Bu makale Jacobin dergisinin 04.03.2024 tarihinde Almanca yayınlanan internet sayfasından Cengiz Onur tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
https://jacobin.de/artikel/covid-pandemie-abkommen-big-pharma
Yazının orjinali Jacobin’in İngilizce sayfasından çevrilmiştir.
https://jacobin.com/2024/02/pandemic-treaty-intellectual-property-big-pharma
Makaleyi kaleme alan Leigh Phillips bir bilim gazetecisidir ve AB konularında muhabirlik yapmaktadır. Kendisi Austerity Ecology & the Collapse-Porn Addicts (Zero Books, 2015) kitabının yazarıdır.
******
Küresel salgınları önlemeyi amaçlayan uluslararası görüşmeler başarısızlık eşiğinde durmakta. Bunun başlıca nedeni ABD, Kanada ve Almanya gibi ülkelerdeki büyük ilaç şirketlerinin mülkiyet ve patent hakları konusunda taviz vermeyi reddetmelerinde yatmaktadır.
Geriye dönüp bakıldığında virologlar, epidemiyologlar ve diğer uzmanlar insanlığın COVID-19 pandemisinden nispeten yara almadan kurtulduğu konusunda hemfikir. Her ne kadar beş milyon insan doğrudan virüsten ölmüş ve Dünya Sağlık Örgütü‘ne (WHO- World Health Organization – Ç.) göre “normal” yıllara kıyasla toplamda yaklaşık 15 milyon daha fazla ölüm yaşanmış olsa da, hastalığa yakalananların büyük çoğunluğu hayatta kalmayı başarmıştır. SARS-CoV2 sonuçta uygarlığı tehdit eden bir virüs olmadığını kanıtladı. Bu “çok büyük ve yıkıcı olan” bir durum değildi.
Ancak daha fazla salgın olacağı da açıktır. Yeni bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkması bu gezegendeki yaşamın temel bir parçasıdır; ve bunların sınırlar ötesine hızla yayılması modernitenin bir özelliğidir – ticaret yapıyoruz, seyahat ediyoruz, nakliye ediyoruz, yüksek hızda ve sınırlar ötesine göç ediyoruz. 14. yüzyılda hıyarcıklı vebanın Çin’in güneybatısından İtalya’ya uzanan İpek Yolu boyunca yayılması on yıldan fazla zaman almıştı. Bugün ise patojenler, tatilcilerin evlerine dönerken bindikleri bir uçakla taşınabilmekte ve tek bir öğleden sonra tüm dünyayı dolaşabilmektedir. Ormansızlaşma bu tehdidi önemli ölçüde arttırıyor, ancak çok daha kapsamlı orman korumasına sahip bir dünyada bile bu tür salgınlar önlenemez.
Belki de bir sonraki pandemide yine şanslı olacağız. 2021’de yapılan bir tahmine göre, herhangi bir yılda COVID-19’a benzer etkilere sahip başka bir salgınının ortaya çıkma ihtimali ellide birdir. Bu metni okuyan birinin yaşamı boyunca bu büyüklükte başka bir pandemi yaşama olasılığı nede olsa yüzde 38’dir.
Çok daha ciddi bir patojenin ortaya çıkması – örneğin, kızamığın bulaşıcılığına ve enfekte olanların yaklaşık üçte ikisinin öldüğü Ebola’nın ölüm oranına sahip bir patojen – bulaşma etkileri, kasıtsız kazalar ve hatta planlı salgınlar nedeniyle tamamen mümkündür.
Yani her yerde mevcut bir tehdit var. Dünyanın COVID-19’a gösterdiği felaket tepki ile ilgili tecrübeler (ki bundan ders almalıyız) dünya uluslarını yeni bir küresel pandemi anlaşması geliştirmeye sevk etti. Avrupa Konseyi‘nin görevden ayrılan Başkanı ve böyle bir anlaşmanın ilk savunucularından Charles Michel’in 2021’de yazdığı gibi: “Hiçbir hükümet ya da kuruluş gelecekteki pandemi tehdidiyle tek başına başa çıkamaz.”
“Küresel bir ‘pandemi anlaşması’ için son dakikada bir anlaşmaya varılsa bile, gerçek bir küresel uygulama mekanizmasının olması pek olası değildir.”
Dolayısıyla amaç, 1) salgın hastalıkların önlenmesini, 2) salgın hastalıkların ortaya çıkmasına yönelik hazırlıklarımızı ve 3) salgın hastalıklar ortaya çıktığında müdahalemizi düzeltmeye yönelten uluslararası hukuk kapsamında bağlayıcılığı olan bir anlaşmadır.
