Mahir SAYIN yazdı- ABD emperyalizminin tek başına hegemonya elde etmesine karşı doğal olarak tepkisi olanlar Rusya’nın, ABD, NATO ve AB’yi sınırlama girişimlerine sempati ile bakmaya başladılar; işte tam bu noktada, reel politiğe ve sosyal şovenizmin batağına saplanmış oldular.
20. yüzyıl, yaşananlar açısından herhalde insanlığın en uzun yüzyılıydı. 19 yüzyıl da ihtilaller ve karşı ihtilaller, düzen değişiklikleriyle geçmiş yoğun bir asır olmasına karşın 20. yüzyılda yaşandığı kadar çok olayı herhalde insanlık başka hiçbir yüzyılda yaşamamıştır.
20. yüzyılın ilk yarısının tümü Büyük Britanya ve Almanya arasındaki paylaşım rekabetinin bölüp saflaştırdığı ülkeler arasında cereyan eden ve belki de veba salgınından sonra insanlık tarihinin en büyük felaketini oluşturan iki küresel savaşla karakterize oldu; Nihayetinde, Marksistler kapitalizmin toptan yıkımını beklerken, dünya sosyalist ve kapitalist kamplar olarak bölünüp, kapitalizmin ABD hegemonyası altında bir yeniden atılımı koşullarında, SSCB’nin çöküşü ve ÇHC’nin de kapitalist dünyaya entegre oluşuyla yüzyıl kapandı.
Kapitalizmin ideologları kapitalizmin kesin egemenliği olarak bundan böyle “tarihin sonunun gelmiş olduğu”nu ilan ederken, “kapitalizmin/emperyalizmin çıkarlarının artık demokraside olduğu” savları, “demokratik emperyalizm/sömürgecilik” gibi abuk sabuk fikirler de ortalığı kapladı; Dünya buna göre yeni bir saflaşmanın eşiğine geldi. Kapitalizm bu pervasızlığı içinde “diktatörlükleri yıkıp demokrasiyi getirmek” perdesi arkasında, reel sosyalist ülkelerin yıkılışının ardından yeniden paylaşımı gerçekleştirmek üzere Ortadoğu’yu bir yangın yerine dönüştürürken Asya-Pasifik bölgesindeki hakimiyetini sürdürmek ve aralarındaki çelişkilerden yararlanarak SSCB’yi yıkmak planlarına dahil olarak dünya kapitalist sistemine entegre edilen ÇHC’nin ABD hegemonyası alanına dahil edilmesi için savaş kışkırtıcılığına devam etti.
Kapitalizmin felaketleri derinleşiyor
Barış ve istikrar vaadleri ABD ve müttefiklerinin doğrudan yürüttükleri ve onlara eklenen vekalet savaşlarıyla dünyayı cehenneme çevirirken, rekabetin sınırsızlığı sonucu ekolojik yıkım ve onun doğal uzantısı olarak pandemilerle, genetikte yapılmakta olanlarla, yapay zekadan yararlanarak dünyanın panoptikon bir hapishaneye dönüştürülmesi girişimleriyle kapitalizm dünyayı yeni felaketler dizgesiyle yüz yüze bıraktı. Kapitalizm insanlığa her zaman felaketler getirmişti; ama geldiği noktada artık felaketlerin boyutu insanlığın varoluş koşullarının ortadan kaldırılmasına işaret etmektedir. Bu haliyle de bu yeni evre “felaket kapitalizmi” nitelemesini hak etmektedir.
Kapitalizm demokrasi ve istikrar vaadiyle sahnenin önüne geçerken aslında bir tükenmişliğin son haberini vermekteydi. Nitekim reel sosyalist dünyaya karşı zaferle taçlanan neoliberal dönem 2008’deki büyük finansal krizle birlikte artık tükenmiş olduğunu ilan etmekteydi. Kapitalizm 2. paylaşım savaşı sonrasında geliştirdiği istikrar dönemini 70’li yıllarda tamamlamış ve yeni bir birikim modeli ve aynı zamanda ideolojik-siyasal saldırı olarak neoliberalizmi hayata geçirmişti. “Serbest piyasanın sihirli eli” sayesinde tüm ülkelerdeki kamu malları ve dünya talan edilip “refah devleti”nin yerini “kemer sıkma” adı altında mutlak sömürü oranının artırılması almışken 2008’de batmaz sanılan Titanik buzdağına çarpıverdi.
