Marksist teoride, devlet, tarafsız ve sınıflar üstü bir örgüt değildir; egemen sınıfın egemenliğini korumak ve sürdürmek, çıkarlarını güvence altına bulundurmak görevini üzerine almış bir sınıf örgütüdür. Sınıflı toplumlarda her zaman bir tarafta egemen olan, yöneten sınıflar ve diğer tarafta baskı altında tutulan yönetilen sınıf ve tabakalar vardır. Özellikle kamu hukuku, idare hukuku ve ceza hukuku alanlarında yasalar bu amaca göre düzenlenmiştir.
Ancak liberal kapitalizmin geliştiği Batı’da, devletin sınıf egemenliği korunmasına rağmen, iki asra yakındır, örgütlü işçi sınıfının verdi zorlu mücadele sonucunda, sınıf karakteri, sosyal/hukuk devleti yönüne doğru evrilmiştir. Genelleşen devlet sahipliği toplumun alt sınıflarını kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılmıştır. Düşünce ve ifade özgürlüğü, özgür medya, çalışma özgürlüğü, örgütlenme ve direnme özgürlüğü, liberal Batı demokrasilerinin vazgeçilmez temel kavramlarıdır. Bu kavramların
teminatı ise evrensel hukuk ilkeleridir. Batı’da devletin kutsallığı, anayasaların dokunulmaz olduğu tartışmaları çok geride kalmıştır. Günümüzde, bireyin kişisel gelişmesi için, kendisine daha çok zaman ayırmayı, işe, daha az zaman harcamayı gerektiren bir mücadele verilmektedir. Şimdiden birçok ülkede günde 6 saat ve haftada 4 gün çalışma hakkı kazanılmış ve çalışma saatlerinin 4’de indirilmesinin mücadelesi verilmektedir: bütün bu haklar devlet sahipliğinin genelleşmesi sayesinde kazanılmıştır.
Türkiye’de burjuvazinin gelişmişliğini geç tamamlaması, onun sınıf hâkimiyeti yerini uzun yıllar bürokrasi, özellikle de Ordu almıştır. Türkiye’nin temel sorunlarının çözümünü ordu üstlenmiş, çoğunu da güç kullanarak çözmeye çalışmıştır; bu sorunların başında ise Kürt sorunu gelmektedir. Devlet, Kürt sorununu barışçıl demokratik yöntemlerle çözeceği yerde şiddette başvurarak çözmeye çalıştı. Şiddet üç önemli devlet kurumu tarafından uygulanmaktadır.
1-Devletin silahlı güçleri—ordu
2-Kolluk kuvvetleri—polis, jandarma ve köy korucuları,
3-Hukukun çiğnenmesi—hukuksuzluk yoluyla.
Bunlardan ordunun yukarıda değinildiği gibi ayrı bir önemi var: Ordunun aşırıya varacak kadar şiddet uygulaması, devleti sahiplenmesinden doğmaktadır. Bu hassasiyet öğrenci, askeri okullara girdiği andan itibaren verilir ve hiç sorgulamadan adeta beyinlerine mıhlanır. 12 Mart’ın kudretli generali Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur anlılarında; “Cumhuriyet döneminde çağdaş eğitim devam
ederken, çok önemli bir müşterek ideal her Türk subayına ‘beyin yıkamak değil’ fakat ‘inandırılarak’ aşılanmıştır. Atatürk ilke ve devrimleri ile Türkiye Cumhuriyeti devletine sahip çıkmak ve bunları iç ve dış düşmanlara karşı savunmak.” (Batur,1985;556)
Alınan bu eğitime göre, Kürtlerin Ulusal ve Demokratik hak talep etmeleri onları “İç Düşman” sayılmasına neden olmuştur. Kürtler böyle bir talepte bulunmakla, “devleti bölüp-parçalayacaklar”ına inanmışlardır veya inandırılmışlardır.
Kendisini Cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı olarak gören Ordu, bu yetkiyi de “İç Hizmet Yasası”nın 35. maddesinde alır.
Madde: “Silahlı Kuvvetler’in vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.”
Bu yetki, devletin gerçek sahibinin ordu olduğunun teyit edilmesidir. Sorunlu olan bu madde, Temmuz 2013 yılında TBMM tarafından kaldırılarak, ordu, normal yasal görevine döndü. Ancak bu dönüşün devletin demokratikleştiği ve mülkün gerçek sahibine (halka) iade edildiği anlamı çıkarılmasın: bu kez de ülke tek adam önderliğinde parti devletine doğru hızla yol alırken, ülke sahipliği sadece el değiştirdi.
Yukarıda anlatıldı; gerçek demokrasilerde, devletin tek sahibi yoktur; devleti oluşturan toplumun tüm kesimleri devletin sahibidir. Türkiye’de ise genel kanı “devlet sahipsiz değildir” sözleriyle demokrasiden ne kadar uzak ve yabancı olduğunu kanıtlar.
