6 Şubat saat 04.17’de Gaziantep İslahiye’deydim. Uzun süre de orada kaldım. Aklımda kalanları, yitip gidenlerin anısına kaydetme ihtiyacı gördüğümden bu yazıyı kaleme alıyorum. Yitip gidenler arkalarında sarılamayacak yaralar, ölümcül sessizlikler bıraktılar. Ve bu yaraları sarma çabalarımız sürerken herkesin en az bilgisinin olduğu o ilk saatler hakkında biraz konuşmak gerektiğini düşünüyorum.
Yazı boyunca depremi yaşamış ya da deprem bölgesine sonradan gitmiş olanlar için tetikleyici içerikler olabileceğini de belirterek başlamakta yarar var.
Şimdi enkaza doğru yürüyebiliriz.
Enkazda yürüyüş
Depremin hemen ardından enkaz alanlarında dikkat çeken şeylerden ilki; bütün kaosa rağmen etrafı sarmayı bir şekilde başaran, içi ölüm yüklü derin bir sessizlikmiş. Bilmiyordum, bilmesem de olurdu tabii, olmazsa olmaz bilgilerden değil, olmasa daha iyi olurdu türünden bir bilgi bu. Umarım bu bilgiyi bundan sonra bizzat şahit olarak öğrenmek zorunda kalan olmaz. Fakat birazdan aktarmak zorunda kalacağım deneyimleri yeniden gözden geçirdiğimde olası bir başka depremin yine benzer manzaralara yol açacağını düşünmeden edemiyor insan, herhalde değişen bir şey olmadıkça manzara tekerrür etmeye devam edecek. Etmemesi adına elimizden geleni yapacağımızı varsayarak yola devam edebiliriz tabii; bu mantıkla devam edince ilk olarak “bu sessizliğe maruz kalmamanın bir yolu var mıydı?” sorusu geçiyor aklımdan. Ve en basitinden ele alırsak, “daha sağlam bir yapılaşma ne kadar etkili olurdu?” ya da “bu yapıları çok katlı mezarlar haline getiren gerçeğin temelinde neler yatıyordu?” soruları, o ilk soruyu takip ediyor.
Depreme kadar yaşadığımız güvenli duvarlarımızın, sıkıca kilitli kapılarımızın içlerinde neler olduğunu neredeyse hiçbirimiz bilmiyorduk. Eninde sonunda hepsi bir buçuk dakika içinde tarumar olduğunda, taş üstünde taş kalmadığında duvarlar da onları inşa edenlerle aynı dili konuşmaya başladı. Bu dil, tıpkı bizlere canlı tabutlar inşa edenlerinki gibi ağzı bozuk, kaba saba bir dildi, neticede pek hoş şeyler çıkmadı içeriden dışarıya doğru. Çoğumuzun evleri üzerinde herhangi bir ismin yazılı olmadığı mezartaşlarıymış.
Bu kakafoninin hepimizi yuttuğu ve duvarların tamamının yıkıldığı o ilk anda ortaya çıkan manasız sessizliğe dönecek olursam eğer, sanırım ilk önce onun neye benzediğini biraz anlatmak gerekiyor. Lakin bir enkaz alanından ötekine yürüdüğümüz mesafede kendini gösteren, neredeyse elle tutulacak somutlukta olan bu sessizliği, en iyi tanımlayan kelimeleri bulmak neredeyse imkansız. Bu anlatım için işin hakkını verecek kallavi kelimeleri bulma çabamın da kaçınılmaz bir biçimde gerçeği hep bir parça eksik anlatacağının da farkındayım. Çünkü kimi anlar, kelimelere dökülemeyecek kadar ağır. Fakat yine de tarif etmeye çalışırsam; o gece birkaç taşın yuvarlanmasından doğan tıkırtılardan ve bir kuyunun dibinden geliyormuş gibi tınlayan ağıtlardan başka bir ses yoktu. Bunun dışında gece tümüyle sessizliğe bezeliydi. Sonraki gecelerde koca koca iş makineleri bile sanki pamuktan yapılmışlar gibi bu sessizliğe eşlik ettiler, çalışma alanına sokulmadıkça onların sesleri dahi net duyulamıyordu. Sanki sessizlik kentin üstünde asılı kalmıştı. Öyle ki 6 Şubat 04.17’den sabaha kadar olan sürede bu sessizlik yüzünden geçici olarak işitme kaybı yaşadığımı düşündüğüm bile oldu. Ancak işin aslı bu değildi elbette çünkü enkaz altından gelen sesleri herkes gibi duyabiliyordum. Zaten en net seslerden biri buydu ve geriye sesin kaynağını yerin dibine gömen etkinin, ne olduğunu merak etmek kaldı. Yaşadığımız sessizlik, en çok da bundandı. Adına şok diyenlerde var, fakat bu sessizlik kadar kesin olan tek şey, lapa lapa yağan karın örtemediği bir rezaletti.
