“İlkin sanki bu topraklarda hiç Ermeni yaşamamıştı. Zaten
Dolmabahçe’yi de Ermeni Balyan değil, İtalyan
Bali yapmıştı. Hadi diyelim yaşamışlardı ama o
kadar da çok değillerdi. Azlardı ama
azmışlardı. E öyle olunca tabii şefkatle
göçertilmişlerdi. Sonra ne yapalım ki yolda
hastalıktan bir miktar telef olmuşlardı. Eh onlar
da bir nevi insandı. Yazıktı tabii. Gerçi bir
miktar ölmüşlerdi ama çokça da öldürmüşlerdi.
Sonra? Sonrası yok işte. Velhasıl bir şeyler
olmuştu ama o şeyler de zaten… Aslında
asılsızdı.”[1]
1915 yılının 23 Nisan’ını 24 Nisan’a bağlayan gece, İstanbul Ermeni Topluluğu’nun içinde o dönemin Osmanlı Meclis-i Mebûsan’ında milletvekillerinin de bulunduğu 250 ileri geleni ansızın evlerinden alınarak sürgüne gönderildi ve daha sonra sürgün yerlerinde öldürüldü. Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra, 23 Mayıs 1915’te dönemin Başbakanı Talat Paşa’nın talimatıyla Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinde yaşayan tüm Ermeniler bulundukları bölgelerden zorunlu göçe maruz bırakıldı. Dört gün sonra, 27 Mayıs’ta ise Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan Tehcir Kanunu ile imparatorluk sınırları içinde şüpheli addedilen tüm Ermeniler ile 21 Haziran’da İstanbul ili hariç, Osmanlı topraklarında yaşayan bütün Ermeni nüfus zorunlu göçe maruz bırakılarak, hukuki terminolojiyle tehcir edildiler. Hem tehcir sırasında hem de sonrasında topluca öldürüldüler.
24 Nisan tarihi, Dünya’daki tüm Ermeniler tarafından Ermeni Soykırımı’nın sembolik başlangıç günü olarak kabul edilir. Başta Avrupa Parlamentosu, Rusya, ABD ve birçok ülke olmak üzere Ermeni Soykırımı’nın kabul edildiği her 24 Nisan tarihinde sembolik anmalar yapılmaktadır.
Bu yazıda, 1915 Büyük Ermeni Soykırımı’nın uluslararası bilim dünyası ve kamuoyunda nasıl değerlendirildiği konusundan bahsedildikten sonra, soykırımın neden olduğu, olayın tarihsel arka planı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet ideolojisinin nasıl şekillendirdiği, Ermeniler için ne anlama geldiği ve onları nasıl etkilediği, ve son olarak da sol, demokrat, ilerici çevrelerin bu konu ile ilgili alması gereken doğru tutumun ne olması gerektiği anlatılacak.
Öncelikle, 1915 Olayları’nın uluslararası bilim dünyasında nasıl karşılık bulduğuna bakalım. Dünya genelinde soykırımlar üzerine bilimsel çalışmalar yapan akademisyenlerin neredeyse tamamı, 1915 Ermeni Olayları’nı soykırım olarak nitelendiren bir metni dünya kamuoyu ile paylaşmıştır. 1997 yılında soykırım üzerine çalışmalar yapan bilim insanları, gerekçeleriyle birlikte bu olayı açık ve net olarak soykırım olarak nitelendirmiştir.[2] İkinci olarak, soykırım kavramını dünya hukuk literatürüne geçiren ve 1951 yılında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan Soykırım Sözleşmesi’nin hazırlanmasında büyük emeği olan Prof. Dr. Raphael Lemkin, “Bu soykırım Ermeniler’in başına geldi ve olaydan sonra bu kavramla ilgilenmeye başladım” demiştir.[3] Dolayısıyla, Türkiye’deki resmi devlet ideolojisinin bilimsel olmayan propagandaya dayalı tarih anlatısının dışında kalan akademisyenler hariç, bu konuda uluslararası bilim dünyasında 1915’in soykırım olduğuna dair ciddi bir görüş birliği vardır.