***
14. yılına girmekte olan genel bunalım dünya dengelerini gün geçtikçe çalışanlar aleyhine bozmaya devam ediyor ve 2022 için öngörülenler de önceki yıllardan daha farklı bir sonuç vermeyeceğinin işaretlerini çoktan vermiş durumda.
Dünyada sermaye merkezileşmesi ve gelir dağılımındaki bozulma akıl almaz boyutlara ulaşıyor: En zengin 26 kişinin serveti dünya üzerindeki 3.8 milyar insanın servetine denk düşüyor. Aynı Oxfam raporuna göre “2015’ten bu yana en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam servetinin dünyanın geri kalan yüzde 99’unun servetinden daha fazla” olması yetmezmiş gibi bir de küresel krizin başladığı 2008 yılından bu yana milyarderlerin serveti muazzam ölçülerde artarken, sayısı da iki katına çıkmış durumda. Krizin yıkıcı etkilerinin önüne geçebilmek için dünya merkez bankalarının piyasaya sürümüş olduğu 32 trilyon dolar’ın kimlerin cebine gittiğini herhalde bu korkunç sermaye merkezileşmesi anlatmaktadır. Neoliberalizmin dillerden düşmeyen “piyasanın görünmeyen eli” sihirli klişesinin nasıl bir palavra olduğunu 2019 yılında küresel milli gelirler toplamının 87.3 trilyon dolar olduğu gerçeği göz önünde tutulduğunda daha kolay anlaşılır. Ama atı alan artık Üsküdar’ı çoktan geçmişti. O zaman öyle şimdi de böyle!
Neoliberal politikaların yarattığı soygunun boyutunun daha açık görülebilmesi için buraya dünya borsalarının, yani kapitalist tekellerin kontrol ettikleri şirketlerin borsadaki değerini de eklemek gerekiyor; bu rakam neredeyse küresel milli gelirler toplamına yakın bir boyutta: 82.3 trilyon dolar. Küresel hisse piyasalarının büyüklüğü bu dönemde 60 trilyon Dolar yükselmiş durumda.
Bir kez daha stagflasyon
Tüm bu destekler ve ardından gelen ekonomik iyileşme dünya genelinde enflasyon canavarını da hortlattı. Bu da şimdi önümüze enflasyonla mücadele denilerek emeklerinden başka geçim kaynağı olmayanların aleyhine alınacak ekonomik tedbirleri zorlayacak. Bunun ilk belirgin sinyali refah vaadiyle iktidar kazanmış olan Demokratların ABD’sinden geldi: 2021’in başında ABD yılı yüzde 2 enflasyonla kapatacağını öngörüyordu; ancak manşet enflasyon verisi Aralık 2021’de %6,8 olarak geldi. Bunu seçimlerin ardından gelecek bir kemer sıkma politikasının izleyeceğine kimselerin pek kuşkusu yok. Enflasyonla durgunluğun iç içe geçtiği stagflasyon diye anılan bir dönem 70’li yıllardaki gibi bir kez daha tekrarlanıyor ve toptan iflasa sürüklenmemek için yeni bir birikim modelini acilen dayatıyor.
ABD’de bu beklenirken diğer yandan artık dünya pazarını birinci dereceden etkileyen ikinci ülke olarak ÇİN’in durumu da aynı eğilime katkı yapacak doğrultuda gelişiyor. ÇİN ekonomisinde ABD ambargolarıyla başlayan ve pandemiyle keskinleşen durgunlaşma eğilimi 2022 yılında da devam edeceğini işaretlerini veriyor. Çin ekonomisindeki yavaşlamanın dünya ticaretindeki karşılığı da bir gerileme anlamına gelecektir. Çin sadece büyük bir ihracatçı değil aynı zamanda büyük bir ithalatçıdır da.
