, fikrini üretmekten, o fikri büyütmekten vazgeçmeyen kadınların bir ışığı var. Daha adları telaffuz edilir edilmez beliren bir ışıktır o. Duygu Asena böyle bir kadındı. Onun ışığıyla büyülenmeyen, büyümeyen, aydınlanmayan kaç kadın var?”
GÜLFER AKKAYA
Türkiye’de feminist mücadele ilk olarak, adına henüz feminizm denmese de 1979 yılında çıkan Kadınca Dergisi ile başladı demenin zamanı çoktan geldi.
Şirin Tekeli’nin tanımlaması ile “teorik feministlerin” (içinde kendisinin de olduğu, Yazko’da yazacak olan kadın grubu) ve onlardan sonra aynı çizgiyi sürdürecek olanların anlattığı bir feminizm ve onun tarihi var. Feminist harekete sonradan katılacak kadınlar en çok “teorik feministlerin” hikâyesini dinledi, feminist tarihi buradan öğrendi. Öyle kurdu, öyle aktardı. Bugün dahi feminist hareketi oluşturan kadınların çoğu ilk feminist dergi olarak 1987 yılında çıkan Feminist Dergisi’ni bilir. Sonra da onun ardından gelen Kaktüs Dergisi’ni. Bizim kuşak da dahil onları okuduk, takip ettik. Sırf onları okuyup takip edince ve bize anlatıldığı kadar feminist hareketin tarihini bilince erkek şiddetinin ilk kez 1987 Mayıs ayında yapılacak yürüyüş sürecinde dillendirildiğini zannettik. Kadınlara karşı yasaları yine ilk kez 1989 ve ardından gelen yıllarda feminist hareketin gündemine girdiğini sandık. Çünkü feministlerce böyle aktarılmıştı Türkiye’de feminist mücadelenin tarihi. Oysa hikâyenin başı “teorik feministlerden” de evvel başlıyormuş.
Kadınca Dergisi ile. Her ne kadar “teorik feminist” kadınlar özellikle 1990’lı yılların sonlarında Kadınca Dergisi’nden ara ara bahsetseler de kimse feminist mücadelenin başlangıcının bu dergi ile olduğunu, o gün feministlerin gündemini oluşturan birçok konunun zamanında Kadınca Dergisi’nde işlendiğini aktarmıyordu. “Teorik feministlerin” de beslendiği, dönüp baktığı yer olan Kadınca Dergisi’nden bahsetmiyordu. Nedense Kadınca Dergisi ve deneyimleri Türkiye feminist hareketinin biraz ötesinde tutuluyor, hareketin parçası değilmiş gibi muamele görüyordu. Aslında hâlâ öyle.
Oysa Tekeli aynı yazısında “Teorik ve ideolojik birikimimizi gözden geçirmemiz, her şeyi sil baştan ele almamız gerekiyor. Sonradan ‘ilk bilinç yükseltme grubu’ diye adlandırdığımız bu çalışma sırasında kendimize mihenk taşı olarak seçtiğimiz biri var: Duygu.
Çünkü Duygu iki yıldır Kadınca'yı çıkarıyor. Bu o güne kadar yayınlanmış en başarılı, modern, yenilikçi kadın dergisi ve çok okunuyor. Ama, bizim teorik feminist grubunu tatmin etmeyen bir tarafı var. Tam da adını koyamıyoruz… Örneğin o günün Türkiye toplumu için bir tabu olan ‘kadının orgazm hakkı’ Kadınca'nın savunduğu çok ilerici bir hak.
Ama, bize göre dergi gene de yeterince politik değil, yeterince eleştirel değil… Dolayısıyla, bilinç yükseltme grubu kendini tanımlarken, bir ölçüt, bir mihenk taşı olarak Kadınca'yı alıyor. Amaç, Duygu'nun yaptığından farklı bir şey yapmak. Taa o günlerden başlayarak Duygu, Türkiye'de feminizmin gelişmesi üzerinde belirleyici oldu.”