Enkazda yolculuk
Depremin olduğu 04.17’den itibaren geçen ilk saatlerdeki sessizliğin etkin sebeplerinden biri de aslında ortalıkta hareket eden, edebilen çok fazla bir şeyin olmayışıydı. İslahiye’de kar yağıyordu, evvelki gün önümde kahvemle oturmuş kar yağışını izliyordum, bir sonraki gün ise üstüm başım çamur içinde, enkazlardan birinin karşısında durup kar yağışını izlemeye devam ettim. Sanki beynim donmuştu, deprem anından beri üzerimde duran kıyafetler gibi resmen zihnim de taşlaşmıştı. Sokaklarda ya da sokaklardan geri kalan yerlerde yakılmış varillerin etrafında toplanmış insanların oluşturduğu çemberler, ne sıcaklık ne de ses geçiriyordu dışarıya. Sanki o an, dünyanın tümünden soyutlanmıştı. Bütün bunlar yaşanırken dışarıdan gelen de dışarıya çıkan da olmadı. Moloz yığınlarına karşı öylece kalakalmıştık. Bir aralık, bir ambulans gördüğümü sanıyorum ancak tam olarak emin de değilim, belki de bir başka günün anısıdır. Fakat gördüysem de tek bir ambulans neye yarardı ki zaten? Yiyecek de yoktu. Çünkü camları kırılan marketlerden alınan yiyecekler, koca bir şehirden geriye kalan insanları doyurmak için elbette yeterli değildi. Sonuç olarak sessizliklerden en ağırının yaşandığı o ilk günde yeme-içme-barınma-ısınma gibi ihtiyaçlarımızdan hiçbirini karşılayamadık. Ya da daha açık ifade etmek gerekirse bütün bu ihtiyaçlarımız karşılanamadı demek daha doğru olur.
O ilk gece, üzerine bir binanın tamamı ya da bir kısmı düşmemiş, çalışır durumdaki şanslı araçların içi tıka basa insanla dolu bir halde atlatıldı. Fakat saat sabah yedi sularında petrol istasyonlarındaki yakıt tamamen tükendi. Ve o araçlar güvenli olduğunu varsaydıkları yerlerde beklemeye koyuldular. Neyi beklediklerini bilmiyorlardı aslında, ama oldukları yerlerde sanki boşluğun içinde savrulmuş gibi beklediler.
İşte o saatlerde enkazların etraflarında sağa sola dönerek dolaşanların aralarından süzüle süzüle şehrin bir ucundan öteki ucuna kadar gittim. Tanıdıklarımın evlerinin önünden geçtim. Kimin ölüp kimin yaşadığını sadece tahmin edebiliyordum. Çoğunda yanıldım. Öldü dediklerim yaşadı. Yaşıyor dediklerim öldü.
Kat limitinden bihaber biçimde, üstüne bir de birbirlerine yapışık vaziyette inşa edilmiş, dolayısıyla domino taşları gibi birbirlerinin üzerlerine devrilmiş binaları da ilk o zaman gördüm. Bu domino taşlarına benzeyen enkazlara ilaveten yere tamamen yapışmış ve bugün hala daha anlam veremediğim bir biçimde ortadan tamamen kaybolmuş binaları da ilk o zaman gördüm. Her şey insanın zihnini bulandıracak kadar netti.