Çoğu insan “bu son” pandemi hakkındaki makalelerden bıkmış durumda ve Ukrayna ve Gazze’deki savaşlar haberlere hâkim. Bu nedenle potansiyel pandemi anlaşmalarına ilişkin haberler büyük ölçüde British Medical Journal (1) gibi uzmanlaşmış basınla sınırlı kalıyor. Müzakerelerin son turu 19 Şubat’ta Cenevre’de başladı, ancak örneğin Birleşmiş Milletler iklim müzakerelerinde olduğu gibi binlerce gazeteci, STK ve protestocudan oluşan (lobiciler elbette mevcut olsa da) olağan bir gezici sirk yoktu ortalıkta.
Böylece Batılı güçlerin müzakerecileri, ilaç şirketlerinin mülkiyet ve patent haklarının hizmetinde, sanayileşmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki her türlü adalet kavramından sessizce uzaklaşabildiler. Pandeminin önlenmesi için gerekli mali kaynaklar konusunda bir diyalog başlatma çabaları bile sonuçsuz kaldı.
Diplomatlar isim vermeden, benzer müzakerelerde (BM-İklim Zirveleri gibi) genellikle tüm tarafların en azından bir miktar hareket ettiğini ve daha sonra yavaş yavaş bir uzlaşmaya doğru ilerlediğini itiraf ediyorlar. Ancak söz konusu pandemi anlaşmasında Küresel Kuzey temsilcileri hiç hareket etmiyorlar. Anlaşma teklifinin değerlendirilmek üzere DSÖ‘nün karar alma organı olan Dünya Sağlık Meclisi‘ne (World Health Assembly – Ç.) sunulmasına sadece iki müzakere oturumu kalmış durumda. Görünen o ki, müzakerelerin herhangi bir ilerleme kaydedilmeden tamamen başarısızlığa uğrayabileceğine dair dışarıya yansımayan korkular var.
Diplomatik oyunlar bir yana: İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch – Ç.) gibi insan hakları örgütlerine göre(2), sivil haklar için çok az ya da hiç bir garanti verilmemiştir. Bu, hem otoriter hem de görünüşte demokratik olan birçok hükümetin COVID-19 salgını sırasında insan hakları ve sivil özgürlükler normlarını defalarca ihlal etmiş olmasına rağmen böyledir.
İnsan hakları örgütü mevcut müzakerelerle ilgili yaptığı açıklamada şu uyarıda bulundu: “COVID-19 krizi, sağlık politikasının içinde bulunduğu acil durum anında ve bunun öncesinde insan hakları yasalarını ve standartlarını korumaya yönelik açık ve bağlayıcı taahhütler olmaksızın, bir insan hakları ihlalleri ve suiistimal dalgasına yol açmıştır.” (2) Bu uyarı şu tespitleri de içermektedir: “Hükümetler sokağa çıkma yasaklarını, karantinaları ve diğer kısıtlamaları genellikle halk sağlığına yönelik tehditle orantısız bir şekilde uyguladı ve insan haklarını baltaladı. Bazı durumlarda hükümetler, halk sağlığı önlemlerini marjinal gruplara karşı ayrımcılık yapmak ve aktivistleri ve muhalif kişileri hedef almak için bir araç olarak kullanmıştır.”
Sağlık sektöründen uzmanlar, küresel bir “pandemi anlaşması” için son dakikada bir anlaşmaya varılsa bile, muhtemelen gerçek bir küresel uygulama mekanizmasının olmayacağı konusunda uyarı bulunuyor. Bu tür mekanizmalar olmadan, Küresel Güney’de aşılara erişim muhtemelen yetersiz kalmaya devam edecek ve anlaşmanın imzalanması da dahil olmak üzere bu çaba sembolik politikadan öteye geçemeyecektir.
“Erişim ve Faydalar”
Müzakerelerde sanayileşmiş ve gelişmekte olan pazar ülkeler arasında çok sayıda görüş ayrılığı mevcut. Ancak asıl çekişme noktası, müzakere metninin merkezinde yer alan zararın karşılanmasıyla ilgili olan husustur: Resmi olarak DSÖ Patojen Erişimi ve Fayda Paylaşımı Sistemi (WHO PABS Sistemi) diye adlandırılan, sözde erişim ve fayda paylaşımı mekanizması.
Bir özet: Pandeminin önlenmesi için yeni patojenlerin hayvansal kaynaklardan yayılmasının daha iyi izlenmesi şarttır. Bu, tüm ülkelerde, özellikle de bu kapasitenin şimdiye kadar oldukça sınırlı ve bulaşma riskinin en yüksek olduğu yoksul ülkelerde(3), veri toplama ve tahmine dayalı analiz için yenilikçi araçlar da dahil olmak üzere laboratuvar ve gözetim kapasitesinin geliştirilmesini gerektirmektedir.