ÇİN gelişen bu durgunluğa karşı iç pazarın geliştirilmesi yoluyla tedbir düşünürken, o alanda da canlanmanın motoru olması beklenen inşaat sektörü tatsız işaretler vermeye başladı: Çin ekonomisinin %25’ini inşaat sektörü oluşturuyor ve ABD’de 2008 krizini tetikleyen konut balonu ve onu izleyen iflaslar gibi bir durum 300 milyar dolarlık bir borç dağının altında kalan ÇİN’in en büyük inşaat şirketi olan Evergrande’ın da karşısına dikilmiş durumda. ÇİN’de devlet kontrolü daha güçlü olduğundan ABD’ye göre daha hızlı müdahale edebilme ve krizin etkilerini asgariye indirmek mümkün olmuştur. Ancak bunun gösterdiği, durgunluktan çıkış yolu olarak görülen inşaat sektörünün de diğer sektörler yanında yavaşlayacağıdır. COVID-19 tedbirlerinin devam etmesi durumunda da hem ÇİN hem de dünyanın geri kalan kısmı için de yeni bir canlanma bu durumda beklenemez. Zaten şimdiden ABD’nin 2021 için olan hesapları ve sonuçlar büyük bir hayal kırıklığı yaratmış durumdadır.
Dünyanın iktisadi durumu sadece neoliberalizmin değil tüm bir kapitalizmin de tükenişe gittiğine işaret eden böylesine olumsuz bir manzara sergilerken, rekabetin savaşı zorladığı boyutlara ulaştığı büyük güçler arası dengeler ve siyasal durum da fırtına bulutları biriktirmeye devam ediyor. Her şey sanki 20. yüzyıl başına dönülmüş gibi görünüyor.
Ukrayna-Rusya çatışması değil
ABD-Rusya paylaşım mücadelesi
Ukrayna üzerine olan gerilimin esasını ABD’nin yeniden tek patron olma hevesi oluşturuyor. 2008 ekonomik krizi aşılamamışken, COVID-19 tarafından bir kez daha keskinleştirilmiş olması ve ÇHC’nin kapitalist dünya pazarı içindeki yerinin gittikçe büyümesi ve bunun da ABD tarafından globalleşmenin ÇHC’nin rakip olarak yükselmesine hizmet doğrultusunda değerlendirilmesiyle birlikte ABD globalleşmeyi kendi açısından sınırlamaya girişti ve ABD çıkarlarını Bush’tan sonra bir kez daha öne çıkardı; ama bu kez küreselleşme yerine içe kapanarak bir öne çıkarmaydı bu. Ne var ki bu da ABD halkının ve sermayesinin pek hoşuna gitmemiş olmalı ki, yerini Biden’a terk etmek zorunda kaldı.
Biden işte bu zemin üzerinde, ÇHC ve Rusya Federasyonu’na karşı bir gerilim politikası üzerinden eski müttefiklerini onlara karşı etrafında toparlayabilmek amacıyla gerginlik politikalarını, soğuk savaştan, Ukrayna’da olduğu gibi sıcak savaşa doğru tırmandırmaya başladı. Aslında Ukrayna üzerine olan gerilim daha önceki örneklerinde de görüldüğü gibi yeni bir paylaşım mücadelesinin sonucundan başka bir şey değildir. Dünya pazarlarını paylaşmak için yaratılan bu gerilimde kimileri de haklıyı haksızı ayırt ederek saf tutmak gerektiğini öne sürebilmektedirler. Hatta bazıları Leninist politika uyguladıklarını iddia ede ede bu saflaşmayı savunmaktadırlar. Sanki Lenin de, “yaklaşmakta olan paylaşım savaşında proletarya silahını kendi burjuvazisine yöneltmelidir dememiş de, Alman ve İngiliz emperyalizmleri arasında kim haklıysa onun tarafını tutalım ve buna göre de anavatan savunmasını öne çıkaralım!” demiş gibi.
2. ve 3. Enternasyonaller arasındaki kopuşun, komünizmle burjuva sosyalizmi ile olan ayrılığın ana noktasını bu mesele oluşturur. Kendi ülkesinin haklı olarak savunulması gerektiğini söyleyerek proleter taburlarının savaşa sürülmesinde devrimcilik görenler, sosyal şovenizm yolunu seçerken, Lenin, önce savaşa girmeye karşı çıkıp, bir kez girildikten sonra da savaştan çekilerek kendi burjuvazisini devirmeyi önermişti.
