SEÇTİKLERİMİZ – Sevilay Çelenk’in Gazete Duvar’daki yazısı: Faşizmin çarkını herkes döndürebilir. Faşist olduğunu aklından bile geçirmeden hem de. Bir ülkeyi, bir ulusu, bir halkı geçmişin altın çağına döndürme düşüyle mesela. Öyle bir yer yok demez onlara kimse. Geçmişin bir altın zamanı yok. Dönebileceğiniz bir anne karnı yok demez…
Yoğun, ılık ve taptaze bir ıhlamur kokusu içinden yürünüyordu yol boyunca. Az ileride ise lavanta kokusu karışıyordu havaya. Bahçe peyzajlarının güzelliğinden insanın gözünü alamadığı sağlı sollu villalar. Bu lüks villaları şimdilerde üçe dörde bölüp kiraya veriyormuş ev sahipleri. Ren kıyısında şirin mi şirin bir kent. Ihlamur ağaçlarının gölgesinde öylece uzayıp giden tarifsiz bir sükûnet. Muhtemelen bundan yaklaşık yüz yıl önce de belki tam olarak bu noktada değil fakat çok yakın başka bir sokakta ya da caddede yine ıhlamur ağaçları ve yol kenarlarında lavanta tarhları vardı.
Hafif esintilerde grip yatağını ve eklemleri tatlı tatlı sızlatan rehaveti filan hatırlatan yemyeşil bir yol. Çok insanca ve çok yaşama dair geliyor her şey. Peki nasıl oldu da faşizm bu yollardan yürüdü, rüzgar gibi esti ve önüne geleni sürükledi? Nasıl olabildi?
Faşizm bu; ıhlamur kokusunu, lavanta rengini ve yumuşak esintileri dinlemediği gibi kendisini nerede görse tanıması beklenen anneleri filan da dinlemedi…
“Benim annem faşizmi nerede görse tanır.”
Çakıldığı aklımdan yerli yersiz çıkıveren bir cümle. Hatırladığım kadarıyla ODTÜ Vişnelik’te geçen yıl yapılan Barış İçin Herkes İnisiyatifi’nin Savaş Yıkımdır; Barış Umuttur forumuna lgbti örgütleri adına katılan bir aktivistten duymuştum bu çarpıcı cümleyi. Yine de maalesef tam emin olamadığımdan bir isim yazamıyorum. Anneler faşizmi tabii ki gördüğü yerde tanır diye düşünmüştüm ben de. Sanırım birçok kişi de böyle düşünmüştür. Çünkü faşizm annelerden çocuklarını koparıp alır. Ötesi yok.
Şair Ergin Günçe’nin dediği gibi, “faşizmi çocuklar da anlayabilir.” Fakat yine şairin dediği gibi “çocuk faşizmi yanağında tanır” ancak. Yanağında çoktan patlayan haksız bir tokat olarak. Maksat o tokat orada hiç patlamasın.
…
Dört yıl önce ilk kez gittiğim Almanya’daki o küçük, o şirin kentte ıhlamur kokusu burnuma sıcacık çarptığında, bu mis kokulu sakin sokaklarda bir zamanlar faşizmin yürüdüğünü düşünmüş -ve yüzyılın yabanisi bir duygu haliyle herhalde- bir kez daha şaşırmıştım. Faşizmin kara deliğine çekilmeye annelerin bile engel olamadığını ve hatta binlercesinin o girdabın gücüne güç kattığını biliyorduk oysa. Leni Riefenstahl’in İradenin Zaferi filminin sadece ilk yarım saatini izleyin isterseniz. Sağlık ve güzellik fışkıran bedenleri ve ışıldayan yüzleriyle gencecik kadınların, 1934 yılının ılık bir Eylül gününde Nürnberg’de Hitler’i karşılarken sergilediği histerik sevinç gösterisine bir bakın sadece.
Faşizmin çarkını herkes döndürebilir. Faşist olduğunu aklından bile geçirmeden hem de. Bir ülkeyi, bir ulusu, bir halkı geçmişin altın çağına döndürme düşüyle mesela. Öyle bir yer yok demez onlara kimse. Geçmişin bir altın zamanı yok. Dönebileceğiniz bir anne karnı yok demez…
“Hayat sadece gelecekte” demez.
Altı üstü bir hayat. Hayatı bu kadar berbat yaşamak için, bu kadar berbat etmek için gerçekten hiçbir neden yok, demez kimse.
O küçük şehir yerle bir olmuş savaş döneminde. O yüzden de pencerelerden sarkan rengârenk çiçeklerin süslediği savaş sonrasının zarif yapılarını ve Ren kıyısına yayılan yemyeşil doğasını saymazsak, tarihi güzellik namına pek bir şey kalmamış maalesef.
İnsan faşizmin bir daha asla geri dönmeyeceğine inanmak istiyor. Çünkü duygusal akıl da rasyonel akıl da böyle olması gerektiğini söylüyor.
Oysa Michael Mann Faşistler (1) adlı kitabında faşistlerin geri dönebileceğini, bu iddianın ciddiye alınması gerektiğini anlatıyor. Bundan da öte, ancak faşistleri ortaya çıkaran koşulları kavrarsak dönüp dönmeyeceklerini ve buna nasıl engel olabileceğimizi de daha iyi anlayabileceğimizi öne sürüyor.
Tanık ve Arşiv adlı eserinde Giorgio Agamben ise Hannah Arendt’in bir röportajında, toplama kamplarıyla ilgili gerçeği öğrendiğinde verdiği tepkiden şu sözlerle bahsettiğini aktarıyor. (2)
“Önce ne diyorduk: Evet insanın düşmanları olur. Bu tamamen normal. Peki neden bir halkın da düşmanları olmasın? Ama bu farklıydı. Sanki bir uçurum açılmış gibiydi sahiden de. Bunun olmaması gerekirdi. Sadece kurbanların sayısını kastetmiyorum. Yöntemi, ceset imalatını ve diğerlerini kast ediyorum –daha fazlasına girmeye gerek yok. Bu olmamalıydı. Kendimizi alıştıramayacağımız bir şey oldu orada. Hiçbirimizin yapamayacağı. ”
…
Adam diyor ki “referandumda hayır diyenlerin karıları ve kızları helaldir!” Sonra da “savaş durumu için dedik herhalde” diye celalleniyor eleştirenlere. Adamın birkaç kadın arkadaşı da haklı olabileceğini ama yine de terbiyesini bozmaması gerektiğini yazıyor bu mesajın altına…
Ve biz her gece kesif bir can sıkıntısı ve katman katman ağırlaşmış bir kaygıyla uykuya gidiyoruz. Kara bir delik bizi yutmaya hazırlanırken elimizden gelen bir şey var da biz yapmıyormuşuz gibi. Elimizden bir şey gelmiyormuş gibi. Ellerimiz yokmuş gibi hatta…
Oysa “insanlar arasında bir insan” olanın her zaman yapacağı bir şeyler de olmalı değil mi? Bir şey yapabilir, yapmalı …
Bazı dersleri tekrar etmeden öğrenmeli mesela. Faşizm tekrara bırakılmadan öğrenilmesi gereken bir derstir. Gördüğümüz yerde tanımak zorundayız onu. Çünkü o kendinden olmayanı gözünden tanıyor…
(1) Mann, M. Faşistler. Çev., Ulaş Bayraktar. İletişim Yayınevi, 2015. s.17.
(2) Agamben, G. Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar. Çev., Ali İhsan Başgül. Dipnot Yayınları, 2010. s.71.