Bu tür bir gözetimin küresel düzeyde işe yaraması için, yeterli finansmanın sağlanması ve her şeyden önce gözetimden elde edilen verilerin paylaşılması ve dünya çapındaki araştırma merkezleri arasında bir iş birliğinin yapılmasını gerekmektedir. Bilgi paylaşımı, patojenlerin hızlı genetik dizilimi ve ardından aşı ve tedavilerin üretimi için temel bir ön koşuldur.
Ancak bu tür bilgi paylaşımı aynı zamanda riskler de barındırmaktadır: kendi ülkelerindeki salgın hastalıkları tespit eden ve bu konuda bilgi aktaran ülkelere gidiş-dönüş seyahatlerinin yasaklanması, ticaretin kısıtlanması ve hatta çökmesi gibi. Bu tür ekonomik riskler, bu tür ticaret kesintileriyle en az başa çıkabilenler, yani en az gelişmiş ülkeler için en çok ciddi durumu yaratır.
Bu nedenle Küresel Kuzey, Küresel Güney’den bilgi aktarımı karşılığında, bu yoksul bölgelerde izleme ve kontrolün ortak finansmanını sağlamayı ve izlemenin “meyveleri” olan aşı ve ilaçlara genel erişimi garanti etmeyi taahhüt etmelidir.
COVID salgını sırasında aşı ve ilaç üretimine yönelik ara ürünler de dahil olmak üzere küresel tedarik zincirleri dayanabilme sınırlarına ulaşmıştı. Ancak dünyada önde gelen devletlerin hükümetleri (özellikle Kore Savaşı’ndan kalma Savunma Üretim Yasası‘nı (4) kullanan ABD gibi) birçok dağıtım kararını özel sektörün elinden aldığında, hayati önem taşıyan mallar artık en yüksek teklifi verene değil, en acil ihtiyaç duyulan yerlere gönderildi. Kârlı olan her zaman faydalı ya da mantıklı olmayabiliyor.
Bu nedenle, bir sonraki pandemi göz önünde bulundurulursa, yeterli stok, dağıtımın küresel koordinasyonu ve ihtiyaç duyulduğunda nitelikli sağlık ekiplerinin hızlı bir şekilde konuşlandırılması bir anlaşmanın merkezinde yer almalıdır. Ancak böyle bir anlaşmanın herkesin yararına olabilmesi için, bu tür faaliyetlerin kâr amacıyla değil, gerçek ihtiyaç temelinde yürütülmesi gerekmektedir. Buna ek olarak, kapsamlı, sürekli ve garantili bir finansman sağlanmalıdır.
DSÖ her yıl bağışçılarının yanına zilli cüzdanla gidemez. Bu böyle devam ederse, yalnızca müdahale değil, izleme yetenekleri de zayıflayacaktır: Nakit sıkıntısı çeken bir DSÖ böyle bir durumda, Çin, Amerika Birleşik Devletleri ya da Avrupa Birliği gibi fon sağlayıcıları taahhütlerini yerine getirmediklerinde, veri paylaşmadıklarında, uyarılarda bulunmadıklarında ya da riskli, biyolojik açıdan güvenli olmayan projelere giriştiklerinde (daha da) az eleştirebilir. Burada bir yanda tek tek devletler, diğer yanda küresel toplum ve onun kurumları arasında bir çıkar çatışması söz konusudur. Ve: DSÖ kendisini (mali açıdan) besleyen eli ısıramaz.
“Sonuçta, kurumsal açgözlülüğün ve Batılı hükümetlerin ilaç şirketlerinin çıkarları için araçsallaştırılmasının kristal berraklığında bir vakasıyla karşı karşıyayız gibi bir durum görünmektedir.”
G20, özellikle Küresel Güney’de pandemi müdahale kapasitelerinin yetersiz olduğunun farkına varmıştır. Bu nedenle kendileri 2022 yılında Dünya Bankası himayesinde, DSÖ‘nün teknik personel sağladığı bir pandemi fonunu(5) oluşturdular. Geçen yıl, ilk turda, toplam 338 milyon ABD dolar tutarındaki ilk cüzi para yardımını fona verdi. Fon yöneticilerinin kendileri ise “çok daha fazlasına” (6) ihtiyaç duyulduğunu söylüyorlar. Pandeminin önlenmesini hayırseverlik çalışmalarının artık odak noktası haline getiren milyarder Bill Gates, geçen yıl yaptığı açıklamada(7), DSÖ liderliğinde kendisinin adlandırdığı bir “Küresel Salgın Müdahale Seferberlik Ekibi”nin (Global Epidemic Response Mobilization Team – Ç.) dünyaya üç kat daha pahalıya, yani yılda yaklaşık bir milyar dolara mal olabileceğini belirtti. Elbette o da hükümetlerin bu tür fonları toplayabilmesinde zenginlerden ve/veya şirketlerden alınan vergilerin arttırılmasına karşı çıkmakta.(8)
Sanayileşmiş ülkelerin önerilen çerçeveye katılmayı kabul etmeleri durumu, sistemin DSÖ‘nün İnfluenza (Grip) İçin Hazırlık diye adlandırılan çerçeveye yönlenmesini yaratır, buda pandemi potansiyeli olan tüm virüs ve bakteriler için geçerli olacaktır. İnfluenza hazırlık çerçevesi kapsamında tüm ülkeler keşfedilen grip virüslerinin örneklerini paylaşırlar. Bu numuneler daha sonra ilaç firmaları tarafından yeni aşıların üretiminde kullanılır. Verilerin paylaşılması karşılığında şirketler, aşı gibi tıbbi karşı önlemlerin geliştirilmesi de dahil olmak üzere gözetim ve diğer önleme, hazırlık ve müdahale tedbirleri için kullanılan merkezi bir fona ödeme yaparlar.