İkinci olarak, doğrudan Türkiye ile bir çıkar çatışması yaşamayan veya uluslararası politik arenada rekabet halinde olan ülkeler de Ermeni Soykırımı’nı kabul etmişlerdir. Şili, ABD ve Rusya gibi ülkeler bu konuda örnek gösterilebilir. Ülkelerin dış politikada Türkiye ile iyi ilişkiler kurması, devlet yöneticilerinin ve halklarının soykırımı kabul etmesine engel olmamıştır. Son olarak, 1915 olaylarına objektif bakan üçüncü ülkelerin kamuoyları büyük oranda soykırımı kabul etmiştir.[4]
Üçüncü olarak, yaklaşık üç bin yıl önce Türkiye coğrafyasında ilk olarak ortaya çıkan Ermeniler, 1915 Soykırımı sırasında sadece Rusya ile savaş halinde olan doğu cephesinin arkasındaki bölgelerden değil, İstanbul hariç tüm Anadolu’dan kundaktaki bebeklerden seksen yaşındaki ninelere kadar zorunlu göçe tabii tutulmuşlardır (İstanbul’da da Ermeni toplumunun önde gelen aydınları, yazının başında vurguladığımız gibi sürgüne tabii tutulup öldürülmüşlerdir). Geride bıraktıkları tüm mal ve mülkler devlet tarafından gasp edilmiş ve daha sonraki süreçlerde de bu mallar devletin gözetiminde ve denetiminde Müslüman-Türk ahaliye dağıtılmıştır. Devlet eliyle gerçekleşen bu sermaye değişimi sayesinde bir Müslüman-Türk burjuva sınıfı yaratılmıştır. Örneğin, günümüzde Türkiye’deki büyük sermayedarların önemli bir bölümünün kökeninin, 1915’ten önce Ermenilerin yoğun yaşadığı Kayseri ve Adana şehirleri olması tesadüf değildir.
1915 Ermeni Soykırımı, Türkiye’deki Ermenilerin başına gelmiş bir anlık tekil olaydan ibaret değildir. Soykırım, uzun yıllara dayanan tarihsel bir sürecin sonucunda gerçekleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu içerisinde Ermeniler, millet sistemi bağlamında diğer Müslüman olmayan Rum ve Yahudi halklar gibi kendi iç işlerinde bağımsız bir hukuk anlayışına sahip olsalar da, Müslüman halklardan statü olarak daha geri konumdaydılar. Müslümanlardan daha fazla vergi veriyorlar, silah taşıyamıyorlar, ata binemiyorlar, evlerinin yüksekliği Müslüman komşularından daha düşük olmak zorunda kalıyor ve Ermeni olduklarını belli eden çeşitli sembolleri üzerlerinde taşıyorlardı. En önemlisi de mahkeme önünde Müslümanlar ile eşit konumda değillerdi. Örneğin, gayrimüslim olarak kabul edilen Ermeniler, mahkemelerde müslümanlar aleyhine şahitlik yapamazdı. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı İmparatorluğun doğu bölgelerinde, Ermeniler hem devlete hem de Kürt beylerine vergi veriyorlardı ve bu da onlarda haklı olarak yoğun bir adaletsizlik duygusu oluşmasına yol açıyordu.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren 1789 Fransız devriminin eşitlik, özgürlük ve kardeşlik değerlerinin Osmanlı coğrafyasında yayılmasıyla Ermeniler öncelikle kendi, ve bunun yanında diğer halkların da çıkarlarını savunan politik örgütlenmelere gitmeye başladılar. Bu politik örgütlenmelerden en önemlileri, 1885 yılında Van’da kurulan liberal ideolojiye sahip Armenakan Partisi, 1887’de Cenevre’de kurulan Osmanlı coğrafyasında faaliyet yürütecek olan marksist dünya görüşüne sahip Sosyal Demokrat Hınçak Partisi ve 1890’da Tiflis’de kurulan demokratik sosyalist ideolojiye sahip Ermeni Devrimci Federasyonu (Türkçe’de Taşnaksutyun olarak bilinen örgüt) idi. Bu örgütlerden özellikle Hınçak Partisi, marksist programıyla Türkiye coğrafyasında Mustafa Suphiler’den otuz sene kadar önce faaliyete başlamış ve o zamanki Ermeni işçi sınıfı arasında belli bir örgütlülük düzeyine ulaşmıştı.[5]