Kadınca’da Duygu Asena özellikle 1990’lı yıllar ve sonrasında feminist hareketin temel gündem maddeleri olan kadınların orgazm hakkından, evlilik ve boşanmaya, aile içi şiddete, bekâret sorununa, kocalardan izin almadan kadınların çalışma hakkına dek pek çok konuyu gündeme getirir. Kutsal Türk ailesinin kadınlar açısından nasıl bir cehennem olduğu dahil 1980’li yıllarda kimseden çekinmeden açıkça yazar. Nice eğitimli, başarılı kadının evlilikle aile kurumu içinde heba edilişini, mutsuzluktan ölmüş canlara dönüştürülüşünü yazar, aile kurumunu hedefe koyar.
Durumu iyi, eğitimli kadınlara çekinmeden sorar “neden evleniyorsunuz?”
Onun bu hesaplaşmaları en çok kendisini kurtulmuş sanan kadınları rahatsız eder. Onların toplumla uyumlu olmak pahasına çekinmedikleri riyakâr tutumlarını, diğer kadınlarla aralarına mesafe koymalarını, kendilerini özgür göstermeye çalışmalarını ve onların özgürlükle çatışan muhafazakarlıklarıyla açıktan çarpışmaktadır.
Evet, aynı zamanda Duygu Asena tüm toplumla çarpışır. O güne dek kadınlara anlatılan, yutturulan yalanlarla çarpışır. Bugün 8 Martlarda kadınların dile getirdiği orgazm talebini taa o yıllarda Duygu Asena dillendirecekti. “Kadınlar sevişirken orgazm oluyor mu? Kadınlar orgazmın ne olduğunu biliyor mu?” sorularını ortaya atacak, meşhur yazısında kadınlara zangır zangır titreyerek sevişmeyi salık verecektir.
Evlilikiçi tecavüzlerden bahsedecek, istenmeyen sevişmelere kadınların ‘Hayır’ deme hakları olduğunu yazacaktır.
O, bunları yazarken Kadınca Dergisi’nin tirajı yükselecek. Türkiye gibi kadınlar da, üstelik 12 Eylül darbesinin hemen ardından bu “politik olmayan”, “bayağı” konuların böyle açıktan, yüksek sesle işlenmesi karşısında ürperecek, hayretlere düşecek, ama aynı zamanda o yazıların hayatları için anlamını da keşfederek Kadınca Dergisi’ne sahip çıkacaklardı. Özel olanın politik olduğunu ilk kez Türkiye Kadınca Dergisi ile öğrenecekti. Gerçi daha bunun adı konmamıştı ama o ad da “teorik feministler” tarafından konacaktı.
Kadınca’da çıkan bu yazılar “Kadının Adı Yok” kitabının ayak sesleridir aynı zamanda.
Ayşe Düzkan yıllar sonra Duygu Asena ile yaptığı röportajda “Sence neden başkaları değil de sen fark ettin?” diye soracaktı. Duygu Asena “Evet, yazı yazan bir sürü kadın vardı, niye ben fark ettim, bunu da bilemiyorum. Sonra, onlar değil de ben fark ettim diye kızdılar, beni küçük gördüler zaten o ilk kitaptan sonra. Çok aşağıladılar.”
Neden mi başka kadınlar değil de Duygu Asena, bu kitabı ve aslında bu yazıların hepsini yazdı?
Çünkü hayatı kadın olarak görüyor, okuyor, hayattan öyle etkileniyordu. İçine girdiği bir kalıp, kendini benzetmeye çalıştığı kimseler yoktu. Büyük meselelerle uğraşırsa büyüyeceğine ikna olmuş kadınlardan değildi. Erkeklerin ve erkekliğin çok güçlü olduğu basın dünyasında kendi fikirlerini, kendi okurlarını, kendi politik sorunlarını kendisi buluyor ve onun çıkardığı sese sahip çıkan, sesine ses katan, onu öyle okumak isteyen okurları ile direkt buluşuyordu.
Kadınlık sorunları konusunda başka kadınların sahip olmadığı öngörüye, sezgilere, bunu ortaya koyacak cesaret ve yeteneğe sahipti.
Başkası değil, neden Duygu bunu başardı, çünkü diğerleri Duygu’nun birikimine, samimiyetine sahip değildi. Diğerleri kadınlık bilincinden uzaktı ve kadınları toplumsal bir grup olarak göremiyor ve hatta kadınları sevmiyorlardı. Öyle ki henüz Duygu’nun yazdıklarının önemini fark edebilecek kapasiteye bile sahip değillerdi. Mutlu ve korunaklı saydıkları, bir fiske ile darmadağın olacak sıcak yuvalarında olup biteni ortaya çıkartan bu kadına kızıyorlardı. Cinsellik, seks gibi “bayağı” konularda yazıyor diye aşağılıyorlardı.