Şimdi Ukrayna’da olup bitenlere sadece reel politiğin gerekleri üzerinden bakacak olur isek, Rusya Federasyonu kesinlikle haklı görünmektedir. ABD emperyalizmi SSCB’nin yıkılışının ardından eski SSCB hegemonya alanlarını ele geçirmek için azgın saldırılara girişti. Rusya’yı hem Doğu Avrupa’dan hem Kafkasya’dan kuşatmaya başladı. Bir yandan Doğu Avrupa ülkeleri AB’ye ve NATO’ya alınırken, diğer yandan da Kafkasya bir NATO üssü haline getirilmeye çalışıldı. Ve reel politik açısından bakılınca da haliyle Rusya da buna izin vermemek, kendi ulusal çıkarlarını korumak için elinden geleni yapmaya, çevresindeki ülkelerin topraklarını kendisine ilhak etmeye bile başladı. Kafkasya ve Kırım ilhaklerinden sonra Ukrayna topraklarının bir kısmının işgali de dün gece “Lenin’in yanlışını düzeltmek üzere(!)” başlamış oldu.
ABD emperyalizminin tek başına hegemonya elde etmesine karşı doğal olarak tepkisi olanlar Rusya’nın, ABD, NATO ve AB’yi sınırlama girişimlerine sempati ile bakmaya başladılar; işte tam bu noktada, reel politiğe ve sosyal şovenizmin batağına saplanmış oldular.
Bu reel politikerler arasında kendisine işçi sınıfı devrimcisi diyenlerin sormayı unuttukları önemli soru ise, bu işten dünya proletaryasının ve haliyle sosyalizmin çıkarının ne olduğudur. Silahların konuştuğu yerde önce silahsız proletaryanın sesi kısılır.
BOP’tan sonra Doğu Avrupa ve Asya-Pasifik bölgesi
ABD, BOP ile Afrika’dan Asya’nın merkezine kadar geniş bir istikrarsızlık alanı yarattıktan sonra şimdi de iki istikrarsızlık bölgesi daha ilan etmiş durumdadır: Biri Doğu Avrupa, Diğeri de ÇHC’nin Doğu’dan kuşatılması çabası olarak Asya-Pasifik projesi.
ABD hegemonyasını, 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından kazandığı siyasal, iktisadi ve jeopolitik üstünlükleri bilek gücüyle pekiştirerek kurabilmiş idi. Yıkılmış bir dünyada bunun gerçekleşmesi zor olmadı. Ne var ki, bugün yıkılmış bir dünya ile değil, bloklar halinde belli kutuplara doğru çekilirken aynı zamanda gittikçe birbiriyle iç içe giren bir dünya ile yüz yüzeyiz ve ABD’nin eski politikalarının ana faktörü olan askeri gücünü kullanarak attığı her adım ardından bir dizi felaketten başka bir şey getirmemektedir. Bu manzara 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşanana değil, daha çok aynı yüzyılın başındaki duruma benzemektedir. O zamanda da bir yandan kapitalizm bir dünya sitemi haline gelip iç içe geçerken aynı zamanda da Büyük Britanya ve Almanya eksenlerine doğru çekilmekteydi. Ve bu gerilimin şiddetlenmesi nihayetinde iki paylaşım savaşı ve yükselen kapitalizm-komünizm geriliminin başat hale gelmesi sonucu ancak durdurulabildi.
ÇİN ya da Rusya’yı artık bu pazarın dışına iterek, zoru da onların karşısın dikip eski müttefikler nezdinde bir rıza üretebilmek pek olanaklı görünmemektedir. Bu tür zorlamaların hepsi bir noktada diğer müttefiklerin çıkarları ile çatışma haline gelerek ABD adımlarının etkisizleşmesiyle ya da sınırlanmasıyla sonuçlanmaktadır.