Bu zihin bulandıran netliğin sürdüğü o ilk günde insanlar çaresizce bekliyordu ve ortada “Devlet nerede?” gibi bir soru da yoktu. Kimse bu soruyu sorma gereği duymuyordu. Çünkü sanırım devletin o an orada olmayacağını içten içe hepimiz biliyorduk. Ve “artık kendileri için hiçbir şey istemeyen insanlar,” enkazdan yakınlarının çıkarılmasını birbirlerinden istemeye başladılar. Çocukları çıkarılsın istediler, çocukları ısınsın istediler, çocukların karnı doysun istediler ve bütün bu isteklerin ulaştığı kulaklar bir başka depremzedenin kulaklarıydı. Bu vakitlerde insanlar el yordamıyla taşları kurcalar oldular. Aslında herkes herhangi bir taşın altında bulacağı şeyden korkuyordu. Ama insanlar, birbirleri için harekete geçmekten de geri durmadılar. İnsanların enkazlarda yakınlarını el yordamıyla aradığı o saatlerde bütün şehirde yıkılmayan tek şey dayanışmaydı.
Bahsi geçen bu dayanışma kadar gerçek olan bir başka şey daha vardı, o da bir başımıza olduğumuzdu. Hiç kimse yardıma gelmemişti ve biliyorduk ki bir süre daha kimse yardıma gelemeyecekti. Çünkü AKP’nin o yepyeni yolları öyle bir yarılmıştı ki artık ne İslahiye’den çıkmanın ne de İslahiye’ye girmenin bir yolu vardı. Kendi yuvamızda kapana kısılmıştık.
Kayıp enkazın izinde
Depremin ikinci gününe doğru ambulansların sesleri net biçimde duyulmaya başladı. O ana kadar herkesin çaresiz ve yorgun suratlarını ezberlediği sekiz on asker dışında sokaklarda görevli namına dolaşan kimseyi de görmemiştik. Türkiye’nin en büyük birkaç askeriyesinden biri olan İslahiye askeriyesinden çıkan hepi topu o, sekiz on kişiydi. Ve o birkaç asker de çabucak birer depremzedeye dönüşmüşlerdi.
Ağır yaralılar o yeni sabahta ortaya çıkan ambulanslar tarafından alındılar. Ölüler için ilk cenaze arabaları da yine o sabah ortaya çıktı. Kar yağmura döndü. Yağmur çamur oldu. Enkaz tazeydi, enkaz sıcaktı.
İkinci günün sabahı, tanıdık bir binanın enkazından tanıdık bir ses duydum. “Buradayım!” dedi. Hiç çıkmıyor aklımdan. O oradaydı. Biz buradaydık. Eksik olan şey aramızdaki taş dağını kaldıracak olanlardı. Ama yoklardı!
İkinci gün öğle saatlerinde Kızılay birkaç parkta çorba dağıtmış diye bir şey duyuldu. Akabinde birkaç sivil araç su dağıtmaya başladı. Akşamüzeri battaniye dağıtan bir Kızılay aracı gördüm. Hayatımda gördüğüm en pis battaniyelerle de o zaman tanıştım. O pis kokulu, kıl tüy içindeki battaniyelerden birini hemen oracıkta bir direğin ucuna “Enkaz Anıtı Bayrağı” olarak dikmek istedim. Yapmadım tabii, zaten o battaniyeyi göndere çekecek bir direk de kalmamıştı. Onun yerine o battaniyeleri çöpe filan attık herhalde, tam hatırlayamıyorum. Bir daha da Kızılay filan görmedim. Görenler varmış, dilden dile yayılan trajikomik bir şehir efsanesi oldu Kızılay. Onunla dalga geçtik, onunla şakalaştık; aslında biraz iyi geldi.