Somut olarak, mevcut müzakere metni, gelecekteki bir pandemi durumunda, tıbbi panzehir üretiminin yüzde 20’sinin DSÖ‘ye bağışlanmasını ve daha sonra ihtiyaca göre dağıtılmasını öngörmektedir. Sivil toplum gelişme ve sağlık örgütleri haklı olarak bunun tamamen yetersiz olduğu eleştirisinde bulundu: Gerçek ihtiyaca göre dağıtılan fonların beşte biri, tek kelimeyle beşte dört daha azdır. Buna ilaveten, COVID salgını patlak verdiğinde, örnek verileri gönüllü olarak aktaranlar özellikle piyasası yükselen ve gelişmekte olan ülkelerdi. Bu ülkeler mevcut düzenlemeler çerçevesinde böyle bir alışverişten faydalanmayı ve hızlı bir şekilde panzehir almayı umuyorlardı. Ancak bu böyle olmadı; sanayileşmiş ülkeler başlangıçta kendi başlarının çaresine baktılar
“Bağışların” yüzde 20’sine dönecek olursak: İlaç şirketleri için bu yüzde 20 bile çok fazla. Mevcut müzakere metninin geçen Ekim ayında yayınlanmasının ardından, Uluslararası İlaç Üreticileri ve Dernekleri Federasyonu (IFPMA – International Federation of Pharmaceutical Manufacturers and Associations -Ç.) bunu kapsamlı bir şekilde eleştirdi.(9) IFPMA, önerilen PABS(10) sistemine ek olarak, fikri mülkiyet için zaman sınırlı muafiyetlerin dahil edilmesini de reddetmektedir. Bu tür muafiyetler yoksul ülkelerin aşı ve tedavi ilaçlarını kendilerinin üretmesine olanak sağlayacaktır. Bu sayede, koronavirüs pandemisi sırasında gözlemlenen ilaç istifçiliğinin ve “aşı apartheid “ının üstesinden gelinebilir.
IFPMA, metnin mevcut haliyle kabul edilmesinin “tıbbi karşı önlemler için inovasyon hattı üzerinde caydırıcı bir etki” yaratacağını savunmakta. Bunun böyle olması durumunda, güya şirketlerden daha az araştırma ve yenilik beklenebilir, bu da “şu anda olduğumuzdan daha da kötü durumda olacağımız” anlamına gelir. Buna göre, dünya “hiç anlaşma olmasaydı daha da iyi durumda olurdu”.
En büyük ilaç şirketlerinin birçoğunun vatanı olan ABD, İngiltere, AB, Kanada ve İsviçre, IFPMA‘nın tutumuna uyarak erişim ve fayda mekanizmasını reddetmiştir. SPD liderliğindeki Alman hükümeti özellikle sıkı bir şekilde Big Pharma‘nın tarafını tutuyor. Federal Almanya Sağlık Bakanı Karl Lauterbach geçtiğimiz Ekim ayında Dünya Sağlık Zirvesi‘nde “Almanya ve çoğu Avrupa ülkesi gibi ülkeler için, fikri mülkiyet hakları bu kadar ciddi bir şekilde kısıtlanırsa böyle bir anlaşmanın işe yaramayacağı açıktır” diye konuşmuştur.(11)
Tıbbi önlemlerin çoğu, özellikle de aşılar, öncelikle kamu tarafından finanse edilen üniversite laboratuvarlarında yürütülen araştırmaların sonucuydu. Piyasaya nispeten hızlı bir şekilde girmelerinin başlıca nedeni, hükümetlerin milyarlarca dolarlık doğrudan sübvansiyonlar ve önalım anlaşmalarıyla özel sektörü ekonomik riskten kurtarmış olmalarından kaynaklanmaktadır. Aşıların sağlanması bir tür sosyalizm ya da en azından piyasa mekanizması yerine planlı bir ekonomi olarak okunabilir.(12) Bir pandemi sırasında milyarlarca aşı dozu üretmenin çok kârlı olduğunu düşünülebilir – ve bunu böyle düşünmek yanlış değildir. Ancak, COVID pandemisinin ilk günlerinde ve haftalarında, bunun gerçekten büyük bir pandemi mi olduğu yoksa daha önce SARS veya MERS gibi hızla azalacağı mı henüz belli değildi. Eğer şirketler erkenden aşı üretimine yatırım yapmış olsalardı ve ardından SARS-CoV2’nin önceki pandemiler gibi zararsız olduğunu fark etselerdi, milyarlarca dolar kaybedeceklerdi. Bu nedenle devletler, sübvansiyonlar ve peşin alım anlaşmaları yoluyla aşı üretimindeki ekonomik riski ortadan kaldırmak için devreye girmek zorunda kaldı.