Kadınların tahakküm altında yaşadığını fark etmişti Duygu ve buna isyan ediyordu. Diğer kadınlarsa bunların dillendirilmesine bile tahammül edemiyor, buna inanmıyor, yaşadıklarını ortaya çıkartmak şöyle dursun halının altına süpürmekle meşguldüler.
Duygu, sınıfsal, mesleki itibarını kaybetme uğruna kadın olmaktan vazgeçmedi.
Duygu Asena yıllar sonra “O yıllarda beni erkeklerden çok kadınlar eleştirdi” diyecekti. Kadın olmak Duygu için utanç duyacağı bir şey değildi, mücadele edeceği bir alandı. Böyle yaptı.
Diğer kadınların elde ettiği ayrıcalıkların nedeninin, kadınlıklarından yaptıkları feragatle ilgili olduğunu biliyordu Duydu. O, ısrarla kadınlıktan feragat etmedi. Kadınlıkta ısrar etti. Bu, bir tür sınıf intiharıydı. Korksa da, içinde fırtınalar kopsa da yine de sezgileri sayesinde öğrendiklerinden vazgeçmedi. Baş eğmek yerine başkaldırdı. Herkesi ve her şeyi karşısına aldı.
Duygu kendisiydi. Kendisi olan her kadın gibi sorunlarını inkâr etmedi, gizlemedi, gördü, onlarla mücadele etti ve bunu başka kadınlara anlattı, onlarla paylaştı. Birçok kadın meslektaşı gibi kadın olmaktan gocunmadı. Kadınlık sorunlarına burun kıvırmadı, “kadınlar sınıfından değilim” ayaklarına yatmadı. Erkekliğin ve erkeklerin kurallarıyla oynanan oyunlara girmedi. Aksini yaptı. Kadın ve erkek meslektaşlarının kendisini ve yaptığı işi değersiz görmesine yenilmedi. Bildiği gibi yaptı. Yaptıkça büyüdü.
Ne pahasına olursa olsun kendisi olmaktan, fikrini üretmekten, o fikri büyütmekten vazgeçmeyen kadınların bir ışığı var. Daha adları telaffuz edilir edilmez beliren bir ışıktır o. Nereye giderse gitsin gideceği yere kendisinden önce ulaşan, orayı tedirgin eden, mevcudu tir tir titreten bir ışıktır o. O ışığın aydınlatma gücü değdiği yeri değiştireceğinin tehditkarlığındadır. İnsanların bizzat görmek, dokunmak, dudaklarından dökülen sözcükleri avuçlarında toplamak istediği ışıktır o.
Duygu Asena böyle bir kadındı. Onun ışığıyla büyülenmeyen, büyümeyen, aydınlanmayan kaç kadın var?
Şirin Tekeli’nin deyimiyle feminizmin manifestosunu yazan kadındı Duygu Asena. Kadınların sorunlarını dillendirdi. En öndeki feminist kadın olarak kadınların hayatlarının değişmesini sağladı. Kadınlara “Ben kadınım” demeyi öğretti. Güçlendirdi.
Duygu Asena kadınlar kadar erkekleri de etkiledi. Her ne kadar onları rahatsız etti, değişmek zorunda bıraktı, eleştirdi, yere göğe sığdıramadıkları sorgulanamaz yüce erkekliklerini sorgulayıp, yerin dibine soktu ise de; çok kızdıkları, nefret ettikleri, aşağıladıkları Duygu Asena’ya erkekler de hayran olmaktan, saygı duymaktan, ona kulak vermekten, ondan öğrenmekten kendilerini alıkoyamadılar.
Duygu Asena adını duymamış kaç kişi var?
Dün olduğu gibi, bugün de, yarın da Duygu Asena gökyüzü gibi Türkiye feminist hareketinin üzerinde olmaya devam edecek. Daima.
Kaynaklar:
Kadının Adı Yok: Türkiye Feminizminin Manifestosudur, Şirin Tekeli
Duygu Asena ile Söyleşi, Ayşe Düzkan
Alper Görmüş, Duygu Asena: Kadının adını koyan kadın (3)