Osmanlı Devleti’nin Ermenilerin uğradıkları haksızlıkları kamusal alanda dile getirmelerine ve siyasi tepki göstermelerine karşı izlediği politika son derece kanlı oldu. İsyandan başka bir çözüm yolu kalmayan Ermeniler, II. Abdülhamid’in saltanat yılları olan 1894-96 arasında bizzat bu sultanın Kürt beylerini örgütlemesiyle kurduğu Hamidiye Alayları tarafından Doğu Anadolu bölgesinde katledildiler. Tarihe Hamidiye katliamları olarak geçen bu kırımda öldürülen Ermeni sayısı tahmini 80.000-300.000 arasında değişiyordu. Despotik Sultan II. Abdülhamid’i Ermeni Taşnaksutyun Partisi ile birlikte deviren ve Meşrutiyeti 1908 yılında birlikte kuran İttihat ve Terakki Cemiyeti ise 1909 yılında Adana’da kendi teşkilatının da içinde yer aldığı bir katliamda on binlerce Ermeni’nin öldürülmesine adeta seyirci kaldı.
1912-13 yılları arasındaki Balkan Harbi’ndeki ağır yenilgiler ve bunun sonucunda Osmanlı’nın Avrupa’daki verimli topraklarının büyük bir bölümünün kaybedilmesi, 1913 yılında kanlı bir darbeyle tek başına iktidarını ilan eden İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin zaten pan-Türkist bir dünya görüşüne sahip olan yöneticilerinin kafasında Anadolu coğrafyasının sadece Türk ve Müslüman homojen bir nüfus yapısından teşekkül edeceği bir sosyal mühendislik politikasının oluşmasına yol açtı. Bu arada o dönem Türkiye coğrafyasındaki nüfusun yaklaşık %30’unun Hristiyan halklardan oluştuğunu hatırlatmakta fayda var. Birinci Dünya Savaşı’nın patlaması, Ermeni Soykırımı’nın gerçekleşebilmesi için son derece olumlu koşullar hazırladı. O dönem iktidarda bulunan İttihat Terakki Partisi kolaylıkla Ermenileri karşı tarafta savaştığı Rusya’nın işbirlikçisi olarak lanse etti ve bir kısım Müslüman halkta zaten daha önceden var olan olumsuz Ermeni yargısının iyice pekişmesine yol açtı. Bir de savaş koşulları yabancı devletlerin Osmanlı’yı gözlemleme ve uyarma şartlarını imkânsızlaştırdı. 1914 Aralık-1915 Ocak aylarında Doğu Anadolu’nun Sarıkamış ilçesinde Rus Ordusu’na karşı girişilen taarruzun çok büyük bir hezimetle neticelenmesi ve o dönem Rus Ordusu’ndaki Ermeni askerlerin varlığı (Ermeniler hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Rusya sınırları içerisinde yaşayan bir halk olduğu için her iki tarafta da asker ve subay olarak görev yapıyorlardı), İttihat Terakki yöneticilerine Ermeniler yüzünden bu büyük yenilginin gerçekleştiği propagandası yapma fırsatı verdi ve 1915’in Şubat ayında önce Van şehrindeki Ermeniler yok edilmeye çalışıldı, sonrasında da 24 Nisan 1915 tarihine gelindi. Dolayısıyla Ermeni Soykırımı, tekil bir olaydan ziyade, geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan eşitsiz ilişkilerin ve adaletsizliklerin 19. yüzyılın ikinci yarısında giderek yoğunlaşması ve buna karşı Ermeniler’in verdiği tepki ve isyanın sonrasında devlet tarafından kanlı şekilde bastırılmasıyla devam eden zincirleme olayların en son ve en trajik halkası şeklinde cereyan etti.