Müzakere metninde yer alan bir diğer hassas konu ise, çalışmaları için kamu bütçesinden para alan tüm şirketlerin patent ve lisans ücretlerinden feragat etmeleri ya da en azından bunları azaltmaları gerektiği yönündeki öneridir.
Yüzden fazla kalkınma ve sağlık sivil toplum kuruluşunun, sendika ve insan hakları gruplarının bir araya gelerek oluşturduğu bir birlikten oluşan Halkın Aşı İttifakı (People’s Vaccine Alliance – Ç.)(13), IFPMA ve Küresel Kuzey hükümetlerinin tutumuna karşı bir duruş sergiliyor. İttifak, en büyük yirmi ilaç devinin COVID-19 salgını sırasında araştırma ve geliştirme için harcadıkları paranın neredeyse aynı miktarının hissedarlara ve yöneticilere de ödendiğine dikkat çekiyor.(14) Gerçekten de, bu şirketler 2020-2022 yılları arasında hissedarlara ve yöneticilere yaklaşık 377,6 milyar ABD dolar dağıtmış ve araştırma ve geliştirme için 414,6 milyar ABD dolar harcamıştır. Halkın Aşı İttifakı’na göre bu durum, patent haklarından ve fikri mülkiyetten feragat edilmesinin ve öngörülen erişim ve fayda mekanizmasının gerçekte bu şirketlere neredeyse hiç ekonomik zarar vermeyeceğinin ve yenilikçi gücü engellemeyeceğinin bir kanıtıdır.
Sonuç olarak, burada görünen durum, girişimci açgözlülüğün ve batılı hükümetlerin ilaç şirketlerinin çıkarları için alet edilmelerinin apaçık bir örneğiyle karşı karşıya kaldığımızdır.
İş modeli için tehlike
Ancak fikri mülkiyet konusuna daha yakından bakıldığında, şirket açgözlülüğünü eleştirmenin yeterli olmadığı ve tüm sorunları açıklamadığı görülmektedir: daha geniş anlamda piyasa teşviklerinin sınırlarını ve düzenlemelerin küresel olarak uygulanmasındaki sorunları da dikkate almalıyız. Böyle bir bakış açısı, ABD’de Joe Biden veya Kanada’da Justin Trudeau gibi hükümetlerin neden bir yandan ilaç fiyatlarının düşürülmesi çağrısında bulunurken diğer yandan dış ticarette yerli ilaç şirketlerinin yanında yer aldıklarını açıklayabilir.
Halkın Aşı İttifakı, ilaç şirketlerinin fikri mülkiyet haklarından ya da ilaçlara erişim için bir fona ödenen ücretlerden geçici olarak vazgeçmeleri halinde, bu şirketlerin kendilerinin ekonomik yaşayabilirliğini ya da yenilik yaratma kabiliyetlerini tehlikeye atmadan kolayca karşılayabileceklerini iddia etmesi haksız bir iddia değildir. Şirketleri veya onların pozisyonlarını destekleyen hükümetleri motive eden şey, küçük kâr kayıpları değildir. Meselenin özü daha ziyade, ilaç endüstrisinin kendisinde, fikri mülkiyete yönelik tehdit de yatmaktadır.
Düşük yerli ilaç fiyatları sadece biraz daha düşük kâr anlamına gelir. Ancak fikri mülkiyet hakkından vazgeçmek – sadece geçici de olsa bile – ilaç şirketlerinin temel iş modelini tehdit etmektedir. Elbette şu soru sorulabilir: Eğer pandemi sırasında insan hayatının acil durumlarda fikri mülkiyet haklarından daha önemli olduğuna dair bir emsal oluşturulmuşsa, bu neden diğer zamanlarda da geçerli olmasın?
Öte yandan, gerçekte tıbbi yeniliklerin büyük bir kısmı kamu bütçesi tarafından finanse edilen üniversitelerde, devlet laboratuvarlarında veya kâr amacı gütmeyen tıbbi hayır kurumları tarafından gerçekleştirilmektedir, fakat özel sektörde de yenilikçi çalışmalar yürütülmektedir. Bu şirketler ve onların diplomatik temsilcileri, bu çalışmaların ücretlendirilmesini talep etmekte haksız değiller.