Sonra iş makineleri yığıldılar. Sürüsüne bereket onlarca iş makinesinin önümden geçişini oturduğum bir taş parçasından yarım saat kadar izledim. Sonradan neredeyse hiçbirinin şoförünün olmadığı fark edildi. Fakat bir de hiç görmediğimiz iş makineler varmış. Onları da birkaç gün sonra fark ettik. İslahiye’nin ücra köylerinden birinin bir arazisinde, etrafı dikenli tellerle çevrili bir güneş paneli inşa alanı vardı. Depremden beş ya da altı gün sonra o arazinin yanından geçerken arazide uyumakta olan onlarca iş makinesi olduğunu gördük.. Üzerlerinde Cengiz İnşaat ve bir takım başka şirketlerin logoları vardı. O arazideki iş makinelerinin niçin orada olduğunu, arama kurtarma bitip yeniden inşanın tatlı rantı başlayıncaya kadar anlayamadık. Arama kurtarma ihtiyacı varken dikenli teller ardında saklanan iş makineleri, yeniden inşa ihalelerinin akabinde şehre giriş yaptılar.
İkinci günün akşamüzerinin son dakikalarında sabah ses duyduğum o tanıdık enkaza bir daha uğradım. “Buradayım!” dedi. O, o an oradaydı. Fakat o enkazı aramızdan kaldırması gerekler hala yoktu. Gün yine aynı çaresizlikle kapandı.
Bugün bir parçamla O’nun hala orada olduğuna inanıyorum.
“Orada mısın?”
“Ben buradayım.”
Taksitle ölüm
Depremin üçüncü günü en hareketli olandı. Sonrası da iniş aşağı öyle devam etti. Şehrin dışından gelen sayısız gönüllüyle birlikte enkazlara el atıldı. En çok ölüm haberi aldığımız gündü. En çok cenaze aracı o gün geçti. Yepyeni yapılmış, gıcır gıcır yollar sonunda geçici olarak da olsa onarıldılar. Ve büyük çoğunluğunu toplumsal dayanışma ağlarının örgütlediği yardım kamyonları yiyecek, içecek, ilaç, kıyafet, battaniye ulaştırmaya başladılar. Buna karşılık, aynı saatlerde içi uzun namlulu silahlarla donatılmış tipler taşıyan Akrep’ler de şehre giriş yaptılar. Aslında bugünden baktığımda, yaşananlar sadece o anın görüntüsü ile özetlenebilirmiş gibi geliyor. Bu anlar yaşanırken bir yandan ilçede yağma başlamış, akabinde av da onu izlemişti. Sanki her şey aynı anda yaşanıyordu.
Ve depremin üçüncü gününün sabahında infilak etmiş dükkanımızın karşısında öylece oturup enkazımıza karşı sabah sigaramı tellendirirken Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş’ın tarumar olmuş dükkanımızın enkazının önünde durduklarını fark ettiğim fantastik bir an yaşadım. Ama bende kalkacak hal kalmamıştı. Herhalde üçüncü gündü bu, yanlış hatırlamadığımı umut ediyorum.
“Hiç yoktan yetkilidir, iyidir.” dedi yanımdaki. “Yok efendim, değildir!” diye laf anlatmak istedim. Ama halim de kalmamıştı.
İşte ilk kez o gün, dışarıdan bir şeylerin şehre gelebildiği görüldüğünde “Devlet neredeydi?” sorusu ortaya çıktı. Çünkü “Geldik yoktunuz,” diyen kargo şirketleri gibi yok olmuşlardı. Çünkü günler boyu enkazlardan “buradayım!” sesleri yükselirken, biz soğukta üşürken, cenazelerimizi kendi ellerimizle çıkarıp gömerken hiçbir devlet kurumu görülmemişti. Bir raddeden sonra AFAD görevlileri gelmişti ama onlar da gerekli ekipmanlardan yoksunlardı ve çaresizlikleri bizimkinden farksızdı.
Ama o üçüncü gün, ansızın sessizlik duvarı yıkıldı. Sessizlik duvarını toplumsal dayanışma yıktı. Sessizlik duvarını yıkanlar, ilk andan beri durmak bilmeden çabalayan o insanlardı. Sessizlik duvarı, dayanışmanın içimizde ve dışımızda bulduğu yankıyla yıkıldı.
O sessizlik duvarının altında kalanlar da var elbet: Fakat helalleşmeyeceğiz, günü geldiğinde hepsiyle hesaplaşacağız.
Çünkü biz bütün o yıkımın içinde yaralarımızı saran dayanışmayı da bizi yapayalnız bırakanları da zihnimize kazıdık.