Ermeni Soykırımı, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tek tip dışlayıcı Türk milliyetçisi ve Türk-İslam sentezci bir ideolojik formasyona sahip olmasına neden oldu. Şiddet kültürü, kendilerinden olmayan tüm etnik ve inanç gruplarının cumhuriyet tarihi boyunca şiddetle bastırılması bir geçer akçe olarak kabul edildi. Soykırımı gerçekleştiren İttihat Terakki kadrolarının önemli bir bölümü sonraki yıllarda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları oldular ve aynı zamanda da yeni cumhuriyetin burjuva sınıfı da Ermeni Soykırımı sırasında gerçekleşen sermaye transferi sonucunda ortaya çıktı veya var olanlar iyice palazlandı. Tabii ki bu arada 1916 Süryani ve 1919-20 Rum Soykırımları’nın da bu sermaye aktarım süreçlerinin bir parçası olduğunu unutmamak gerekiyor. Soykırımın yarattığı suçla yüzleşilemediği için, şiddeti öven fanatik şoven milliyetçilik, Türk-İslam sentezine dayalı devlet politikaları günümüze kadar devam etti ve bu da şu an Türkiye’nin demokratikleşmesine, var olan Kürt ve Alevi sorunlarının çözümüne büyük ölçüde engel oldu.
Dördüncü olarak, Ermeni Soykırımı’nın Anadolu coğrafyasının en kadim halklarından olan Ermeniler üzerinde yarattığı travmaya göz atmakta fayda var. Ermeniler binlerce yıldır üzerinde yaşadıkları ana yurtlarından koparıldılar. Bir milyondan daha fazla insan feci koşullarda hayatını kaybetti ya da sakat kaldı. Binlerce yılda oluşmuş tarihi Ermeni kültürel varlığı büyük oranda yok edildi. Binlerce kilise, okul, mezar yok oldu. Anadolu’da Ermenilerin çok büyük katkı sağladığı zanaatkarlık ve ticaret kültürü büyük bir yara aldı. Soykırımda hayatını bir şekilde kurtarabilen binlerce kadın ve kız çocuğu zorunlu olarak Müslümanlaştırıldı ve Müslüman erkeklerle zorla evlendirildi. Bu kişilerden önemli bir bölümü gizlice inançlarını devam ettirdiler ve günümüzde de bunların torunları bu durumun varlığından haberdar olarak, ama çoğunlukla da kimliklerini saklayarak yaşamak zorunda bırakıldı. Soykırımdan kaçarak kurutulabilenler gittikleri ülkelerde hayata sıfırdan başlamak zorunda kaldı. Büyük bir yaşam mücadelesi içerisine giren bu kişiler sonradan Ermeni Diyasporası’nın önemli bir bölümünü oluşturdular.
Soykırımdan fiziksel olarak etkilenmeyen ve büyük çoğunluğu İstanbul’da yaşayan Ermeniler ise, yaşamlarını çoğunlukla Ermeni kimliğinin getireceği olumsuzluklardan dolayı korkarak, Ermeniliklerini belli eden “yan” ekini soyadlarından atarak, siyasete bulaşmayarak, cumhuriyet döneminde uğradıkları haksızlıkları yüksek perdeden dile getirmeyerek, ev içinde başka, kamusal alanda ise farklı bir söylem ve tutum geliştirerek geçirmek zorunda kaldılar. Örneğin, yaşanılan onca soruna rağmen, Ermeni patrikleri sürekli “Devletimize bağlıyız.” demek zorunda bırakıldılar.[6] Soykırım suçuyla yüzleşilmesini isteyen ve genel olarak yaşanan haksızlıkları dile getiren az sayıdaki Ermeni entelektüeli ise sürekli devletin gözetiminde oldular ve onun baskısını enselerinde hissettiler. Örneğin, Türkiye Ermeni topluluğunun cumhuriyet döneminde yetiştirdiği en önemli aydınlarından biri olan Hrant Dink, Türkiyeli Ermenilerin sorunlarını kendine has son derece barışçıl bir dille aktardığı ve soykırım üzerine resmi devlet söyleminin dışında şeyler söylediği için defalarca “Türklüğü aşağılamak” suçundan hâkim karşısına çıkmak zorunda kaldı. Milliyetçi çevreler tarafından yüzlerce ölüm tehdidi aldı ve sonunda da işin içinde bolca devlet görevlisinin bizzat yer aldığı bir tertiple katledildi. Hrant Dink’in katledilmesinin emrini verenler cinayetin üzerinden 16 sene geçmesine rağmen bulunamadı.
