İsa Artar Diyarbakır’daki izlenimlerini yazdı: Sur’un öte tarafı
“Türklerle etle tırnak gibiyiz. Ancak tırnak hep biz Kürtler olduk, biraz uzadığımızda hemen kesiyorlar.” Musa Anter
Siyasi Haber muhabirleri olarak, Duygu ve ben Diyarbakır’da birtakım gözlemlerde bulunduk. Oralara gidip görmenin, oralarda haber yapmanın ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha anladık. Baştan söyleyelim. Öyle uzaktan bakıldığı gibi, okuduğumuz haberlerdeki gibi değil, oralarda işler…
Eylemlerden, sloganlardan, okuduğumuz yazılardan biliriz: Türk Devleti Kürdistan’da işgalcidir. Kendi gözleriyle görünce insan sloganı daha iyi anlıyor. Valilik, polisler, jandarma… devleti temsil eden kurumlarla halk arasında büyük kopukluk… Daha önce Cizre’de görmüştüm. Devlet bir konsolosluk gibiydi orada, çatışmalarda şehre inen, gaz ve kurşun atan, işi bitince karakoluna dönen bir şeydi. Diyarbakır’da da gerçek bu. Diyarbakır’da devriye aracı yoktur. Belki de yanınızdan geçen Ural-4 adlı zırhlı araç, bir devriye aracıdır. Bilemezsiniz.
Diyarbakır’daki ilk günümüz, büyük boykot gününe denk geldi. Otobüsler çalışmıyor, hiçbir dükkan kepenk açmıyordu (Migros, Burger King dahil) ve Sur’a yürüyüş çağrısı yapılmıştı. Belediye önünden başlayan yürüyüşün devamı, bütün gece sürecekti ve o gün bir kişinin ölümüyle sonlanacaktı. Kentin kalbinde çatışmalar sürdü. Polis Akrep ve Ural adı verilen zırhlı araçlardan gaz bombaları atıp durdu, insanlar kaçmıyordu. Alışmışlardı. 23 gündür Sur’da abluka vardı, bu kentin de bir direniş tarihi… Orayı gördükçe, bu ülkede zulüm nasıl devam etmiş şaşırıyor insan. Herkesin Kürtçe konuştuğu bir yerde, “Türkçe konuş, çok konuş!” sözleri nasıl yazılmış duvarlara? Kardeşliği talep eden bir halk varken karşısında, neden Türk olmak kardeşliğin şartı koşulmuş?
Selahaddin Eyyubi Hastanesi var Diyarbakır’da, önünde TTB ve SES emekçilerinin 1 saatlik iş bırakma eylemleri olacaktı. Oturduk çay içip eylemi bekliyoruz. Bomba ve silah sesleri duydum. Önce bir durdum, yakın yerde çatışma oldu diye düşündüm. Herkes çayını içmeye devam etti. Arkamı döndüm, hastane Sur’a çok yakın bir yerde, tankların attığı topları, bitmek bilmeyen silah seslerini rahatlıkla duyabiliyorduk. Ben ilk kez duyuyordum Diyarbakır’da silah sesini, halk ise 23 gündür duyuyordu aralıksız. 24 saat devam ediyor silah sesleri. Ama seslere artık alışılmış olduğunu gördüm. Sur’un içinde bir savaş var, ve insanlar ister istemez bu savaşa alışıyor.
Sur’un “bazı mahallelerinde” yasak olduğu söyleniyor. Evet, o mahallelere hiç kimse giremiyor. Ancak yasak olmayan bölge de güllük gülistanlık değil. Sur ilçesi tamamen abluka altında, hiçbir esnaf kepenk açamıyor, sokakları bomboş, çöpleri yerlerde, Sur’un kapılarından polis aramasından geçerek girilebiliyor.
Halk ile konuşuyoruz, İstanbul’dan geldiğimizi bilince tek talepleri oluyor: Batıya sesimizi ulaştırın.
Biz de tamam diyoruz. Anlatın, yazacağız.
Anlatıyorlar…
Devlet öldürülen gebe kadını diriltsin
Soruyorum: Çözüm süreci deniliyordu geçen sene, devlet OHAL bitti diyordu, ama şimdi evinizin dibinde bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, ne söylersiniz?
Cevaplıyor bir kadın: Çözüm süreci diyorsun ya, o zaman da biz insandık. Devlet değildi. Bize hiçbir şey yapmadılar. Devlet annelerimizi, bacılarımızı öldürüyor. Gençlerimizin haline bak. Devlet ne zaman bize devlet oldu ki? Öldürülen gebe kadını diriltsin, biz devletin yanında olacağız. Nerde devlet? Çocuklarımız okula gidemiyor. İsteyen çocuğunu özel okula gönderiyor. Parası olmayan yine gönderemiyor.
Kanım donuyor. Soruyu sorduğuma pişman oluyorum. Soracağım her soru, onlar için basit kalacakmış gibi düşünüyorum. Sonra susuyorum. Soru sormayı bırakıyorum. Onlar konuşuyor. Biz kardeşiz, diyorlar. Biz her zaman kardeşlik dedik, diyorlar. Ama bugün ölüyoruz. Batı susuyor.
Biz Kürdüz, kardeşliğin koşulu olmaz
“Kobra ile taradılar bizi abi” diyor bir genç. Soruyorum:
-Nasıl taradı?
-Kobra ile taradılar akşam, kahveden çıkarken.
-Eylem mi vardı?
-Eylem falan yoktu, kahveden çıkıyorduk, Kobra araçtan sıktılar. Gel sana göstereyim.
Gösteriyor kurşun izlerini, bakkalın dondurma dolabını delmiş geçmiş…
Biz Kürdüz diyorlar, kardeşliğin ön koşulu olmaz, bizi böyle kabul edecekler diyorlar. Anlatıyorlar, Sur halkı her gün yaşadığı, gördüğü savaşı anlatıyor… “Erdoğan gelsin, buradaki eziyeti görsün.” “Davutoğlu gelsin, katliamını görsün.” “Türk-Kürt kardeştir, ama Erdoğan…”
İşyerlerinin kepenklerinde, camlarında mermi delikleri var. Savaş var, buralardan gitmeyi düşünüyor musunuz, diyorum. Gitmeyiz diyorlar. Kararlılar.
Bir adam atılan gaz bombasından ölüyor o gece. Ben sadece oradayken, sokağa çıkma yasağı olmayan bölgede 6 kişi öldü. Gün erken bitiyor Sur’da, sonra polis araçları kocaman lambalarıyla caddeleri gözetliyor, in cin top oynuyor. Çocuklar da top oynuyor tabii. Savaş ya da barış… çocuk her zaman çocuk.
Bölgede savaş devam ediyor, sarılamayacak yaralar açılıyor… Nihayetinde aynı siyasi sınırlar içerisinde yaşanıyor bunlar. Savaş sol yanımızda ve batıya buranın sesini duyurmak gerekiyor…
(Bu yazı Siyaset Gazetesi'nin Şubat sayısında yayınlanmıştır)