ABD’nin Kafkasya’da TC aracılığıyla çevirmeye çalıştığı dolaplar, hem TC’ye, hem de bu işte kullanılan Gürcistan’a ve hatta Ermenistan ve Azerbaycan’a da pahalıya patladı ve Rusya’nın bilançosunun pozitif tarafı şiştikçe şişti. Aslında Doğu Avrupa’daki girişimlerle de başlangıçta fatura Rusya’nın aleyhine çıkmış gibi görünse de gittikçe ABD ve AB’yi sıkıntılı bir konuma sürüklemektedir. Kafkasya’daki politikaların sonucu, Güney Osetya ve Abkhazya Rus protektorasına dahil oldu. Doğu Avrupa’da ise şimdilik Kırım ilhak edildi. Daha fazla zorlanırsa (eğer daha feci gelişmelere yol açmaz ise) belki NATO Ukrayna’yı bünyesine katacaktır ama nüfusunun %60’ı Rus olup Ukrayna sanayisinin önemli bir kesimini barındıran Dombask bölgesinin, Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri olarak ilan ettiği özerkliğin bağımsızlığa dönüşümü ve Rusya Federasyonu’na katılmasıyla Ukrayna Kırım’dan sonra Karadeniz sahillerinin bir kısmını daha kaybetmiş olacaktır. Şimdiden ABD müdahalelerine karşı yükselen itirazlar göstermektedir ki, bu ihtimali büyük olasılıkla Ukrayna halkı da görmekte ve gelecekteki tercihini böyle kayıplara uğramayacak bir politikaya destek verme doğrultusunda kullanacaktır; yoksa Rusya ile NATO arasında pastırma olmuş bir Ukrayna’yla yetinmek zorunda kalacaklardır.[1]
Saldırganlığın ana merkezi olarak görünen ABD’nin Rusya’ya karşı gerilim politikaları uygulayarak kendisini eksen kılma girişimleri artık ikinci paylaşım savaşı sonrasındaki gibi müttefiklerinden itirazsız destek bulamıyor. Jeopolitiğin ve sistemler arası çelişkinin yerini gittikçe daha fazla almaya başlayan diğer faktörlerin ağır basması sonucu Almanya, İtalya ve Fransa Rusya ile daha barışçıl ilişkilerin geliştirilmesinden yana tutum alıyorlar.
RTE için deniz tükendi
Reel sosyalist sistemin çöküp yeniden paylaşımın başladığı bir dönemde doğan imkanların dalgasında kısa bir süre sörf yapma imkânı elde eden AKP iktidarı, yeni bir dalgaya binme imkanı elde edemeden artık dalganın kıyıya vurduğu yere varmış durumdadır. Sörfçüyü taşıyan dalganın tükenmesi yanında sörfçünün kendisinin de enerjisi tükenmiş durumdadır. Yürütülen ahbap çavuş kapitalizmi yandaşı zengin etme politikaları ile sermayeyi tümden tüketip iflas ilan edecek eşiğe gelmiş bulunuyor. Elbette ki , “iflas ettim” demek yerine faşist kurumlaşmayı sonuca ulaştırarak kurtulmak hala kendilerine bir yol olarak görünebilmektedir.
Türkiye gibi bağımlı kapitalizm yapısıyla büyüyen ekonomilerin iktisadi büyümenin yanında büyüttükleri bir başka şey de merkez ülkelere olan bağımlılığın çapı ve dünya pazarının dalgalanmalarına karşı olan hassasiyettir. Türkiye bu açıdan dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olarak kabul edilmektedir.
***
Bloomberg Economics’in verdiği bilgiye göre ABD Merkez Bankası 2022 için üç faiz artışı planı yapıyor. Bunun gerçekleşmesi durumunda isimlerinin baş harflerinin birleştirilmesinden oluşturulmuş “canavar” (BEAST) adıyla anılan beş kırılgan ülke (Brezilya, Arjantin, Mısır, Güney Afrika, Türkiye) için tehlike çanları çalacak demektir. Faiz artışının doğal sonucu olarak doların değer kazanmasıyla birlikte daha önce 2013 ve 2018’de olduğu gibi sermaye kaçışları ve kur krizleri yeniden gündeme gelecektir. “Çin tarzı kalkınma”dan söz etmiş olan RTE’nin beklediği düşük ücretler de böylece yükselen enflasyonla sağlanmış olacaktır. Ancak düşük ücretler sayesinde muazzam bir ihracat artışı sağlayarak Çin gibi kalkınmak yerine Bangladeş gibi gayya kuyusuna yuvarlanmak daha yakın bir ihtimal olarak görünmektedir.
AKP Hükümeti gelecekten çalarak bugünü kurtarma politikasını neredeyse yedi yıldır ki sürdürüyor. Yandaş bir sermaye gurubunu geliştirmek için bütün devlet imkanları kullanıldı; ihale yasası bunların işine gelecek biçimde 170 kez değiştirildi; Merkez Bankası’nın 160 milyar dolara varan rezervleri yandaş sermayenin birikim amacı için harcandı; Hazine açık verdikçe yeni para basıldı; nihayetinde enflasyon hükümetin kabul ettiği kadarıyla %49’a, iktisatçılara göre ise neredeyse %100’e ve hatta üstüne vardı. Ortada TC’nin para politikası diye bir şey kalmadı. Türkiye’nin13.000 bin dolara kadar yükselmiş olan kişi başına milli geliri RTE’nin iktisat bilimine külahını ters giydiren katkıları sayesinde, 8.000 dolara kadar geriledi. Ama RTE bunda da bir hikmet olduğunu, ucuz işgücü sayesinde ÇİN gibi kalkınacağımızı iddia etmekten geri kalmadı. Ne var ki, ÇİN gibi olmak derken Bangladeş gibi olma kaderiyle yüz yüze gelmiş bulunuyoruz.