“Devlete ait ilaç şirketlerine bağımlı olacak diğer ülkelerdeki insanlar, güç sahibi olanları nasıl sorumlu tutabilirler?”
Dolayısıyla asıl sorun sadece şirketlerin açgözlülüğü değil, piyasa teşviklerinin toplumun yararına olacak şeylerle uyumlu olmamasıdır. Bu uyum sorunu özel sağlık hizmetlerinde genel olarak mevcuttur: Yaşam hakkının ve özel mülkiyet hakkının tanınması ekonomik liberalizm koşulları altında birbiriyle çelişmektedir. Bu Gordion düğümü çoğu sanayileşmiş ülkede farklı sağlık sigortası sistemleri ya da sağlık hizmetlerinin sağlanmasına doğrudan kamu müdahalesi ile kesilmektedir. Örneğin İngiltere’nin sağlık hizmeti NHS’in (National Health Service – Ulusal Sağlık Hizmeti – Ç.), on yıllar boyunca rekabetçi baskılar, kurumsal dış kaynak kullanımı ve kısmi özelleştirme nedeniyle içi boşaltılmıştır, ancak kamulaştırılmış bir sağlık sistemi ilkesinin kamusal ihtiyaç ve kâr teşviki arasındaki çatışmayı çözdüğü durum kalmaya devam etmektedir: Hizmet sağlayana yaptığı işin karşılığı olarak kâr yoluyla değil, vergiler veya kaynakların işbirliğine dayalı olarak toplanması yoluyla ödeme yapılır.
Pandemilere karşı korunma hakkı ile fikri mülkiyet hakları arasındaki çatışmaya bir çözüm, ilaçların araştırılmasını, geliştirilmesini, üretimini ve dağıtımını, sağlık hizmetlerinin halihazırda sunulduğu şekle benzer bir şekilde kamuya açık hale getirmek olabilir. Kaynakların tahsisi potansiyel kâra değil tıbbi ihtiyaca göre yapılmalıdır. Dolayısıyla çözüm, ilaç sektörünün kamulaştırılması ya da en azından önemli bir kamu-devlet alternatifi, yani kamuya ait ilaç şirketlerinin yanı sıra özel şirketlerin varlığının devam etmesi olacaktır.
Ancak bu noktada küresel yönetişimin, finansmanın, uygulamanın ve dolayısıyla demokratik hesap sorulabilirliğin sınırlarına ulaşıyoruz. Hangi ülke ilaç sektörünün kamulaştırmasını ya da kamu ilaç şirketlerinin kurulmasını gerçekleştirmelidir? ABD ya da İsviçre tüm dünyanın faydalanması için kendi ilaç sektörlerini mi kamulaştırmalıdır?
Bu durum, tıbbi buzdolaplarının üretiminden tıbbi vantilatörlere ve oksijen tanklarına kadar, pandemiyle mücadelede terapötiklerin ötesindeki diğer alanlar için de geçerlidir. Peki, devlete ait ilaç şirketlerine bağımlı olacak diğer ülkelerdeki insanlar, güç sahibi olanları nasıl sorumlu tutabilirler? Sadece ulusal bir demokratik hesap verebilirlik mekanizması var ama uluslararası bir mekanizma yok.
Dişsiz kağıttan kaplan
Küresel yönetişim, uygulama ve hesap verme sorumluluğu açısından bu zorlu hedef, bir pandemi anlaşmasına ilişkin müzakerelerdeki ikinci önemli püf noktasıdır. Uygulanabilirlik eksikliği aynı zamanda pandemiye karşı olan malzemelerin stoklanmasındaki koordinasyonu, uluslararası tıbbi müdahale ekiplerinin konuşlandırılmasını, izleme ve veri paylaşımını da etkilemektedir.
Küresel Kuzey, fikri mülkiyetle ilgili tüm noktalarda mutabık kalsa bile, güçlü bir uygulama olmadan, böyle bir çaba boş laftan başka bir şey olmayacaktır.
Geçmişi 1969 yılına dayanan ve en son 2005 yılında revize edilen mevcut uluslararası sağlık düzenlemeleri halihazırda yasal olarak bağlayıcıdır. Ancak bu düzenlemeler COVID salgını sırasında aşıların ve diğer anti-pandemik ürünlerinin istiflenmesini engelleyememiştir. Yönetmelikler ayrıca ülkelere genetik bilgi paylaşımı karşılığında seyahat veya ticaret kısıtlamaları getirilemeyeceğini de şart koşuyor. Yine de bu kısıtlama, 2020’de uygulamaya konulan birçok korona karşıtı ilk önlemlerin biriydi.