Toplum gerçekten devletin sahibi olduğu zaman, yani cumhuriyet gerçekten demokratikleştiği zaman kimse kimseyi fikirlerinden ötürü kolay kolay suçlayamaz; kimse kimseye asla hain suçlamasında
bulunamaz. Çünkü herkes devletin eşit-yasal ortağıdır ve ilişkiler yasalarla düzenlenmiştir. Bu ilkenin Türkiye toplumunda geçerli olduğu söylenemez, kudretli olan, egemen olan aynı zamanda yargıçtır; suçlayabilir ve yargılayabilir…
Kuvvetler ayrılığı, demokrasinin gerek şartıdır: bunlar, yasama, yürütme ve yargı organlarıdır. Bunlara asırdan itibaren bağımsız medya da katılmıştır. Bu kurumlar birbirine göre bağımsız olup, hiç biri diğerinin yetki alanına müdahale etmek yetkisine sahip değildir.
Kuvvetler ayrılığı, Türkiye toplumuna yeterince benimsetilmemiştir; bu yetki gasp edilerek toplum, tek adama dayanan otoriter bir yönetim anlayışına mahkûm edilmiştir. Demokrasilerde yer almaması gereken tek adamlılık rejimi, okullarda ideolojik olarak okutularak genç beyinlere şırınga edilmektedir.
Tek adama bir şey olursa, toplumun hali nice olur savı bütün medya araçlarından
sabahtan akşama kadar işletilerek kitleler bunaltılmaya çalışılır. Bunun sonucunda muktedir olan, kendisini devletin sahibi, milletin egemeni görmesi pek de şaşırtıcı olmasa gerek.
Tek adam rejimlerinin olduğu yerlerde özgür basından, fikir ve örgütlenme özgürlüğünden bahsedilemez.
Özellikle örgütlenme özgürlüğünün engellenmesi veya polisiye tedbirlerle kitlelerin bundan korkar hale getirilmesi, kitlelerin bilinçlenmesine ve kendi haklarına sahip çıkmasına engel olur. Bu durum, denetim altına alınan basınla da sürdürülebilir bir konuma getirilmeye çalışılır. Böylece iç sömürü giderek ağırlaşırken kitleler sefalet ücretine razı edilir. Diyanet İşleri Başkanlığı da tamda bu anda devreye girerek ve dinden atıfta bulunarak “emekçilerin kaderi böyle belirlenmiştir” diyerek, kitlelere
şükür telkin edilmeye çalışılır. Basın sömürüyü manipüle ederken, Diyanet’te sömürüyü ve yoksulluğu kutsallaştırır.
Halktan yana aydınlar, devrimciler ve gazeteciler, bu gidişata dur demek için, direndikleri için, gerçekleri yazdıkları için, zindanlara atılıyorlar ve ağır acılar çekiyorlar; Türkiye, en çok gazeteciyi, fikir insanını hapse atan ülkeler arasında ilk sırada olması bunun kanıtıdır.
Düşünceye, demokratik örgütlenmeye ve özgür basına kapılarını kapayan bir toplum düzenin adı herhalde demokrasi olamaz. Bu tür yönetim biçimlerine verilen ad faşizmdir; maalesef bu rejim en uzun Türkiye’de yaşama şansı
bulabilmiştir.
Şiddetin uygulandığı üçüncü bir kurumda Hukuk kurumudur. Hukuk, temel ilkeleriyle evrenseldir ve demokrasinin temel ve zorunlu kurumudur. Bir ülkede hukuk, evrensel ilkelerin dışına çıktığında ve keyfi olarak uygulandığında toplumun vicdanini kanatır ve toplum acı çeker.
2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas Madımak faciası davasının, 14 Eylül 2023 tarihindeki son oturumunda, zaman aşımına uğraması, toplumdaki acıyı derinleştirdiği gibi, hukuka olan güvenini de sarsmıştır.
Bu davada çıkarılan sonuç şudur: Türkiye bir hukuk devleti değildir. Bu ülkede en büyük yalan “demokratik hukuk devleti” meselesidir. Tabi o da “adalet mülkün temelidir” savsatası üstünde oturduğu içindir.
Oysa Türkiye sadece bir kanun devletidir. O kanunda hep ezen sınıfın bekası içindir.
Yasalar, demokratik hukuk anlayışının dışına çıkınca ve sadece kanunlarla sınırlı hale geldiğinde keyfilik başlar. Muktedirin dudağından çıkan her söz kanun sayılır.
Muktedir olan hem devletin sahibidir hem de milletin yegâne efendisidir. Türkiye’de olan tam da budur.