Hükümetin iddialarına uygun bir maliye politikası da yoktur. Bir tür seçim hazırlığı gibi, asgari ücreti iki katına çıkarırken, fiyat artışlarını durdurmak/geriletmek iddiası ile bir yandan mağaza zincirlerini tehdit ederken, diğer yanda da sözde gıdada vergi indirimine (Bir tür seçim hazırlığı gibi, asgari ücreti iki katına çıkarırken, fiyat artışlarını durdurmak/geriletmek iddiası ile bir yandan mağaza zincirlerini tehdit ederken, diğer yanda da gıdada (etkisi üç ay sonra görülecek olsa da, KDV’yi %1’e indirmektedir) sözde vergi indirimine gitmektedir.) gitmektedir. Fiyat artışlarını üretim bazında çözme yoluna gitmek yerine pazar fiyatları ile oynayarak çözme beklenenin tam tersine sonuçlar verecektir. Artmayan üretim karşısında artan talep doğal olarak genel fiyatları yukarıya doğru tırmandırmaya devam edecektir.
Neredeyse bütün dünya, TC’nin krize karşı hukuktan başlayan yapısal tedbirler geliştirmesini salık verirken, RTE genel geçer iktisat kurallarının tersini söyleyerek iktisat bilimine katkı yapmaya devam ederken, gelişen muhalefete karşı şiddetle bastırma tedbirlerine hız vermekte, muhalefeti “sokağa çıkın da görün bakalım başınıza neler geliyor; 15 Temmuz’da olanlar sokakta sizi bekliyor” diye apaçık tehdit etmektedir. Ne var ki, Türkiye halkları yerel seçimlerde edindikleri deneyle, AKP iktidarının yenilmez olmadığını görmüş ve kazanma imkânının sokakta olduğunu kavramış durumdadır. Zam furyasına paralel bir biçimde kitleler patronlara ve onların iktidarına geri adımlar attıracak ölçüde güçlü bir direnişle sokakları işgal etmeye, RTE’nin tehditlerinin kendilerini yıldıramayacağını göstermeye başlamışlardır.
Soyulacak kasa kalmadı
Dolar kuru 13 liradan 18 liraya kadar yükselirken, ÇİN usulü kalkınacağız deyip, 18 lirayı geçince bu kez de gayrı yasal bir temelde kamu gelirlerini özel şahsiyetlere aktarmak üzere “kur garantili mevduat hesabı” icat eden RTE, üstüne bir de 19 milyar dolar harcayıp dolar kurunu yeniden 13 lira civarına indirirken gerçekte ne yapmış oluyordu? Eğer birinci ifadesi doğru ise ikincisi yanlış, yok tersi ise bu kez de birincisi yanlış. Birincide ihracat biraz arttı ama ithalat daha da fazla arttı ve iddia edildiği gibi bir müddet yükselen kur ihracat artışıyla dengelenip düşüşe geçmedi. Piyasaya yeniden 19 milyar dolarlık bir müdahale ile düşürüldü. Böylece de hazinenin net rezervi eksi 60 milyar doları buldu. Aynı yöntemle eritilmiş olan döviz miktarı da 160 milyar dolara ulaştı. Kuşkusuz Merkez Bankası döviz rezervlerinin TL’ye çevrilmiş olması paranın tümden kaybolduğu anlamına gelmiyor ama bu döviz bozdurmalardan önceden haberi olanların akıl almaz bir spekülasyon gerçekleştirerek milyarlar kazanmalarına imkân sağlıyor. Alış satıştaki farklar oranında da hazine zarar etmiş oluyor. Hazinenin zararı çalışanlara fatura edilirken yandaş taifesinin hesabına da kar olarak geçiyor. Bunu adı devlet kasasını alenen soymaktır. Bunu kim yapar? İflas edip “ne kurtarırsam kârdır” mantığıyla davranan yapar, tabii ki! AKP iktidarı hem iktisadi hem siyasi olarak iflas etmiş olmak dolayısıyla böyle anormal operasyonlar yapmakta ve yerine gelecek olanların ülkeyi yönetemeyeceği bir durum yaratmaktadır. Eğer bu operasyonlar ve başka numaralarla iktidar elde tutulabilir ise o zaman da işin faturası halkın sırtına acımasızca yıkılacaktır. Zira artık bir dönem daha kazanılmıştır ve bir dahaki seçime kadar kim öle kim kala. Hiçbir şeyin başarılamadığı durumda da yurtdışı hesaplara yatırılmış olan servetlerle başka ülkelerde varlıklı bir hayat sürdürmek ve TR’de işlerin yeniden kendi lehine değişmesini beklemek de hesapları içerisindedir.