Müzakere metni, Dünya Sağlık Örgütü himayesinde bir Sözleşme Taraftarı Konferansı (COP – Conference Of the Parties – Ç.) ve bir Sekretarya‘dan (Konferans kararlarını uygulamakla görevli bir memur ekibi) oluşan bir karar alma organı için öneriler içermektedir. Mevcut müzakerecilerin böyle bir yapıyı kabul edecekleri kesin değildir.
Bu yapı, resmi olarak tekrar COP olarak da adlandırılan ve tüm ulusların eşit oy hakkına sahip olduğu BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) zirveleri örnek alınarak modellenmiştir. Yaklaşık 200 imzacı devletin mutabakatını gerektiren BM iklim zirvelerindeki son derece yavaş ilerleme göz önüne alındığında, böyle bir modelin bir pandemiye hızlı bir müdahale için problem yaratacağı hemen anlaşılır.
“Pandemi Sözleşmesi Sekretaryası’nın belirli bir hükümete yönelttiği taleplere saygı gösterileceği varsayılabilir mi?”
Ayrıca, UNFCCC/COP sürecinin mutlak olarak demokratik olduğu da söylenemez: Lüksemburg’un 650.000, Hindistan’ın ise 1,4 milyar nüfusu var. Buna rağmen COP‘da her iki devletin oyları eşit ağırlığa sahiptir. Ayrıca iklim değişikliğiyle nasıl başa çıkılacağı konusunda farklı fikirlere sahip oylar için yarışan “partilerd” yok. Dolayısıyla, dünyadaki çoğunluk Pandemi Sözleşmesi Sekretaryası‘nın, COP‘un ya da WHO‘nun bir politikasına ya da önlemine katılmıyorsa, bu çoğunluğun küresel karar vericileri görevden alıp çoğunluktaki insanların iradesini uygulayacak başkalarını göreve getirmesi için bir mekanizma yoktur.
Ve sonuçta: Pandemi Sözleşmesi Sekretaryası’nın belirli bir hükümete yönelttiği taleplere saygı gösterileceği varsayılabilir mi? Uluslararası Adalet Divanı’nın çok daha ciddi emirlerini ve bunların etkilerini bir düşünün.(15)
Demokrasi eksikliği madalyonun diğer yüzüdür. Demokratik hesap sorgulama görevi olmaksızın tedbirlerin uygulanması gayrimeşrudur. Güncel bir örnek: Çiftçiler şu anda birçok AB ülkesinde protesto gösterileri düzenliyor.(16) Yapılan eleştirilerden biri de kimsenin böyle bir AB politikası lehine oy kullanmadığıdır. Protestolar ve AB’nin iklim ve tarım politikası hakkında ne düşünülürse düşünülsün, çiftçiler AB’nin bilinen demokrasi açığı konusunda haksız değiller. (17)
Elitler, iklimden ticarete ve savaş suçlarına kadar pek çok sınır ötesi siyaset alanında, demokratik olmayan hükümetler arası iş birliğinden, yani hükümetler arası antlaşmalardan yana tavır koymuşlar ve bunun daha yüksek düzeyde demokratik meclisler kurulması önerisinden siyasi açıdan daha uygun olduğunu düşünmüşlerdir. Bu şimdi en acil sorunlardan biri olan pandemi konusunda tekrarlanıyor. Bunlar şu anda iklim değişikliğinden daha fazla ölüme neden oluyor.
DSÖ Başkanı Tedros Adhanom Ghebreyesus, pandemi anlaşması görüşmelerindeki ilerlemenin “sahte haber, yalan ve komplo teorileri seli” nedeniyle hala yavaşlatıldığından yakınmakta. Kendisinin, sağcı Heritage Foundation‘in(18)pandemi anlaşmasının ABD’nin egemenliğini tehdit ettiği yönündeki açıklamasına(19) ya da müzakerelerle ilgili olarak büyük bir gazetede manşet olan birkaç makaleden birine atıfta bulunduğu neredeyse kesindir: Mayıs 2023’te Daily Telegraph‘ta(20) çıkan ve muhafazakâr İngiliz bakanlardan alıntı yapan bir rapora göre, bu bakanlar, önerilen anlaşmalar yüzünden DSÖ’nün sokağa çıkma yasaklarını getirmesinden ve aşı pasaportları uygulamasından veya devletleri sağlık bütçelerinin yüzde beşini pandemiye hazırlık için harcamaya zorlamasından korkmaktadırlar. Muhafazakâr Milletvekili Danny Kruger gazeteye şunları söylemiştir: “Acil bir sağlık durumunda koordinasyon ve iş birliği mantıklıdır, ancak bir pandemide sağlık bütçelerinin ve kritik kararların kontrolünü seçilmemiş bir uluslararası örgüte bırakmak, ulusal özerklik ve demokratik hesap sorgulama görevi ile taban tabana zıttır.”