Bugün hala Türkiye’de Ermenilere dair tarih ve kültürle ilgili birçok konu tabu olarak görülüyor ve tartışılamıyor. Ermeni Soykırımı’nın resmi olarak tanınmaması ve bu konuda yapılan tartışmaların hukuki ya da siyasi baskılarla engellenmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesine ve insan haklarına uygun bir yönetim anlayışına ulaşmasını engelliyor. Ermeni Soykırımı’nın yarattığı acılar hala taze ve bu acıların yatışması için adil bir yargılama ve tarihi gerçeklerin kabulü önemlidir. Bu aynı zamanda, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi ve gelecekte benzer olayların yaşanmaması için gerekli adımları atması açısından da önemlidir. Bu konuda sol, demokrat ve ilerici siyasi çevre ve kişilere düşen tarihsel rolü sürekli hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız.
Sol, demokrat ve ilerici siyasi örgütlerin ve kişilerin 1915 olaylarına ilişkin tutumu, soykırımı “ama”sız bir şekilde tanıma ve kınamaya odaklanmalıdır. Emperyalist devletlerin soykırımı kolaylaştırıcı faaliyetleri, o dönemdeki Osmanlı devlet yöneticilerinin aldığı soykırım kararının suçunu hafifletmez. Soykırımın tanınması, bu büyük insanlık suçu olduğunun yüksek sesle dile getirilmesi gerektiği anlamına gelir ve soykırım suçuna karışan tarihsel figürler, cumhuriyetin kurucu kadroları dâhil, hesap vermelidirler. Soykırım sırasındaki sermaye el değişimi süreci de mutlaka ele alınmalı ve yağma ve talan yoluyla zenginleşenler, ki bu sürece sıradan Müslüman halkın da bir bölümü katılmıştı, ifşa edilmelidir. Resmi devlet ideolojisinin 1915 olaylarına ilişkin propagandasına karşı, bu konuda tarafsız bilimsel çalışmalar yapan dünyada saygınlığı olan bilim insanlarının çalışmaları okunmalı, bu konuyla ilgili bilimsel toplantılar ve konferanslar düzenlenmeli, kısacası toplumda devlet propagandasının neden olduğu yanlış kanaatler değiştirilmeye çalışılmalıdır. Son olarak, Ermenistan Ermenileri ve Diaspora Ermenileri ile sivil toplum düzeyinde ilişkiler geliştirilmeli, ve bu çevrelerin soykırımın tanınması yönündeki çabaları kınanmak yerine desteklenmelidir. Bu insanların önemli bir bölümü, soykırımdan canlarını zor kurtaran Anadolu coğrafyasının en eski halklarından birinin torunlarıdır ve birkaç kuşak büyüklerinin tarihte eşi benzeri olmayan bir insanlık suçuyla karşı karşıya kaldıkları gerçeği unutulmamalıdır.
[1]Dink, Hrant. 23/05/2003. Agos. İnkârdan İkrâra.
[2]Microsoft Word – IAGSArmenian Genocide Resolution .docx (genocidescholars.org)
[3] The Genocide Word by Raphael Lemkin #ArmenianGenocide – YouTube
[4]Wayback Machine (archive.org)
[5]Akın, Kadir. 2021. Saklı Tarihin İzinde Osmanlı’da Modernleşme, Anayasa, Sosyalizmin Kökleri ve Ermeni Vekiller. İstanbul: Dipnot Yayınları. s. 118.