Faşist iktidar artık o kadar çaresiz bir duruma sürüklenmiştir ki, dün Rabia diyerek karşısına aldığı, Mısır, Suudi Arabistan ve 15 Temmuz darbesini finanse ettiğini bizzat RTE’nin söylediği Birleşik Arap Emirlikleri’ne ziyaretler gerçekleştirmekte, tarihi dostluk ve kardeşlikten dem vurarak para bulmaya çalışmaktadır.
Yerel seçimlerin kaybedilmesiyle birlikte faşist iktidarın ülkedeki egemenliği sarsılırken iç dengeleri de altüst olmaya, daralan rant gelirlerinin paylaşımında ciddi kavgalar çıkmaya başlamıştır. Sermayeyi kediye yükledikten sonra kara paradan gelir uman iktidar içi dengeler mafya çatışmalarını iktidar siyasetinin aracı haline getirmiş bulunuyor. Gün geçmiyor ki, bir mafyacı hikayesi gündemin başını kaplamasın. Artık mafya sorunları iktidarın o kadar önemli bir meselesi haline gelmiştir ki, hem Bahçeli’ye, hem RTE’ye ağır hakaretler etmiş olan Alaattin Çakıcı mücadele arkadaşı ilan edilip hapisten çıkarılmakta, iktidarın gözdesi, onun emirleriyle kan banyoları ilan eden ve bunu da tasfiyesinden sonra apaçık deşifre eden Sedat Peker devre dışına atılmakta, kara paranın denetim dışı merkezi haline getirilmiş olan KKTC’de RTE adına kumarhane işleten, kara para aklama, uyuşturucu ticareti yapan, rüşvetle ve zorla iktidar gasp eden Halil Falyalı katledilip yerine muhtemelen Bahçeli’nin dava arkadaşı A. Çakıcı getirilmektedir. Mafya hükümet iç içeliğinin bu düzeyine Meksika ve Kolambiya’da bile rastlanmamıştır.
***
RTE siyasetinin yüze yüze artık kuyruğuna geldiğini görenler TR’deki egemen güçlere “RTE ve şürekasına hayat garantisi sağlayarak” iktidardan kavgasız dövüşsüz ayrılması imkanını yaratmayı tavsiye etmektedirler.
Ne var ki, adım adım sokağın başarısını tatmaya başlayan muhalefet güçleri, Millet İttifakının tüm pasifize edici politikalarına rağmen direnişi güçlendirmeye ve iktidarın sokakta kurmaya niyetlendiği hakimiyeti tam tersine çevirmeye aday olduğunu başarıyla sürmekte olan direnişlerle ortaya koymaya başlamıştır. Faşist iktidar için kader, yerel seçimlerin gösterdiği gibi, sokaktaki yenilginin genel seçimlerdeki yenilgiyle tamamlanması olarak görünmektedir.
[1] Yazının bitişinden sonra Putin, Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri’ni tanıdığını ve buraları “barış gücü” adı altında askeri birlikler göndererek işgal edeceğini ilan etti. Daha önce bu bölgede nüfusun çoğunluğunu oluşturan Ruslara vatandaşlık tanıyan Rusya Federasyonu, bir kırım senaryosunu daha hayata geçirmiş oldu. Böylece gerilim politikaları bir kerte daha yükselerek sıcak savaşa daha yakın bir yoğunluğa ulaştı. “Avusturya prensini vurarak” yeni bir dünya savaşı başlatmak zor olsa da bölgesel olarak cereyan eden vekalet savaşları için yeni bir adım, paylaşımın bu yeni bir safhasını oluşturmaya aday görünmektedir.