AB’deki çiftçilerinin protestolarında olduğu gibi, İngiliz muhafazakârların eleştirisi – ve hatta Heritage Foundation‘in eleştirisi – tamamen yanlış değildir. DSÖ‘nün ya da pandemi anlaşması sekretaryasının gerçekten de seçimle iş başına gelme durumu yoktur. Demokratik açıdan bakıldığında, böyle bir organın iradesini seçilmiş ulusal parlamentolara dayatması doğru olmaz.
Bu, Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Ticaret Örgütü‘nden Avrupa Komisyonu, Uluslararası Para Fonu, Uluslararası Adalet Divanı ve UNFCCC‘ye kadar çeşitli politika alanlarındaki hükümetler arası anlaşmalarda tekrar tekrar ortaya çıkan bir egemenlik paradoksudur. Bu kurumların bariz demokratik eksiklikleri göz önüne alındığında, pek çok devlet bu kurumlara çok fazla güç vermek konusunda çekingendir. Aynı zamanda bu tür kurumlar, oldukça mütevazı yetkileriyle, belirli bir politikayı hayata geçirmek isteyen ancak bunun için kendi ülkelerinde çoğunluğun desteğini alamayacaklarını bilen politikacılar için faydalı olabilir. Eğer uluslararası forumda bir uzlaşma sağlanırsa, ülkesine geri dönen politikacı seçmenlerine şunu diyebilir: “Bu konuda hiçbir şey yapamadım; çoğunluk bundan yanaydı, elim kolum bağlıydı.”
Dolayısıyla bu tür uluslararası kurumlar hem çok fazla hem de çok az egemenlik ve güce sahip olabilirler: bir yandan sahip oldukları her türlü karar alma yetkisi (ne kadar sınırlı olursa olsun) demokratik açıdan şaibelidir ve hatta gayrimeşrudur; diğer yandan politikayı etkili bir şekilde uygulayabilmek için aslında daha fazla güce ihtiyaç duymalıdır.
Bu nedenle küresel karar alma mekanizmasını demokratik bir şekilde geliştirmeliyiz. Küresel bir “egemenlik” kurmalıyız. Bu elbette devasa bir görevdir ve yakın gelecekte gerçekleştirilmesi pek mümkün değildir. Bu nedenle şimdilik Batılı hükümetlerin eşitsizliği ve irrasyonel piyasa kısıtlamalarını reddeden bir anlaşma metnini desteklemelerini sağlamalıyız – her ne kadar henüz bu anlaşma metnini uygulayabilecek küresel, demokratik olarak meşrulaştırılmış bir egemen olmasa da.
Salgın hastalıklar ve iklim değişikliğinden ticaret, göç, insan hakları ve savaş suçlarına kadar küresel düzeyde mücadele edilmesi gereken çeşitli sınır ötesi olgularla karşı karşıyayız. Asteroidler, uzay enkazları, deniz dibinde madencilik, jeo-mühendislik ve yapay zekâ ile nasıl başa çıkmak istiyoruz? Bu küresel sorunların sayısı sürekli artıyor.
Küresel yönetişime, küresel demokrasiye dair tartışmaların en azından başlaması gereken bir zamanda yaşıyoruz.
Kaynaklar/Dipnotlar
(1) British Medical Journal:
https://tr.wikipedia.org/wiki/The_BMJ
(2) https://www.hrw.org/news/2023/11/07/draft-pandemic-treaty-fails-protect-rights
(3) https://www.scielo.br/j/gmb/a/TTzyffs6tcX37QwCr7fQqQp/?lang=en
(4) Savunma Üretim Yasası – Defense Production Act
https://jacobin.com/2021/04/neoliberal-state-failure-covid-19-vaccine-distribution
(8) https://jacobin.com/2020/03/bill-gates-coronavirus-covid-socialist-medicine
(10) PABS – Pathogen Access and Benefit-Sharing (Patojen Erişimi ve Fayda Paylaşımı – Ç.) Patojenlerin genetik kaynaklarının paylaşımından elde edilen faydaların daha adil paylaşılması müzakerelerin giderek en önemli noktasını oluşturmakta
(12) https://jacobin.com/2021/02/thank-socialism-for-the-vaccine-blame-capitalism-for-its-distribution
(13) https://peoplesvaccine.org/
(15) https://jacobin.de/artikel/internationaler-gerichtshof-israel-gaza-voelkermord
(17) https://eur-lex.europa.eu/EN/legal-content/glossary/democratic-deficit.html
(18) https://tr.wikipedia.org/wiki/The_Heritage_Foundation
(20) https://www.telegraph.co.uk/politics/2023/05/25/who-pandemic-treaty-lockdown-uk-ministers-fear/